Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster


Ütopyasız Zamanlar


Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 12 Haziran 2017
Geçerli Tarih: 23 Nisan 2024, 21:35
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=24354


ÜTOPYASIZ ZAMANLAR - Perihan Baykal

1.Hayâl Gücünü Kaybeden İnsan da, Ülke de Yarınsızdır!

Ütopya, "düşsel ülke" demek. Yunanca "hiçbir yerde olmayan yurt" anlamına geliyormuş. Hiçbir yerde değilse, nerde peki? İmgelerimizde, düşlerimizde, düşüncelerimizde. Biz yaratıyoruz yani, bir gelecek tasarımı olarak. Özlemlerimiz ve korkularımız biçimlendiriyor en çok, ütopik düşlerimizi.

Kim demişti, artık ütopyalar devri bitti, insanların bir "ütopya"sı bile yok artık, diye. Okuma hızımızdan daha hızlı yazan Yalçın Küçük hoca cilt cilt kitaplarından birinde buna benzer bir şey demiş olabilir. Evet, arayıp hiç değilse bir cümlesini buluyorum, birkaç yıl önce okurken ilginç bulup altını kalınca çizdiğim: "Eğer bir ülkede polis romanı ve ütopya geleneği yoksa, hem roman ve hem de bilimin gelişmesi çok zordur ve rastlantılara bağlıdır"(1) demiş ve "yıllardır bunu vurguluyorum" diye de eklemiş. İlginç bir yaklaşım… Ütopya geleneğimiz yok, doğru, ama insanoğlu giderek düşlerini, daha iyi-daha güzel-daha âdil bir topluma olan inancını yitirmiyor mu bu cangıla dönen, sözümona "yeni" dünya düzeninde? Bu yalnızca bize özgü de değil. Dünya giderek daha konsantre bir yer oluyor ve Türkiye'de, diyelim taşrada yaşayan bir insanla, bir metropol ülkenin gökleri delen başkentinde yaşayan insan, aynı yere bakıp aynı şeyleri düşünebiliyor artık. Giderek tarihsel varlıklar olmaktan çıkıp aynı ağ üzerinde, aynı ân'ı yaşayan benzer ve kişiliksiz varlıklara dönüşüyoruz. Garip bir eşitlenme. Ya da eşitlik yanılsaması. Uygar dünya ne kadar uygar? Bu soruyu sormaktan alamıyorum kendimi son yıllarda. Yıllar önce, bir arkadaşım, yurtdışından yazdığı mektubunda "Bir Avrupa uygarlığı falan yok!" diye isyan ediyordu. "Ben Avrupa sanatına, edebiyatına, felsefesine inanmıyorum artık!" Tabii bunda öznelliğinin ve o an içinde bulunduğu duygu durumunun etkisi çokçaydı ve ben şu anda böyle bir iddiada bulunuyor da değilim. Ama, günümüzde tıpkı, bir piramitlere ve bütün o görkemli uygarlık kalıntılarına, bir de etrafındaki, cehaletin kol gezdiği Mısır halkına bakıp gördüğü insanların yine bu gördüğü uygarlığın kalıtçıları olduğuna inanmakta zorluk çeken turist gibi ben de zaman zaman düşünmüyor değilim, ancak tarihin ya da bize tarih olarak sunulanın egemence istenilen yönde biçimlendirilmiş niteliğinin ve evet, tüm o görkemi yaratanın da o kavruk insanların ta kendisi olduğunun bilincinde olarak! (Brecht'in dediği gibi, "krallar mı taşıdı o koskoca kayaları?") Düşünüyorum, çünkü günümüzde Aldous Huxley'in "yeni dünya"sı gerçekleşti, karamsarlık falan hiç değil bu; –ki hakkımız var buna-; geçmişin, tarih bilincinin en azından çarpıtılarak yok edildiği ya da yok edilmeye çalışıldığı bir dünyanın tam ortasındayız. Acı, ama gerçek!

Peki, niye yitirdik düşlerimizi? Düşlerimiz niye ve ne zamandan beri artık yalnızca "kara" ütopyalar üretmeye başladı? Evet, bir de Kara Ütopyalar/ Distopyalar var. Aldous Huxley'in Yeni Dünya'sı, George Orwell'ın Hayvan Çiftliği ve şu anda ikinci kez okumaya durduğum "Bin Dokuz Yüz Seksen Dört"(2)ü gibi. Kara ütopyanın ilk edebi örnekleri bunlar sanıyorum. Bu yeniden okumalar, elime Anthony Burgess'in Otomatik Portakal(3)'ının geçmesiyle başladı. Otomatik Portakal ürkütücüydü, tam anlamıyla bir karabasandı. Bu ürkütücülük, biraz da, kullanılan "edebi"likten uzak, popülist ve kaba dilden kaynaklanıyordu belki. Tek bir "iyi" örneğin, olumlu anlamda kahramanın olmadığı, belirsiz ve korkunç bir geleceğin anlatıldığı bir dünya… Baskının ve kaosun egemen olduğu…Tüm insani özelliklerini yitirmiş insanların kol gezdiği… İzlemedim ama, romanından uyarlanmış bir sinema filmi de olduğunu biliyorum Otomatik Portakal'ın. Tıpkı, Holywood kaynaklı, bilimkurgu ya da korku-gerilim türünden pek çok benzeri gibi. İçin için çürüyen, insanın insana güvenini yitirdiği, güçlü olanın güçsüzü ezdiği, şiddetin egemen olduğu bir dünyayı anlatır bu öyküler. Belirsiz bir zamanda geçer çoğu, bir "gelecek" zamanda. Ama gerçekten o kadar belirsiz ve uzak bir zaman mıdır bu?

Bakın, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört'te anlatılan totaliter yönetim, halkın kültürel gereksinimleri için neler yapıyor, neleri uygun görüyormuş; okuyun ve hangi zaman ve uzamdan söz edildiğine siz karar verin!

"(…) Upuzun bir şubeler zinciri, proleter yazını, müziği, tiyatrosu ve öteki eğlence biçimleriyle uğraşıyordu. Burada spor, cinayet haberleri ve astrolojiden başka hemen hemen hiçbir şey içermeyen paçavra gazeteler, tahrik edici ucuz romanlar, buram buram cinsellik kokan filmler, duygu sömürüsü yapan ve birtakım makineler tarafından bestelenen şarkılar üretiliyordu." (Bin Dokuz Yüz Seksen Dört, s. 44)

Psikolojide projeksiyon (=yansıtma) mekanizması denen bir savunma mekanizması vardır. Kişi kendi kusurlarını, olumsuz ve kötü yanlarını, çoğu kez bilinçsiz olarak karşısındaki kişi ya da nesneye yansıtır. Bir leke ya da resmin yorumlanmasına dayanan Rorscach testi benzeri kişilik ölçme testlerinin esası da bu mantığa dayanır. Emperyalist dünya, romanları, kara ütopyaları ve filmleriyle bunu yapıyordu işte ve üzerimize Pandora'nın kutusunu boşaltır gibi kendi kâbuslarını boşaltıyordu. Anlattıkları insanlar tıpkı kendilerine benziyordu oysa. Projeksiyon makinası çalışıyordu ve biz perdeye yansıyanları kendi yansılarımız sanma yanılsamasına sorgusuz sualsiz düşüyorduk! İzlediklerimizin tiryakisi oluyorduk en kötüsü; çok-satar, çok-izlenir kılarak gördüklerimizi.

Ütopyalar, demiştik! İlk ütopik tasarım, Devlet adlı eseriyle, ilkçağın büyük düşünürü Platon’a ait. Ütopya kavramına adını veren de, İngiliz yazar ve devlet adamı Sir Thomas More olmuş. Thomas More ilginç bir adam. Son derece zeki, keskin bakışlı, içinde yaşadığı çağın ve bizzat içinde yer aldığı sistemin çarpıklıklarını görebilen ve çözümler üretebilen bir insan. Krallık baş danışmanlığına kadar yükselmiş, Kral VIII. Henry'yi İngiltere kilisesi'nin başı olarak tanımadığı için boynu vurulmuş (aslında suçunun cezası kol ve bacaklarından bağlanıp çekilerek dört parçaya bölünmekmiş ama son anda kral bu cezayı hafifletmiş!), ardından papa tarafından azizliğe yükseltilmiş. Bir güçler savaşının ve o zalim vasatlığın tam ortasında, ilkelerine bağlılığı, ödünsüzlüğü, sözünü esirgemezliği ve farklı çalışan kafası ile göz kamaştıran, diğer yandan da yürek burkan bir örnek.

Ütopya(4) bir politik eleştiri olmasının yanı sıra, ikinci bir Platoncu "Devlet" öğretisi ve politik reformlara bir çağrı olarak da algılanmış. Yazıldığı yani yazarın yaşadığı dönem önemli. 1477 ve 1535 yılları arasıdır bu. Yani yeniçağ başlangıcı. Kapitalist birikimin tekelleşme ve sömürgecilik aşamasına doğru depara kalktığı, burjuvazinin eskinin içinde boy veren "yeni" olarak göz kamaştırdığı, yeni bir dünya arayışında lokomotif görevi üstlendiği çağın başları.

Ancak, eşyanın tabiatı gereği çelişkilerle doludur More'un Ütopya'sı. Özel mülkiyetin olmadığı, ortaklaşacı bir toplum modeli sunar bize More. Onca uzaklıktan, sağduyusu ve keskin zekasıyla yaşanan sorunların kaynağını ve çözümü görebilmiştir yazar. Ama çelişki buradadır işte. Thomas More erken dönem sosyalistleri tarafından "ütopik sosyalistlerin babası" ilan edilmiş olsa da, dikkatli bir okuma, kitabın bir çok pasajının, ilerde gelişecek İngiliz emperyalizminin ipuçlarıyla dolu olduğunu görmemize yeter.

Ütopya savaşçı bir toplum modelidir, her şeyden önce. "Savaşı, insandan çok hayvanlara özgü, gene insanın doğasına zarar veren çok aşağılık bir şey olarak görürler. Diğer bütün halkların aksine, savaşta kazanılan zaferin en aşağılık zafer olduğunu düşünürler. Kendilerini ve dost ülkeleri savunmak ya da baskı altında ezilen toplumların içinde bulundukları rejimden kurtulmalarına yardım etmek gibi amaçlar dışında savaşa girmezler." (Ütopya; s. 35) Ama "Savaş aletleri icat etmekte ve bunları kullanana kadar düşmandan saklamakta çok ustadırlar; aksi takdirde düşman kendini bu silaha hazırlar ve böylece buluş yararsız hale gelirdi." (a. g. y.; s. 145) Evet, Ütopyalılar girdikleri savaşlarda her ne kadar düşmanlarına karşı da en az kendi vatandaşlarına olduğu kadar iyi ve merhametli davranıyor olsalar ve bilgece yöntemleri kullanmayı tercih etseler de savaş strateji ve taktikleri konusunda bir hayli mâhirdirler. Bir de şu pasaja bakalım: "(…) Eğer bu usul işe yaramazsa, düşmanlarının arasına nifak tohumları ekerler ve Prensin kardeşini ya da asillerden birini tahta çıkmaya teşvik edip, Prenslerin hiç sönmeyen taht hırslarını alevlendirirler. Eğer onları içeriden kızıştırarak bölmeyi başaramazlarsa, düşmanlarını onlara karşı kışkırtırlar. Bu konuda paradan kaçınmazlar, fakat kendi askerlerini savaşa yollamakta çok cimri davranırlar, vatandaşlarından bir tekini bile düşman ülkenin herhangi bir Prensiyle dahi değişmezler. (a. g. y.; s.139)

Bana çok tanıdık geldi bu anlatılan usuller! Ya size?

Olumlu anlamdaki ütopyalardan biri de, Tommaso Campanella'nın Güneş Ülkesi(5)'dir. More'dan nerdeyse yüz yıl kadar sonra, Rönesans ve Reform çağı olarak bilinen dönemde yaşamış bir İtalyan düşünürüdür Campanella; Güneş Ülkesi de yine bir ortaklaşacı toplum tasarımı. Yeniçağın ve bilimselleşmenin, naif öneriler biçiminde de olsa sancılı izlerini taşır eser.

Evet, her şeye karşın, yazıldığı dönemlerin ateşleyicileri ve ufku oldu ütopyalar. Veysel Atayman'ın, Güneş Ülkesi'nin önsözünde yer alan şu cümleleri ütopik düşüncenin temeli ve niçin bir ütopya geleneğimiz olmadığı konusunda fikir verir nitelikte: " Ütopik düşüncenin temeli Avrupa'da, Platon ile başlayan ve rönesanstan itibaren laikleşen toplumsal eleştiri geleneğine dayanır. Özellikle Avrupa aydınlanma hareketinde söz konusu laik eleştirel bilinç, 'yenilenmiş bir politik toplum tasarımına ve düşüncelerin ifadesine yönelik rasyonel bir göstergeler dili arayışına' destek verir."(Güneş Ülkesi, s. 10)

Şimdi, bu örnekler üzerinden, tekrar sorabilirim: Ne oldu da olumlu ütopyaların yerini kara ütopyalar aldı? Bunun aslında çok basit bir açıklaması var: Burjuvazi ilerici özelliğini yitirdi ve gericileşti. Her can çekişen ama can çekişirken hayatta kalmaya da çalışan kurum gibi, onun da 'korku'ya gereksinimi var! Belirsizliğe, ümitsizliğe ve umarsızlığa. Bir ara, Anadolu kırsalında "düş" toplayan Amerikalı uzmanlardan söz ediyorlardı. Ne kadardır doğruluk payı bilmiyorum ama inandırıcılıktan çok da uzak bulmuyorum ben bu söylentiyi. Rüyalarımıza gereksinimleri var: Bizi daha iyi kandırabilmek için! Kâbuslarımıza gereksinimleri var: Bizi daha iyi sindirebilmek için!

Büyük Birader, o her yerdeki gözleriyle bizi izlemeye ve gözetlemeye devam ediyor. Soruyorum! Üzerimizdeki ölü toprağını silkelemenin, onların kara ütopyalarına karşı bizim de kendi ütopyalarımıza ve düşlerimize sahip çıkmamızın; yeni ve aydınlık ütopyalar üretmemizin zamanı gelmedi mi?


Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster