Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster


Gelişmemişlik, Türkiye'nin kaderi değildir


Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 05 Ekim 2019
Geçerli Tarih: 20 Nisan 2024, 05:24
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=26873



Üzerinde yaşadığımız Türkiye topraklarında büyük Jeopolitik önemi nedeniyle, asırlardır dünyanın süper güçleri veya süper güç olma hayali kuran devletlerin, kirli, bölücü ve yıkıcı faaliyetleri hep olmuş ve olmaya da devam etmektedir.Ne hazindir ki,kendi ülkesini, geçmişten gelen kin ve nefretle, bölmeye ve parçalamaya,Türk Milletini esir etmeye çalışan ülkelerin faaliyetleri ve Türk milletine uygulanan zulüm ve işkenceleri,tarihi kaynaklar açık açık yazmasına rağmen,halâ daha olanı biteni ve yapılmak isteneni anlayamayan ve göremeyen bir sürü insan tiplerinin olması anlaşılır gibi değildir. Bir de içimizde düşmanla işbirliği yapan kiralık ve satılıklar, kendi milletini arkadan hançerleyen veya hançerlemeye çalışan vatan ve millet düşmanları da var ve bukelemun gibi kılıktan kılığa, şekilden şekile girip ülkemin nimetlerini yiyip semirdikçe semiriyorlar.   Ama bu hainleri ve düşmanla işbirliği yapanların bilinmesini ve görülmesini engelleyen, varlıklarını gizlemek için çaba harcayanların olduğu da bilinmelidir.  

Her Türk insanı kendine şu soruyu soruyor mu acaba! Dünya üzerinde Anadolu toprakları kadar el değiştiren bir başka toprak parçası olmuş mudur? Diye. Bu topraklarda tutunabilmek ve yaşayabilmek için, yıkım güçleri ile çok mücadele etmedik mi? Avrupa'nın Haçlı orduları, bizi Anadolu topraklarından atmak için Selçuklu Devletine ve Osmanlı Devletine karşı sayısız seferler düzenlemediler mi? Bütün bunlara rağmen, ülkemizin değerli varlıkları, yer altı ve yer üstü zenginlikleri, gelecek kuşaklara emanet olarak bırakılacak bir sürü değerli taşınır ve taşınmazları elden çıkarılıp bu yıkım güçlerin başında olduğu şirketlere, yandaşlarına veya işbirlikçilerine peşkeş çekilmiyor mu? Bu türlü uygulamalar,ülkemizin güvenliğini,birliğini ve geleceğini tehlikeye sokabilecek uygulamalar değil midir?  

S. Kocabaş bir kitabında şunları yazıyor:Türk milletini esir edemeyeceklerini anlayanlar, gelişmemişliğimiz sebebiyle bizleri nüfuzlarına almaya çalıştılar. Bundan dolayıdır ki, 1783 - 1883 yılında dünyanın süper gücü İngiltere'nin nüfuzuna girmemiz  gelişmemişliğimizin bir sonucudur. Sonra da 1883 -1918 yılına gelindiğinde bu kezde Almanya'nın nüfuzuna girdik ve Osmanlı İmparatorluğu bu nüfuzun elinde battı. 

İlber Ortaylı da bir kitabında Almanlar hakkında bakın ne diyor... 1911 Martı'nda von Schlichting adlı bir üst teğmen teftiş esnasında tüfekle bir neferin kafasına vurduğu için nefer ona ateş edip ağır yaralamıştı. Bu tür sorumsuzluklarına rağmen, Alman subaylar hiçbir ceza ve kınama görmüyorlardı. Birinci Büyük Savaş'ta Osmanlı ordularının Almanya yanında ve onun çıkarları uğruna, Galiçya'dan Bağdat'a, Kafkaslar'dan Süveyş'e kadar muhtelif cephelerde telef olmasının nedenidir. Savaş öncesi dönemde ve savaş içinde Alman askeri uzmanları artık faili komutanlar olmuşlardı. Kendilerine hayran olan Osmanlı komuta kademelerine karşı, son derece amirane bir tutum içindeydiler. Alman subay ve askerlerinin çılgınlıkları hoş görülüyor, daha doğrusu görmezlikten geliniyordu. Alman subayların uygunsuz hareketleri, hatta Türk neferlerin Alman subaylar tarafından dövülmesi gibi olaylar örtbas ediliyordu. 

Adana ovasının da tarımını ve sulamasını geliştirmek projesi de Dresten'deki Alman Şark Kumpanyası'na verildi. Bu şirket de yüzlerce Ermeni rençberi eğitip istihdam ederek Çukurova'da pamuk tarımını geliştirmeye başladı. 1900 yılında Osmanlı ticaretinin % 9'u Rusya ile yapılıyordu. İstanbul Rusya'dan yılda 65 bin ton un alıyordu. Daha demiryolu Ankara ve konya'ya ulaşınca bu ticaretin kesildiği görüldü. Çarikov, "Şimdi, bütün Avrupa'ya milyonlarca put Mezopotamya buğday ve ürünün ulaştığını düşünün, halimiz nice olur?" diye soruyordu. 

Ayrıca,Jeopolitik ve Gelişmemişlik sebebiyle 2,nci dünya harbi sonrası, yeniden ortaya çıkan Kuzey'den gelen tehdit yüzünden bu sefer de 1946 yılında, Amerika'nın nüfuzuna girdik. Osmanlı-Amerikan münasebetlerinin başlangıcı ticari temellere dayanmaktadır. X1X. yüzyıl Osmanlı Devleti açısından pek çok değişikliğin söz konusu olduğu bir yüzyıl olmuştur. 1826 yılında Yeniçeri Ocağı'nın kaldırılması, 1839 yılında Tanzimat Fermanı'nın ilanı, 1856 yılında Islahat Fermanı'nın ilanı, 1876 yılında 1. Meşrutiyet'in ilanı, 1877-1878'de Osmanlı-Rus Savaşı gibi olaylar cereyan etmiştir...

İşte gelişemeyen, teknik ve donanımda geri kalan,ekonomisi dışa bağımlığı olan, çalışmadan,  bir emek de sarf etmeden tüketen toplumların maruz kaldıkları veya bırakıldıkları olumsuz ve sıkıntılı hayat mücadeleleri...

Çar 1. Aleksandır da şunları söylemiştir: "İstanbul ve Boğazlar benim evimin anahtarıdır. Ben onsuz yapamam. Burası mutlaka benim elimde olmalıdır." 1. Napolyon'da Çar'a, parmağı ile haritada İstanbul'un üzerine basarak ve sert bakışlarla şunları söylemiştir: "İstanbul ve Boğazlar Toulon'un (Fransa'nın Akdeniz sahilinde harp limanı) anahtarıdır. İstanbul, İstanbul!.... Asla O bir dünya imparatorluğudur. Dünyanın baş kentidir. İstanbul'u hiç kimseye bırakmam. Ona hakim olan dünyaya hakim olur."   

Her yanda toprağa, suya ve atmosfere musallat olmuş bir yağma ve talan birbirini izlerken, önü alınamayan kentleşme, ormanların yok edilişi, denizlerin ve ırmakların kirletilmesi, adına küresel ısınma deyip pek de aldırmadığımız ısınma ve sel afetleri saydıklarımın hepsi de insan hayatını tehdit eder duruma gelmiş, ama ne önlem alan var ne de sebepleri ortadan kaldırmaya çalışanlar var.Ekilebilir topraklarımızı rant uğruna beton yığınları haline getirildi, hayvancılık yok edildi, tarım bitirilip tarım alanları betonla kaplandı... Yani demem o ki, üretmeden tüketen bir toplum haline getirildik. üretmeden tüketen toplumlar, bir zaman sonra açlık ve sefalet içinde yaşamak zorunda kalmaz mı? Ölçüyü kaçırmış, düşünceyi yok etmiş, aklı ve mantığı bir tarafa bırakmış kazanç tutkusu ile yağmalanan milli servetlerimiz, gelecek kuşakların da haklarını tüketmeye yönelik bir gözü dönmüşlük değil de nedir? Zaman zaman günah çıkaranlar görülse de, milletten af dileyenler, yanlış yaptık diyenler olsa da, ne önemi kalır ki?. Kendi ektiğini, kendi diktiğini, kendi ürettiğini, kendi yaptığını, teknik ve bilimsellikte ileri ülkeler seviyesine çıkmayı başardığı zaman bir toplum kalkınmış ve bundan da çok mutlu olmuş demektir. Şu ata sözü herşeyi açıklamaya yetmiyor mu? "Elden gelen öğün olmaz, o da zamanında bulunmaz"  

Biz, çocuklarına ve gençlerine bir şey veremeyen nesiller olarak mı anılacağız? Belki kendimiz mazide bizden öncekilerden ne aldık diye tartışılabilir; ama bizden sonraki nesillere bir şeyler bırakmanın da mücadelesini vermeliyiz. Kültürü itibariyle kökü geçmişte olmayan, geçmişini bilmeyen ve tanımayan bir toplumun  geleceği inşa etmesi, geleceği kurması için gereken harcı, malzemeyi sağlaması mümkün olabilir mi?Biz "Türk milleti"yiz. Kendi kalkınma modelimizi Başka devletlerinin dayatmalarıyla değil, ancak kendimize uygun kurup geliştirirsek milletimiz huzur ve refaha kavuşabilir. Şu İslam alemine bir bakınız! İslam dünyasında Türkler için bir model var mıdır? Türk milleti, modern bir dünyada muasır medeniyeti hem benimsemek, hem de onunla kavga ederek tarihini ve kimliğini korumak zorunda olan bir büyük millettir. "Gelişmemişlik, Türkiye'nin kaderi değildir" Ama eğer çok çalışır, çok çaba harcarsak. Tüketen bir milletten yeniden üreten bir millete dönüşürsek.



    

Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster