Görman Hesler
AKP'yi Kurtarmak
27 Şubat 2014, 21:15
AKP’yi kurtarmak...Can SoyerGeride bıraktığımız 12 yıl içerisinde çokça söylendi: AKP, özel bir hükümettir; bir misyon partisidir, bir projedir. AKP’nin sıfırdan başlayarak tasarlandığını söylemiyoruz elbette, ancak Türkiye burjuvazisinin bir türlü içinden çıkamadığı siyasal kriz ortamında, AKP en yüksek teklifi vermiş ve ihaleyi kazanmıştır. AKP’nin teklifinin özü ise, sürekli yenilenen kriz dinamikleriyle uğraşmak yerine, rejimi köklü biçimde değiştirerek burjuvaziyi güvenli bir limana taşımaktı. Diğer bir deyişle, 12 Eylül’e rağmen varlığını sürdüren ve özellikle 90’lı yıllarda burjuvazinin ayağına dolanan çeşitli kriz başlıklarını etkisizleştirmek; böylece burjuva düzeninin önündeki tüm pürüzleri ortadan kaldırmaktı. Öyle bir yeni rejim inşa edilmeliydi ki, örneğin yargıdan dönen çok büyük özelleştirmeler, artık dönmemeli, burjuvazi hukukla uğraşarak zaman kaybetmemeliydi mesela. Tabi Türkiye burjuvazisi açısından iştah kabartan teklif, dünya emperyalizmine de gayet cazip öneriler sunuyordu. Türkiye’nin emperyalizmin bölgesel stratejilerine eklemlenmesinde çeşitli sıkıntılar yaratan dengeler tümüyle değiştirilmeli, 2003 tezkere krizinde olduğu gibi yasama organı işleri zorlaştırmamalıydı örneğin. Fakat AKP’nin teklifinin kabul edilmesindeki belki de en önemli etken, tüm bunları gerçekleştirirken Türkiye toplumunu mutlak bir edilgenlik ve tepkisizliğe mahkum edeceği, toplumda oluşabilecek hiçbir muhalif dinamiğe izin vermeyeceği, böylece rejimi dönüştürürken sistemi de tehlikeye düşürmeyeceği yönündeki garantisi olmuştur. AKP’ye hem dünya emperyalizmi hem de Türkiye burjuvazisi tarafından, 12 yıl boyunca verilen desteğin arkasında bu teklifin ve icraatın olduğunu söylemekte bir sakınca yok. AKP’nin 12 yıl boyunca teklifine sadık kaldığı, verdiği sözleri tutmakta başarılı olduğu da söylenmeli elbette. Zaten bilinen bu gerçekleri neden tekrar etme ihtiyacı hissediyorum peki? Amacım AKP’nin iktidara tesadüfen, kazara ya da hileyle falan gelmediğini gösterebilmek. AKP Türkiye’nin ve dünyanın egemen güçleri açısından bir arıza ya da sapma değildir. 12 yıllık AKP iktidarı bizzat bir burjuva misyonuydu ve siyasal, ekonomik, diplomatik yollarla ayakta tutuldu. ABD, AB, TÜSİAD, CHP, MHP, cemaat, medya, Sorosçu vakıflar, liberal aydınlar, bu entegre projenin parçaları olarak AKP’nin 12 yıllık iktidarının taşıyıcı kolonları oldular. Ta ki Haziran’a kadar. Haziran, ne kadar destek atılırsa atılsın AKP’nin Türkiye’yi daha fazla yönetemeyeceğini, Türkiye’nin AKP’nin çizdiği sınırlar içerisine hapsedilemeyeceğini gösterdi. Haziran, AKP’nin sınırı, bitişi, tükenişi oldu. Haziran, AKP açısından denizin bittiği yerdi. Haziran, AKP’nin negatifiydi. Fakat AKP iktidarı döneminde elde edilen 12 yıllık kazanımlar, burjuvazi açısından gözden çıkarılabilecek şeyler değildir. Burjuvazi at değiştirmekte fazla tereddüt etmeyecek olsa da, Türkiye tarihinin en kitlesel ve etkileyici muhalefetinin üzerinden daha bir yıl bile geçmemişken, tedbirli olmaya azami özen göstermek zorundadır. Dolayısıyla burjuvazi için Erdoğan’sız bir AKP rejimi, olabilecek en iyi çözüm yoludur. Erdoğan’ın iktidardan çekildiği, ama onun yarattığı tüm siyasal, ekonomik, hukuksal ilişkilerin varlığını devam ettirdiği bir restorasyon, İkinci Cumhuriyet’in bekası açısından muazzam bir fırsattır. Cemaat operasyonunun hedefindeki ismin Erdoğan olmasında ve giderek saldırının Erdoğan’a odaklanmasında, bu nedenle şaşılacak bir şey yoktur. Erdoğan ve adamlarından temizlenmiş, ılımlı ve liberter bir muhafazakar lider kadrosuyla yenilenmiş bir AKP, rejimin sürekliliği açısından oldukça faydalı olacaktır. Fakat Erdoğan da bu stratejiyi görmüş, deyim yerindeyse sistemin tüm iplerini eline alarak, “ben yoksa bu sistem de yok” diyerek şantaj yapmaya çalışmaktadır. Burjuvazinin rejimi sürdürmek konusundaki arzusunu bilen Erdoğan, rejimin sürmesinin sadece kendisiyle mümkün olacağı bir siyasal tekleşme peşindedir. Özetle operasyonu yürütenler Erdoğan’ın kellesini alıp AKP’yi kurtarmak istemektedirler; Erdoğan ise kendisinin olmadığı bir AKP’nin ülkeyi yönetemeyeceğini kanıtlamaya uğraşmaktadır. Bu manzaraya solu da eklediğimizde, bir soru tüm diğerlerinden sıyrılıp öne çıkıyor: Erdoğan’ı ve AKP’yi kim götürecek? Türkiye siyasetinin dengelerine ve işleyişine baktığımızda, cemaatin, ABD’nin ya da TÜSİAD’ın bunu yapabileceğini söyleyebiliriz. Biz “AKP’yi halk götürmeli” derken, bu türden öznelerin AKP’yi götüremeyeceğini falan söylüyor değiliz. Söylenmeye çalışılan, burjuvaziye ya da gerici çetelere bağlanan umutların, ülkeyi AKP’siz bir AKP rejimine emanet edeceğidir. Diğer bir deyişle, halkın kendi iradesini dayatmadığı bir Türkiye’de, Erdoğan’ın kendisi iktidardan uzaklaştırılabilse de, gölgesi üzerimizde süzülmeye devam edecektir. Oysa halkın düşmanı, tüm kurum ve kişileriyle İkinci Cumhuriyet rejiminin bütünüdür. Bu nedenle, Türkiye’nin geleceğini halk iradesinin belirlemesi gerekmektedir ve Haziran’da ortaya çıkan enerjinin rejimin restorasyonu için tüketilmesine izin verilmemelidir. Halk, en başta ve mutlaka Erdoğan’ı, onunla birlikte AKP rejiminin tüm unsurlarını tasfiye etmeye yönelik bir siyasal stratejinin etrafında örgütlenmelidir. Halk, Erdoğan’ı kurban verip AKP’yi kurtarmaya çalışanların hesaplarını boşa çıkaracak bir kararlılık ve bütünlükle siyasete el koymalıdır. Söylemeye gerek yok ki, böylesi bir siyasal stratejinin temelleri Haziran’la uyumlu olmalıdır. Yani aydınlanmacı, yurtsever, eşitlikçi ve özgürlükçü bir toplumsal muhalefet dinamiği inşa edilmelidir. Haziran’da başlanan iş, Haziran tarzında bitirilmelidir. Güneş balçıkla sıvanmaz!Renan BilekTayyip Erdoğan’la Bilal oğlan arasında geçen ve internete düşen konuşma gerçek midir değil midir? Montaj olabilir mi? Dezenformasyonun bir savaş yöntemi olduğu çağda ve coğrafyada bu sorunun yanıtını aramaya çalışmak gerekli ve gerçekçi bir yaklaşım gibi görünebilir. Ancak, konuşmaların montaj olduğunu kanıtlamak için, Bahçeli’nin, grup toplantısında, yergi amacıyla, başkasının söylediği sözleri kürsüden yinelemesini alıp, birleştirip yaratılan montajlama bir sanal demeci, “alın bakın, bu da montaj mesela.. gördünüz mü nasıl oluyor montaj?” diyerek servis etmek, akla ve zekaya hakaret oluyor. Bu memlekette hukuksuz dinlemeler yapılmaktadır. Doğrudur. Peki ya farz edelim ki, bir devletin başbakanının, ailesiyle beraber hırsızlık yaptığı, bu yasadışı dinlemelerle ortaya çıkıyorsa? Kaldı ki “yasadışı dinleme” kavramı da tartışmalıdır. Zira 17 Aralık soruşturmaları için, Bilal oğlan teknik takibe alınmış bir durumdadır. Yani aslında dinlenen başbakan değil, nüfuzunu kullanarak kirli maddi ilişkilere girişmiş olan bir başbakan oğlu şüphesi de olabilir. En nihayetinde, soruşturma için davet edilen bu başbakan oğlu, davete, çağrıdan bir hafta sonra “hazırım” diye haber göndererek icabet edeceğini bildirmiştir. Bu bir hafta içerisinde de emniyet ve soruşturma kademelerinde binlerce kişinin yeri değiştirilmiştir. Peki gönderilen “hazırım” mesajına dek geçen bir haftalık sürede nasıl bir hazırlık yapılma gereği duyulmuştur? Ev mi sıfırlanmıştır? İlişkiler mi hazırlanmıştır? Neler söyleneceğine mi karar verilmiştir? Kafalara tam olarak otursun diye tekrar tekrar mı ezberlenmiştir? Ağız birliği çalışması mı yapılmıştır? “Kriptolu telefonumuz bile dinlenmiş” talihsiz demecini veren Bilal oğlan, aslında konuşmaların “dinlenme” sonucunda elde edildiğini itiraf etmiş olurken, bunun yasal olmadığını ifade etmeye çalışmıştır. Ama belli ki, hangi hakla devletin yüksek kademelerine verilen kriptolu telefona sahip olduğunun, sorulamayacağını düşünmektedir. Başbakanın oğlu olması, bir hukuk devletinde kendisine nasıl bir ayrıcalık tanıyabilir ki? “Sende kriptolu telefonun ne işi var? Sen kimsin?” sorusuna ne cevap verecektir? Doğru. Aranırken, babasının yanında, gazetecilerin ve emniyet mensuplarının gözü önünde Çamlıca’da yapılmakta olan cami ziyaretine gidebilmiştir. Zira başbakan olan babası, oğlunu “bu yargıya” göndermeyeceğini açıkça ifade etmiştir. Oh!. Ne güzel iş!. Türk siyasi tarihini bilenler bu durumda, “yazık oldu Yahya Demirel’e..” deseler yeridir. Ama şaşıracak bir şey yok. Bugünün başbakanının, İstanbul’da Belediye Başkanı olduğu dönemde, büyük oğlu Burak Erdoğan’ın yaptığı ve sanatçı Sevim Tanürek’in ölümüne neden olan trafik kazasına dair iddialar, konuyla ilgilenen herkes tarafından bilinen bir gerçektir. Ya da AKP Sözcüsü Hüseyin Çelik’in, Erdoğan’ın mal varlığıyla ilgili olarak, “Başbakanlığın sitesine girin, Başbakan bölümünü tıklayın, sürekli güncelleniyor. Başbakan olduğundan beri mal varlığı burada var” demiş olmasına rağmen, Soner Yalçın’ın 23 Şubat tarihli yazısında belirttiği gibi, hakkında mal bildirimi eksikliği yüzünden dava bile açılan Erdoğan’ın mal varlığı bildiriminin 3 yıldır yenilenmediği de ortadadır. Havuzlar.. İşadamlarından para almalar.. Para talepleri.. Erdoğan Bayraktar’ın sonrasında “amacını aştı” diyerek dolaylı af istemine neden olan “her şey Başbakan’ın bilgisi dahilinde olmuştur” dediği yolsuzluk iddiaları.. vs.. vs.. Neyin konuşulması isteniyor şu anda ülkede? “Kayıtlar montaj mıdır değil midir?” Montaj çıkmaması haline hazırlık olarak da, “dinlemeler yasal mıdır değil midir?” Bu dinlemeleri cemaat mi yaptırmıştır? Bana ne!.. Bize ne?.. “Ülkenin başbakanı yolsuzlukla suçlanıyor! Onurlu olun! İstifa edin!” diye sokaklara dökülenlere saldıran polis, internete düşen konuşmalar başbakanlıktan yalanlanana kadar haber değeri verip bültenine koymayan anaakım medya, “bu ne rezilliktir yahu!” diyemeyip harekete geçmeyen yetkili savcılar, yargıçlar, denetleme kurumları! Güneş balçıkla sıvanmaz! Ve bir gün gelir, o balçığın içerisinde siz de boğulursunuz. Benden söylemesi. Emre Uslu, Taraf'ta yazdı: O kayıtlar neden montaj olamaz..
Erdoğan’ın “montaj” argümanı inandırıcı mı?
Öncelikle ahlaki açıdan hiç bir inandırıcılığı yok. Zira Başbakan’ın son dönemde söylediği hiçbir şey doğru çıkmıyor. “Kabataş’ta başörtülü kadını dövdüler”, “Savcı 22 kez yurtdışına çıktı”, “Böcekçi polisler kaçtı”, “Camide içki içtiler” gibi birçok açıklama yaptı hiçbiri doğru çıkmadı. Bu kadar gerçeğe aykırı beyanda bulunan bir başbakan kimseyi inandıramaz.
Olgulara bakacak olursak: Bilal Erdoğan zaten yolsuzluk soruşturması kapsamında dinlenmiş. Bu kapsamda savcıya ifade de verdi. Eğer Bilal Erdoğan savcıya ifade verdiyse mutlaka Erdoğan ile ilgili ses kayıtları olmalı. Bu nedenle Bilal Erdoğan’ın böylesi bir dinlemesinin olması “hayatın olağan akışına” uygun görünüyor.
Kayıt internete düştükten hemen sonra AKP çevreleri sosyal medyada hemen karşı kampanyalar başlattı. Önce Erdoğan’ın konuşmanın yapıldığı saatlerde TV’lerde canlı yayında olduğunu iddia ettiler. TV’lerin yayın akışına bakıldığında bu açıklamanın gerçek olmadığı hemen anlaşıldı.
Bu yalan tutmayınca, AKP milletvekili Cuma İçten dâhil olmak üzere birçok AKP trolü (Sümeyye Erdoğan AKP’li twitter takipçilerine trol diyor) Sümeyye Erdoğan’ın o gün Şeb-i Aruz törenleri için Konya’da olduğunu, dolayısıyla kasetlerde konuşulduğu gibi İstanbul’da olamayacağını iddia ettiler. Hatta törenden fotoğraflar bile paylaştılar. Paylaştıkları fotoğrafların 2012 yılına ait törenden fotoğraflar olduğu anlaşılınca ikinci yalanları da patladı.
Eğer o kasetler montajsa, AKP çevrelerini bu kadar panikleten ve bu kadar üst üste tutarsız yalanlar üretmeye zorlayan saik neydi? Neden 2012 yılına ait fotoğrafları bile 2013 yılına aitmiş gibi yaymaya çalıştılar?
Erdoğan “montaj” iddiasını ispatlamak için, kendilerinin de benzer montaj yapacağını söylüyor.
Buna gerek yok; eğer o kasetin montaj olduğundan eminse herhangi bir bağımsız uzmana müsaade etsin kasetin montaj olduğunu iki saat içinde ortaya çıkarır. İspatlamak çok kolay. Konuşmanın içeriğinde Tayyip Erdoğan oğluna “Sümeyye’yi gönderiyorum, abinle, amcanla, eniştenle konuş biraraya gelin evdekileri sıfırlayın” diyor.
Bilal Erdoğan’da “Hasan abi, Berat amcam beraber biraraya geldik”, “Bir kısmını Faruk’a verelim”, “Mehmet Gür ile ortak işe başladık ona vereceğiz” gibi cümleler kullanıyor.
Daha önemlisi saat 11:00 civarındaki konuşmadan “Sümeyye’nin İstanbul’a geldiğini”, saat 23:00 civarındaki konuşmadan da “Sümeyye’nin Bilal’in yanında olduğunu” öğreniyoruz.
Bu durumda yapılması gereken iş çok basit: Sümeyye Erdoğan’ın o saatlerde nerede olduğu baz istasyonlarından çıkarılabilir. Telefonda ismi geçen kişilerin cep telefonları sinyalleri ile konum bilgileri konuşmanın içeriği ile karşılaştırılır ve konuşmanın içeriği ile bulundukları konumun uyumlu olup olmadığına bakılır.
Örneğin Bilal Erdoğan’ın “Sümeyye geldi” dediği saatte Sümeyye’nin telefon sinyalindeki konum bilgisi ile konuşmanın içeriği örtüşüyorsa Bilal’in konuşma içeriği doğrudur. Örtüşmüyorsa yanlıştır.
Kasetler Erdoğan’ın iddia ettiği gibi “montajsa”, Bilal Erdoğan’ın “Sümeyye geldi” dediği saatte Sümeyye Erdoğan’ın orada olmadığı baz kayıtlardan kolayca ispatlanır.
Böylece Erdoğan’ın montaj kaset üretmesine gerek kalmaz. Erdoğan iddiasını ispatlamak için baz istasyonu kayıtlarını yayınlasın herkes görsün.
Sümeyye Erdoğan’ın Ankara’dan çıkış ve İstanbul’a gelişine ilişkin havaalanı ve mobese kameralarının kayıtlarına bakılarak da montaj iddiasının doğruluğu veya yanlışlığı ispatlanabilir.
Erdoğan çok iddialıysa buyursun kamera kayıtlarını koysun ortaya...
Eğer Erdoğan’ın iddia ettiği gibi kasetler montaj olsaydı, Erdoğan şimdiye kadar, bırakın Türkiye’yi, NASA’dan bile uzman getirtir, bu basit baz istasyonu karşılaştırmasını yapar, çoktan zaferini ilan ederdi. Bunu yapmıyorsa, kayıtlar “montaj” diye yolsuzluğun üstünü örtmeye çalışıyordur.
Siyasetin ABC’si..Metin Çulhaoğlu17 Aralık’tan 24 Şubat’a kadar uzanan zaman diliminde durum şöyle görünüyordu: Erdoğan, 17 Aralık’a direnecekti; 30 Mart’a odaklanacak, bu seçimlerde anketlerin işaret ettiği “başarıyı” yakalayınca da gücünü ve alternatifsizliğini cümle âleme ilan edecekti… Bu arada elbette başka alanlarda da boş durmayacaktı. HSYK’sıyla, MİT’iyle, iletişim alanındaki düzenlemeleriyle vb. hükümet-devlet özdeşleşmesinde çok daha ileri adımlar atacaktı. Ekonomik, siyasal ve toplumsal yaşam üzerinde “kaçakları” asgariye indiren bir denetim kuracaktı… Derken 24 Şubat olayı patladı… İlk soru şu: “Fail” kim? Failin, metafizik çağrışımlardan arındırılması kaydıyla bir “üst akıl” olduğu söylenebilir. Kendi başına bağımsız bir özne olmayıp hassas operasyonlar için görevlendirilen (ya da ittirilen) Cemaat’ in de duhul olduğu bir akıldır. Erdoğan’ın üzerini bir süredir çizmiş olan dışarıdaki ve içerideki güç odaklarından oluşmaktadır. Öyle “lobi”, “diaspora” falan değildir, uluslararası kapitalizmin güç merkezleri ve onların tetikçileridir. İkinci soru: Neden? Birincisi: “Üst akıl”, Erdoğan’ın şiddetle direneceğini anlamıştır. Abdullah Gül, “AKP içi huzursuzlar” gibi potansiyel aktörlerin Erdoğan’a şöyle ya da böyle biat ettiklerini; parlamentodaki muhalefetin de sünepeliğini görmüş, “hadi ne duruyorsunuz” aşısı yapma gereğini duymuştur. İkincisi: “Üst akıl” Erdoğan’ın her şeye rağmen 30 Mart seçimlerinden başarı denebilecek sonuçlarla çıkabileceğini de görmüştür. Görmüştür ve “daha aşağılara çekici” bir hamle gerektiğini düşünmüştür. Üçüncüsü: “Üst akıl”, AKP’deki üç dönem sınırının Erdoğan’ın siyasal hesaplarıyla kaldırılabileceği sinyallerini almış, böyle bir ihtimale karşı Erdoğan’ı iyice bitirmek üzere harekete geçmiştir. Dördüncüsü: “Üst akıl”, özellikle Haziran Direnişini dikkate alarak AKP ve Erdoğan karşıtı toplumsal muhalefetin hiç istenmeyen, apayrı bir cephe olarak güçlenebileceğini sezmiş, böyle bir gelişime meydan vermemek üzere düzen içi muhalefeti canlandırıp harekete geçirecek yeni bir operasyona gerek duymuştur. Bu sonuncusu özellikle önemlidir: Haziran olmasaydı, belki Türkiye’ye özgü bir “turuncu devrim” bile gündeme getirilebilirdi… * * * Siyasette saflaşma ve cepheleşmelerin üç ayrı odak üzerinden yürümesi ancak kısa bir süre için mümkün olabilir. Günümüze bakalım: Eğer Erdoğan’ın Türkiye’de kalıp kendi çevresi ve destekleyicileriyle direnmeye devam edeceğini varsayarsak, bir cephe budur (A). Direnen Erdoğan’a “üst akıl” doğrultusunda, doğrudan onun güdümünde ya da etkisinde, bu akıl tarafından tasarlanan projeler çerçevesinde muhalefet edecekler ikinci cephede yer alacaktır (B). Bir de, ikirciksiz AKP iktidarı-Erdoğan karşıtlığına rağmen ülkelerinin geleceğini emperyalist odaklara, artık AKP’leşmiş siyasetlere, büyük sermaye çevrelerine, cemaatlere, kısacası düzen içi unsurlara teslim etmeyecek olanlar vardır: Üçüncü cephe (C). Gelgelelim, az önce de söylendiği gibi siyasette üçlü cepheleşme ilanihaye süremez: Bir yerde, bir uğrakta sayı ikiye inecektir… Bu saatten sonra, (C) ne kadar güçlenirse güçlensin (A) ile (B)’nin kaynaşarak yeniden tek cephede buluşması mümkün değildir. Ancak, (B)’nin (C)’yi kenarlarından tırtıklaması, birtakım illüzyonlara sürüklemesi, yolundan saptırması, pasifize etmesi vb. mümkündür. Tehlikeli bir ihtimaldir ve (A)’ya karşı sergilenen direncin (B)’nin içinde erimeye karşı da gösterilmesi gerekir. Bu durumda en iyisi, (A)’nın bir an önce devreden çıkması, çıkarılmasıdır. Çıksın, çıkarılsın ki cephe sayısı olması gerektiği gibi ikiye insin. * * * Bitirirken bir not: 30 Mart’tan sonra (normal koşullarda) bir de Cumhurbaşkanlığı seçimi vardır ve belirli durumlarda (B)’nin (C)’yi “yeme” operasyonunun önemli uğraklarından biri olma ihtimali vardır. Akıl tutulması..Tunç SipahiBu ülke yeniden akıl tutulmasına uğramamalı. Haziran’da aklı başına gelen halk yeniden pasif izleyici konumuna sürüklenmemeli. “Bizim” aklımız tutulmamalı ve moralimiz asla bozulmamalı. İçinden geçilen uğrakta karşı tarafın ayakta kalma şansını ölçmeyi bırakıp, kalamama ihtimalinin çok daha sağlam olan dayanaklarını öne çıkarmalıyız. Çünkü akıl tutulması başka yerde yaşanıyor. Aklı tutulan iktidardır. Siyasette ve sosyal bilimlerde esas olan rasyonalite hipotezidir. Çünkü irrasyonalite, yani akılcı olmama hipotezi ucu açık, limitte saçma ve açıklanamaz davranışların olabileceğini söyleyen bir hipotezdir. Rasyonalite hipotezi irade gösteren öznenin her şeyi düşündüğünü söylemez. Her şeyi kontrol edebildiğini zaten öne sürmez. Ama tutarlı olduğunu, bir amacının bulunduğunu ve bu amaca uygun araçlarla hareket ettiğini var sayar. En önemlisi tutarlılıktır. Ve bu hipotez ilgili öznenin asgari bir siyasi akla, asgari bir temkinliliğe sahip olduğunu, kolay kolay paniğe kapılmayacağını da var sayar. Bunların hiçbirinin artık mevcut olmadığını anlıyoruz. İktidarın aklı tutulmuştur. Akıl tutulmasının nelere yol açabildiğini görmeye devam ediyoruz. Akıl tutulması derken “akıl mı vardı?” diyenler çıkabilir. Kişilerden bahsetmiyorum. İktidarların üzerine “üst aklın” damgası vurulur: Ancak o zaman yönetme yeteneğine sahip olurlar. Bu vakada çeşitli ülkelerin burjuvazilerinin bilgi ve deneyimlerinden süzülerek gelmiş bir “üst aklın” gölgesi bile kalmamıştır. Bu iktidar, bu haliyle, burjuvazinin kolektif eylem problemini çözemez -sosyal bilimlerde önemli bir kavram, tüm burjuva fraksiyonlarının ortak çıkarını temsil edemez. “Üst akıl”, işe yaramayanı tasfiye edecektir. Bizim işimiz başka. Akıl tutulması sadece bu kadar açık vermiş olmakla ilgili değil. Bu, başlı başına irrasyoneldir, o ayrı. Akıl tutulması orta gelişkinlikte, darbeler hariç iktidarın seçimle gelip seçimle gittiği bir sistem kurmuş, asgari bir basın özgürlüğü sağlamış, 80 milyonluk nüfusuyla bölgede bir ağırlığa sahip, aşiret devleti olmayıp Osmanlı mirasının üzerine kurulmuş bir cumhuriyetin köylü toplumu gibi yönetilebileceğini hayal etmektir. Tarımdan sanayiye tam dönemeden hizmetlere geçişin getirdiği disiplinsizlik, sosyalizmin ağırlığını hissettirememesinin verdiği şekilsizlik, bir türlü kentlileşememenin getirdiği varoş kültürü ve kadim lümpenliğin uzun yıllar sürecek bir dinci gericiliğe, açık diktatörlüğe yeterli zemin oluşturacağını sanmaktır. Hayal ettikleri diktatörlük ancak ve ancak zengin enerji kaynakları ve okuma-yazma bile bilmeyen bir nüfusla mümkündür. Bunu mümkün sanmak akıl tutulmasının ta kendisidir. Bunların hiçbiri olmayacak. Model değişecek. Burjuvazi hızla şuraya gelecek: Eski model bitti. Artık tüketim azalırken tasarruflar otonom yatırımları destekleyecek şekilde artacak, dış açık azalacak, imalat sanayisinin payı yeniden yükselirken nitelikli işgücü arzı da, talebi de canlanacak. Bu ülkenin bu şekilde devam etmesi mümkün değildir. Bu eğitim sisteminin kök salarak kalabilmesi de imkansızdır. Kadınların işgücüne katılım oranının -doğru ölçülüyorsa- yüzde 29’da kaldığı bir ülke gelişmeyi, kalkınmayı, kalıcı refaha kavuşmayı hayal bile etmemelidir. Hayal ettikleri ülke yabancı sermayenin bile işine yaramaz. Burjuvazi -emperyalizmi de içeriyor- bu noktaya gelemezse o zaman onun da “aklı tutulmuştur” diyeceğiz. Gelirse ne olacak? Kendi programımızı “rasyonel” bir aktörün programının karşısına koyacağız. Her durumda bugünkü durum sadece konjonktürel değil, yapısal bir yönetememe durumudur. Bu, gerici ham hayallerin tuzla buz olacağı dönemin açılışıdır. 2014, 2013’te başlayanın devam yılıdır: 2014 halka vereceği hiçbir şey kalmamış bir siyasi çizginin umutsuzca tutunma çabasına sahne olacak. Direnecekler. Akıl tutulmasını normalleştirmeyi deneyerek zarar verecekler. Sadece zaman kaybettirecekler. Tarihi olarak biteni pratik olarak gönderecek bir iradenin gösterileceği anlaşılıyor. Haziran başında vardığımız bir sonuçtu diyebiliriz. İrrasyonaliteye sapmak çaresizliktir. İrrasyonal davranan öznenin yerine rasyonel olan başka özne(ler)in geçmesini özendirmek “üst aklın” standart davranışıdır. Solun ikili bir hedefi var. Göndereceğiz ve yerine rötuş yaparak benzerini geçirmeyi hedefleyen “üst aklı” iradesiz bırakacağız.
Yolsuzluk ve yalandan beslenenler..Oğuz Oyan24 Şubat akşamı internete düşen Tayyip-Bilal Erdoğan ses kayıtları, yolsuzluktan beslenen bir iktidar türünü tüm çıplaklığıyla gözler önüne serdi. Bu iktidarın ve iktidar başının Kabataş düzmecesinde görüldüğü gibi yalandan beslendiği zaten 10 gün önce olanca açıklığıyla -gözleri efsunlanmış olanlarca bile- görülmüştü. Şimdi gene suçüstü durumunda yakalanan iktidarın sarılacağı iki şey var: Bir, en iyi yaptığı şey olan yalan, inkar ve karşı suçlamaya yönelmek; iki, baskı rejiminin vidalarını daha da sıkmak. Ama bunların da sınırlarına geldi. Nitekim şimdi, kendisinin ve oğlunun kayıttaki seslerini inkar edemeyip bunun bir montaj olduğunu iddia eden bir başbakan var. Ama “şecaat arzederken sirkatin söyleyerek”; yani usülsüz olarak Başbakanın nasıl dinlendiğinin, Başbakanın kriptolu telefonunun nasıl dinlenebildiğinin soruşturulmasına öncelik vererek... Demek ki, inkar da bir noktaya kadar. Gerçekler o kadar ağır basıyor ki, ana muhalefet lideri için de montaj bir kaset yaparak bu işlerin ne kadar kolay yapılabildiğini gösterecekmiş. Tam bir suçüstü telaşı. Telaşında haksız değil. Türkiye Cumhuriyeti tarihinin en sistematik, en tepeden yönetilmiş, en büyük yolsuzluk zinciriyle karşı karşıyayız. “Büyük yolsuzluk operasyonu” ifadesini zaten Başbakan da 17 Aralık sabahı ilk telefonunda söylüyor. Olgun bir burjuva demokrasisinde, hatta olağanüstüleşmemiş bir çevre ülkesinde örneğin Türkiye’nin AKP öncesindeki döneminde bile, bu çapta bir yolsuzluk karşısında hiçbir hükümet bir saat bile ayakta duramazdı. Başbakan istifa etmese, partisi ettirmek zorunda kalırdı. Batı ülkelerinde, sokağa bile çıkamazdı. Bizdeki ise tam “yavuz hırsız” misali. Siyasi kaderini kendisine bağlamış olan siyasi takımına güveniyor, “çökersek hep birlikte çökeriz” örtük tehdidini çalıştırıyor. Doğrudan veya dolaylı (ihaleyle) satın alınmış veya sindirilmiş medya üzerinden kitlelerin gerçek bilgiye ulaşmasını engelliyor; kendisine körü körüne inanan kitlelerin sadakatini garantiye alıyor. Yandaş medya asıl böyle günler için değil miydi? Erdoğan türü otokratların zaten başka çıkış yolu yoktur. Hatta yurt dışına kaçış yolu bile tıkalıdır. Şah Rıza’yı hangi eski müttefiki kabul etmek istemişti? İstifa etmesi halinde de yüce divan yolu ve sonucunda mahkumiyet neredeyse kaçınılmazdır. O halde? Kendisi söyledi zaten “son nefesine kadar direnecek”miş! Muhtemelen son nefesine kadar sürmeyecek, hatta bundan böyle Erdoğan-AKP rejiminin bu biçimiyle sürmesi olasılığı da kalmamıştır. Zaten 17 Aralık’tan sonra belirginleşen kaçınılmaz sonunu geciktirmek için her şeyi göze almaya, özellikle en iyi bildiği yalan ve korku rejimini yaymaya, bunun için baskı rejiminin vidalarını daha da sıkmaya, medyayı tamamen üç maymuna çevirmeye, özgür interneti yasaklamaya, HSYK değişikliği ve savcı-yargıçları görevden almalar üzerinden yargıyı tam teslim almaya, emniyet müdürlerini, istihbarat şube müdürlerini sürerken, şimdiden 6 bine varan azil ve yer değiştirmelerle kolluk güçlerini sustalı maymuna dönüştürmeye, buna karşılık MİT’i bir sıkıyönetim komutanlığı gibi sahaya sürmeye girişmiştir. 17 Aralık tapeleri, delilleri karartma eyleminin henüz o günün sabahında başladığını gösteriyor. Delilleri karartmak, yargıyı ve emniyeti derdest etmekle sürüyor, bilgi kirliliği ve ekranları karartmakla devam ediyor. Başbakanın TÜRGEV’i savunma amaçlı olarak kullandığı “Devletin kasasından para çıkmadıkça yolsuzluk sayılmaz” gibi akla ziyan bir bilgi kirliliği kendisine bir mecra bulabilir miydi yoksa? Oysa, devlet yetkilerini kullanarak yapılan yolsuzlukların en büyük bölümü devlet hazinesinden para çıkmadan yapılanlardır. İmar yolsuzluklarıdır; kentsel rantların, kamusal taşınmazların peşkeş çekilmesidir. İhale düzenbazlıklarının önemli bir bölümünde de doğrudan devlet kasasından para çıkmaz esasen. Aklımızla, zekamızla, bilgimizle alay eden ve artık bir sirke dönüşen bu kirli oyun, bu sivil darbe artık sürdürülemez.
Alo babacım...Nurettin AbacıoğluGeçen Cumartesi, soL’un yedinci sayfasında yayımlanan bir manşet haber, yazı gündemimde, duruyordu: “Zentiva işçisi fabrikayı işgal etti”! Zentiva Türkiye’de konuşlu çokuluslu ilaç firmalarından birisi. Yani işgale çıkanların meselesi ilaç üretimiyle ilintili. Öyleyse bu grev bağlamından hareketle, ilaç işini bir kez daha yazmalıyım diye düşünmüştüm. Aynı mealden olmak üzere, Eczacıbaşı firmasının, bir mesleğin sahibi ve uygulayıcıları olan “Eczacı” ünvanını kendine marka olarak tescil ettirme işine de bir nebze olarak değinme kararlılığındaydım. Öyle ya; yarın birgün, eczacı kartviziti bastıran her meslek erbabından, bu tescilli marka ünvanı kullanmanın bir bedele tabi olmayacağı garantisi artık yok. Yani bu Perşembe yazısı için seçmece bir konu ve alanda Türkiye’deki bir düzen manzarasını resmetme programım kafamın içinde yerli yerine oturmuş vaziyetteydi. Ama ne mümkün... Nice yazılası pekçok konunun başına gelen ve daha yazılmadan buruşturulup çöp sepetine atılanlar gibi, kafamdaki bu başlık da, haber ve yorum değerini birden yitirip gitti... Önce Başbakan ve Bilal oğlanın, “babacımlı” tapeleri gündeme yerleşiverdi. Montaj, dublaj tekerlemesinin, bir milyar doların sıfırlanması talimatlarına karıştığı ve sonra avaz olup, yedi cihana yayıldığı dehşet dengiz bir gündem belirlenimine adapte olmaya çalışırken, tam da bu akşam saatlerinde zuhur eden ve başka bir rüşvet çağrışımı içeren yeni bir tape youtube’dan salıverildi. Rüşvet yeme bağlamında, yenisi ile eskisinin harman olup birbirine dolaştığı bir sırada, bu kez de “twitter” camiasının ortalığı sallayan anonim paylaşımları, Gezi parkının etrafının belediyenin hafriyat araçları, su tankerleri ve polis Toma’larıyla ablukaya aldığını duyurdu. Provakasyon çağrışımının önce galebe çaldığı, sonra geceyarısı sonrası gösteri olmayacağını anlayan İstanbul valiliğinin tedbir ve ablukayı kaldırdığı bir diziyi tv kanallarında izledikten sonra, artık yazı başına oturmam mümkün oldu. Buyrun bakalım; konulardan konu beğenip, şimdi hangi birini yazalım. Böylesi çok zengin seçenekler içinde eğer seçeneksizlik, “çaresizlik” olup ortaya çıkıyorsa, bunun biricik nedeni şudur: Ülke gündemin yoğunlaştığı ve kamuoyunun neredeyse hipnotize bir biçimde odaklandığı meseleler ortada dururken, başka efkarda kalem oynatmak, biraz abesle iştigal sayılmaktadır. Kuşkusuz, okuyucu bakımından bayat sayılmayacak, ya da “ne alaka” diye karşılanmayacak bir yazı yazmak kaygusunu da buna eklersek, konu bolluğunda ne yazmalıyım savrulmasının böyle menem birşey olduğunu bilmem anlatabilmiş olabilirmiyim. Kestirme olsun; “alo babacığım” sürecinde, siyaseten olan biten her bakımdan rezalet ve kepazeliktir. Kuşkusuz toplum bundan fevkalâde etkilenmektedir. Dahası ayrışmanın tam tetiklendiği ve artık ayrışanların birbirine karşı bindirilmiş kıtalar haline gelebileceği çok tehlikeli bir dönemeçe de varılmış gibi görünmektedir. Ciddi bir burjuva devlet ahlakına bile yakışmayan bir az gelişmişlik ve siyaseten sürüngenleşme profildir bu görüntüler. Kuşkusuz derdim”burjuva devlet” güzellemesi yapmak falan olamaz. Ne var ki, çoğunluklu olarak, bu ülkenin kimi siyasetçilerinin semtine bile uğramamış bir burjuva ahlâk ve adabından söz edilebilir. Oysa, an olarak yaşananlar tam bir rezalet ve kepazeliktir. Normal diye kodlanacak burjuva devletler içinde, bu denli tefessüh etmiş başka bir örnek de bu güne değin görülmemiştir. Başbakanın deyimince, kendine yakıştırdığı dünya liderliğinden, an itibariyle zat-ı alîlerinin evrildiği aşama bir “istiklâl mücadelesi” verme durumuna düşmüş olmaktır. Bu bile çapsızlığın, kalibresizliğin itirafından başka birşey değildir. Nedenine gelince, istiklâl ya da bugünün tanımıyla “bağımsızlık” mücadelesinin zuhuratına hangi durum neden olmuştur. Yok; tarihsel manada istiklâl işi aynı zamanda bir kurtuluş savaşı olarak da anlaşılıyor ise, acaba bunu birden icap ettiren ne ola gelmiştir de, dünkü Akp grup toplantısında bu lâflar edilmiştir. Her halükârda bu meram, kurtuluş işi olarak tebarüz ettiriliyorsa da, bana göre bu “Kurtuluş”, İstanbul’da bir semt adı; Ankara’da ise Kolej civarında bir parktan başka birşey değildir. Yani bu pis kokulu ve lağım çamurlu Türkiye gündeminden ve buna boğazına kadar bulaşmış siyasiler içinden, yerleşik yüzüyle istiklâl mücadelesi sürdüren ve hedefi pirüpak göğüsleyen bir kimlik erbabı da açığa çıkamaz. Akp, 2002 yılında iktidara gelirken “3Y” mottosu ile yola çıkmıştı. Böylece “yoksulluk, yolsuzluk ve yasaklara son” sloganı da epeyi bir alıcı bulmuştu. 12 yıl sonra yoksulun çulsuzluğu devam ederken, yolsuzluğun serdümencilikle nasıl apartıldığı ve yasakçılığın istipdatçılıkta hangi mertebeye ulaştığını da fevkalâde öğrenmiş bulunuyoruz. Hemen işaret etmek gerekir ki, bu işin ayracı, ya da turnusol kağıdı “Haziran Direnişi” olmuştur vesselam... Olguların ortaya çıkış ve cereyan edişlerine ilişkin kavram setlerini oluştururken, geçmiş yazılarda iki temel vurgu yaptığımı bir defa daha anmalıyım. İlki “egemen blok” ve ikincisi de “iktidar bloğu” idi. Egemen blok sermaye düzenin kurumsal ve ideolojik olarak bütünlüğüne ilişkin bir temsiliyetler gövdesini, iktidar bloğu ise yasama, yargı ve yürütme erkini doğrudan paylaşan kadroları ifade ediyordu. İşi sadeleştirirsek; egemen blok, bizzat sermayenin diktatoryası ve bunun kurumsal gövdesi olarak yerli yerinde durmaya devam ediyor. İktidar bloğunun asal kadro unsurları ise önce müttefik ve mücahit, şimdilerde ise düşman kardeş mevzilenmeleri içinde paralel yapılar olarak ifade ediliyor. Tabii, bir de bunlara taşeron destekçi olan siyaset liboşlarını, “Alo medya” artıklarını ve etnik açılımcılık taburlarını eklemek mümkünse de, şimdilik bu zuhuratı kaale dahi almıyorum. Düne kadar, Akp’nin iktidar elitleriyle, simbiyotik bir yaşam sürdüren ve birbirinin salgısına kan taşıyan taraflardan “cemaat”, şimdi devletin yıkıcısı olan paralel örgütlenme olarak işaret edilmektedir. Fenomenolojik olarak “ergenekon” türevi olarak yaratılmış tüm dava, yargı, karar ve uygulama süreçlerini beraber kotaranlar, bugün düşman kardeş olarak birbirlerinin varlıklarına kast eden bir kirli savaş sürdürüyorlar. “Tencere dibin kara, senin ki benden kara” tekerlemesine uygun açılımlar ortaya çıktıkça, ülkenin nasıl da pis bir batağa saplandığını anlamak daha mümkün hale geliyor. Tamam da, bu lağım kokan manzaradan bir kurtuluş düşü çıkarmaya çalışanlara ne demeli. Yani, “onlar olmasa, sıra bize gelir” denklemini, “oyları bölmeyelim” diye pazarlamaya çalışan çevrelerin ortalıkta gerinerek dolaşması hem şaşılası ve hem de hiç şaşılmaması gereken bir olgudur. Olgunun kimliği nedir diye soranı çıkarsa, söyleyeceğim “egemen bloğun” dimdik ayakta durduğu ve genetiği değiştirilmiş yeni Cumhuriyetin taşeron siyasetçi kadrolarında, birileri deliğe süpürülür iken, sistemin doğasını hiç bozmayacak birilerinin Akp’siz bir Akp iktidarı yerine monte edilebileceği kararlılığını sürdürmeleridir. Diyelim ki, yeni tapelerin resmigeçit yaptığı ve tapeleri tepeleyecek karşı RTE hamlelerinin salvo atışlarının, ortalığı toza dumana kattığı bir süreçten, kör ve topal olarak seçim ve sandık arefesine önce vardık ve sonra da buradan düzlüğe çıktık. Diyelim ki, bu çalkalanma içinde RTE ve ekibi bir biçimde gitti ve ancak sistemin değişmezlerinin memurluğuna “yeni korucu” olan siyasi kadrolar, pazarda karpuz seçer gibi seçildi ve atandı. Yani egemen bloğun iktidarı ve diktatoryası hiç sarsılmadı. Yani o zaman ne olacaktır. Haraç mezat dünya piyaslarına satılan ve yok pahasına elden avuçtan çıkarılan ve böylece özelleşen tüm kamusal varlıklar, şimdi tekrar kamulaştırılarak geri mi alınacaktır? Şimdi bir kenarda bir tomar kağıt yığını gibi duran; 12 Eylül faşizminin tüm asalak ideolojik unsurlarını “tarihin tozu” olarak içinde barındıran ve bütün bunlara karşın her yanı iğdiş edilerek kalbura çevrilmiş metin maddeleri içinde, “mazinin hoş bir sedası”olarak yerinde duran o burjuva “sosyal devlet” anlayışı ve kurumları acaba yeniden ve Anayasa’nın dibaçesinde geri mi getirilecektir? Esnek çalışma ve performansla emek sömürüsünü daha da olanaklı kılan, çalışana, emekçiye ölümü gösterip, sıtmaya mecbur kalmak gibi sendikasızlığı, örgütsüzlüğü dayatan bir “iş yaşamı”, eşitlikçi bir düzlemde yeni den mi kurgulanacaktır? Bilim olarak evrim öğretisinin dinsel inanca tahvil edildiği ve böylece okul kitaplarına yaratılışın ikame edildiği bir tarih aralığı terk edilerek, yegâne doğru ve yol göstericisi olarak yeniden bilimi önceleyen bir aydınlanmacılık mı yapılandırılacaktır? Yoksa kadın tecavüzlerinin ve ölümlerinin, en ağır insanlık suçu sayıldığı; tecavüzcüleri koltuklayan her türlü yargı kararının bozulduğu bir toplumsal aydınlanma ortamı mı yaratılacaktır? Veya çocuk evliliklerine son verilen, 8-10 yaşlarında çocukları gaddarca çalıştıran bir toplum olma ayıbından, kendimizi kurtaran bir dünyaya göz mü açılacaktır? Uzun lafın kısası buradan bu halka hangi istiklâl ve hangi kurtuluş çıkar... İktidar bloğu yarılmış, iktidar erkinin nesnesi dağılıp, geriye müsvettesi kalmış falan değildir. Egemen blok yerlisi ve yabancısıyla, yani emperyalizmin kendisi olarak Akp marifetiyle eriştiğinin tümünü koruyacak ve geliştirecek bir kurguyla olduğu gibi orada durmakta ve sivil darbeciliğinin bundan sonra ki aşamasını kollamaktadır. Ne denli gürültü koparırsa koparsın, RTE koltuğundan illâki kaydırılırken, yerine tezgahlananlar için en uygun tedavül süresi kollanmaktadır. Egemen blok yerlisi ve yabancısıyla, Haziran direnişinin ne olduğunu görmüş ve direnen halkın iktidar isteğine şahit olmuştur. Talebin şimdilik örgütsüzlükten ete kemiğe bürünemediğini de çok doğru olarak okumuştur. O nedenle, bu halkın bedenine yeni deli gömleğini kendi rızası ile geçirtireceği en uygun evre kovalanmaktadır. Bu bakımdan ne dramatik bir ekonomik kriz ve ne de oradan çalkalanan bir siyasi geçiş, egemen bloğun tercihi değildir. Yani ister inanalım; ister inanmayalım, halk kendi göbeğini kendi kesmediği müddetçe, bu Kazıklı Voyvoda Cumhuriyetinden kurtuluş mümkün olmayacaktır. Ve elde örgütlü toplumsal bir kurtuluş mücadelesini gerçekleştirmekten başka da halkçı bir seçenek bulunmamaktadır. Anlatılan çok mu bildik; çok mu sade geldi. Haydi o zaman Godot’yu beklenmeyi bırakalım. Kendi çare ve çözümümüzü kendimiz yaratalım. nuriabaci@gmail.com
Ay carmella...Ahmet Mümtaz İdilBir aralar darbe üzerine darbelerin yaşandığı Güney Amerika ülkelerinde yaygın bir söylenti vardı: Telefonu ele geçiren, ülkeyi de ele geçirir. Meğer bu söz tüm ülkeler için geçerliymiş. Ortalık toz duman. Herkes herkesi dinlemiş. Gündem yine değişti. Neredeyse 24 saat ancak sürüyor gündemde kalmak, hemen başka olayla ortalık sarsılıyor. MİT yasası, İnternet yasası, HSYK derken, bir anda telefon olayı patlak verdi. Bütün bu karanlık, kaygan ve güvensiz zeminde günübirlik yaşamı renklendirecek hemen hiçbir ilerici hareket yok. İnsanlık, tarihi boyunca en çok iki sanattan etkilendi: Müzik ve dans. Bu Arabistan çöllerinden Moğolistan steplerine, oradan Orta Amerika’ya kadar hiç değişmedi. Bunun en önemli nedeni, iki sanatın mükemmel uyum sağlamasıydı. Zorbalıkla yönetilen tüm halklar bazen yalnızca müzikle, bazen de dansla birlikte direnç gösterdiler. Müziğin ve dansın protesto biçimi engellenemez haldeydi, zira doğrudan mesaj göndermesine gerek olmuyordu. Şairler ve yazarlar yazdıkları için zindanlarda süründürülüyordu, ama müziği ve dansı hapsetmenin olanağı yoktu. Bu da kitlelere çok çabuk ulaşmasına ve dalga dalga yayılmasına neden oluyordu. Bu tür protestolar, baskıcı rejimlerin en büyük belasıydı. Bütün Güney Amerika ve Latin Amerika protestosunu dans ve müzikle ortaya koyuyordu. Faşist Franco rejimini temelden sarsan “Ay Carmella” değil miydi? Her şeyin ucuzladığı, pespayeliğin tavan yaptığı şu günlerde müzik ve dansla haklı olarak elbette, kimsenin uğraştığı yok. Ama unutulmamalı ki, bu karanlığı, yolsuzluğu, kaypaklığı başta müzik ve dans olmak üzere, ancak ve ancak sanatla aşabiliriz. Ama bu durumda da ortaya şu soru çıkıveriyor: Sanat da, nasıl bir sanat? Bunun yanıtı aslında çok basit, ama inandırıcı değil. Çünkü sanat bizim gibi toplumlarda tamamen eğlence sektörüne kaydırılmış halde. Zorba yönetimlerde yaşayan sanatçılar, kendilerini korumak için “sanat için sanat” kabuğunun arkasına saklanabilir. Bu yadırganacak veya aşağılanacak bir şey de değildir; eleştirilebilir, o kadar. Zira sanatı sanat için yapmaya karar verdiğinde bir sanatçı, kendisini toplumun öte tarafına, hatta üzerinde bir yere fırlatmış olur, ki bu da kültürel etkileşimin yaygınlaşmasındaki en büyük engeldir. Toplumsal bir amaçla yola çıkan estetik ve sanat, yapısı gereği devrimci olmak zorundadır. Kriteri devrimcilik olan sanatın karşısında hiçbir zorba yönetim ayakta duramaz, ama sanatın devrimci kimliğini göstermesine tüm despot yönetimler engel olmuş, daha “ucuz” yollardan eğlence üreterek ve yapılmak istenen “gerçekçilik” bazındaki sanatı aşağılayarak insanların özgür iradeleriyle ulaşmaya çalıştığı sanatı yok saymıştır. Rusya’nın dünya kültür devi haline gelmesinde halk kültürü gelenekleri olduğu kadar, bizde Deli diye anılan Büyük Petro ile, genç yaşta d’Anthes’e düelloda yenilen Puşkin’in reddedilemeyecek katkıları oldu. Çar I.Nikola’dan nefret edecek kadar uzak duran Puşkin, elbette sosyalist değildi, ama şiirleri elden ele dolaşarak Çarlığa karşı yüz yıldan fazla süren bir savaşın ilk ateşlerini yaktı. Puşkin de bilirdi herhalde Karamzin türü şiirler yazarak yönetimle arasını hep iyi tutmayı ve rahat yaşamayı. Lermontov da aynı şekilde. Demem o ki, bizi 11 yıldır “darbe” öcüsüyle korkutan, haksızlıklara yapılan başkaldırıyı “darbecilikle” suçlayan AKP yönetimi, kendi silahlarıyla kendisinin karşısına bir başka gücün çıkabileceğine hiç inanmıyordu. Şimdi yine bağırıyorlar, darbe diye, ama bu kez toplumun diğer katmanlarıyla, ne bileyim en azından aydın olanlarıyla ilgilenmiyorlar. İşte bu gibi ortamlarda filizleniyor sosyalist sanat. Bir kendimizi toparlayabilsek, havada uçuşan yolsuzluk, rüşvet, adam kayırma, kara para aklama seanslarından bir soluk alabilsek, bu dünyanın gerçekten yaşanmaya değer bir yer olduğunu anlayacağız. O günler de gelecektir elbet. Örtülü başkanlık,açık talan..Ali Rıza AydınAKP’nin 2014 yasaları, giderayak koltukta tutunma çabası ile halk üzerinde baskının ağırlaştırılarak sürdürülmesi arasında gidip geliyor. Bu yasalara, Erdoğanlı AKP’nin tüm çözülmelere ve yozlaşmaya karşın varlığını sürdürmesinin son çareleri olarak bakmak eksik olur. Kriz içinde yüzen kapitalist düzenin, sınıfsal mücadeleyi kırarak ayakta kalmasıyla bağlantı kurulmadıkça, yolsuzluğa dibine kadar batmış AKP’nin hukuku yerli yerine oturtulamaz. AKP, her şeye karşın baskıcı yasaları çıkarmasında, yasalarla yaşama ve yargıya müdahale etmesinde, egemen sınıfın sessizliğinden ve küçük burjuvanın “dur bakalım ne olacak” beklentisinden destek alıyor. Yargı organizasyonuna müdahale, yargı yetkisinin daraltılarak yürütmenin güçlendirilmesi ve hak arama yollarının zorlaştırılarak daraltılması gibi birçok konu, kendi üzerinde her türlü denetimi reddeden sermayenin de özlemi. MİT gibi, sorgulanamayan, CIA benzeri olağandışı ve koruyucu bir güç yaratılması, AKP tipi çürüyen yönetimlerin olduğu kadar krize sürüklenen kapitalizmin de özlemi. Anayasa değişikliği yapılmasa, derin arzuyla ulaşılmak istendiği halde vazgeçilmiş gibi gözükse de Türkiye’de “örtülü başkanlık sistemi” uygulanmakta ve koşulları da yasalarla oluşturulmaktadır. Esasen, yargı yönetiminde yaratılan krizler de, bu başkanlık sistemine uygun “Anglo-Sakson hukuku”na geçişin tamamlanmasının yolu olarak kullanılmaktadır. AKP’yi izlemekle yetinen iç ve dış ekonomik güçler, hukukla destekli güçlü lider girişimine açık bir memnuniyetsizlik göstermiyorlar. Bu, “Türkiye’de kapitalizmin isteklerine uygun, emperyalizmin işbirlikçisi bir iktidar seçeneği aranıp bulunamaması” gibi dar tartışmalarla açıklanabilir mi? Yanıt, yeni sömürge düzeninin, ikinci paylaşım savaşı sonrası olgunlaşan burjuva demokrasi sistemi ilkeleri yerine, demokrasi yanılsaması içinde aradığı “her şeyi sermayeye adayan güçlü idare”de aranmalıdır. Siyasetin toplum tarafından denetimi yerine, toplumun egemen siyaset tarafından denetimine aracılık eden “yasama”da aranmalıdır. Sermayenin engelsiz yol alabilmesi için “kılıf” olarak kullanılan hukukta ve hem kılıfı hem de içindekileri korumakla görevli “yargı”da aranmalıdır. Yanıt, anayasal düzene bağlılığını her fırsatta ifade edenlerin, o düzeni ihlal etmekten kaçınmayan, kendi yasalarını Anayasa üstünde görebilen AKP ile barışıklığında aranmalıdır. Gericiliğin her türlüsünü uygulayarak, halkın bir bölümünü kul düzeni içinde yaşatan Siyasal İslamın yaşaması için duayı eksik etmeyenlerde aranmalıdır. Yargının yöneticiliğine soyunan Adalet Bakanı, Bakanlar Kurulu’nun diğer üyeleri ve AKP milletvekilleri, “örtülü başkanlık” sistemi içinde demokrasi yanılsamasını yaşama geçiren işlevlerini başarı ile yerine getirirken, bu tabloya Meclis muhalefetinin -sözde meşruluk sınırları içinde kalarak- verdiği örtülü destek de bir başka demokrasi yanılsaması olarak tarihteki yerini almaktadır. Çürüdüğü, lime lime dağıldığı açık olan AKP’nin, gittiği yere kadar yaşamaya devam etmesi için çıkardığı baskı yasaları, bu yasalar için muhalefetin biçimsel girişimleri dışında önlem alınamaması, Cumhurbaşkanlığı makamının destekleri, etkin anayasal denetim yapılamaması, yargının, tıpkı yasama gibi “onay müessesesi” haline getirilmesi, “örtülü başkanlık” sisteminin fiilen yerleştirilmesidir. Uyumlu İslam ile neoliberalizmin buluşmasının ürünü olan köşe kapmacılığına rağmen, hâlâ gitmeyen bir AKP varsa, bunun sorumluluğu, demokrasiye sığınarak AKP’nin üzerine gitmeyenlere de yüklenmelidir. Hukuku ve yargıyı “iktidar savaşı”nın aracı olarak kullanan AKP, talanın her türünü kullanarak palazlanırken “istifa et” demekle gitmez. İstifa ettirecek güç olmak ise sınıfsal yürek ister. Sermayenin sessizliğinden, talancı, vurguncu, hukuku keyfice kullanan AKP’nin, teklediği kabul edilse bile, kontrol altında tutulmaya devam edildiği sürece kriz içinde bocalayan kapitalizme ters gelmeyeceği, “sermaye iktidarı” olarak devam edeceği sonucu çıkarılabilir. Erdoğanlı ya da Erdoğansız, bu devam, onların “sınırsız sömürücü” özgürlük anlayışına da uygundur. Onlara göre tek engel, AKP karşıtlığını, sömürü düzeninin karşıtlığına dönüştürme gücü artan halktır; susturulamayan, gidenin yerine getirilecek olanı bilen, inanarak enerjisini birleştiren, sol ve sosyalizm diyen halktır. Yalnızca AKP’nin değil, kendilerinin de o engele takılıp kalacağını düşünmeleri bile uykularını kaçırmaktadır.
Bu yazı 725 defa okunmuştur.
Paylaş
|
GÖRELE ' DE HAVA DURUMU
RÖPORTAJ
Murat Kul ile balıkçılık üzerine söyleşi
|