Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 05 Eylül 2016
Geçerli Tarih: 29 Nisan 2024, 18:36
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=23673
BAŞYAPITI ‘GABO’NUN KENDİSİYDİ, HAYATIYDI[*]
TEMEL
DEMİRER
“Bir sona geldiğin için ağlama,
onu yaşadığın için gülümse.”[1]
87 yaşındayken
biz(ler)i bırakıp gitti Gabriel García Márquez…
“Öldü”
denilen ‘Gabo’, “Ben ölümden
korkmuyorum, sadece ölüme karşı bir kızgınlık hissediyorum”… “Bir sona geldiğin
için ağlama, onu yaşadığın için gülümse”… “Kişi ölmesi gerektiğinde değil,
ölebildiğinde ölür,” derken; ‘Kolera Günlerinde Aşk’ta da ekliyordu: “Hiçbir
şey insana, kendi ölümü kadar benzeyemez…”
Doğrudur… “Ölüm”
dedikleri, kalkıp gidişiyle hepimizi bir kez daha sarstı; ‘Yüzyıllık
Yalnızlık’, ‘Kırmızı Pazartesi’, ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’, ‘Labirentindeki
General’, ‘Benim Hüzünlü Orospularım’, ve ‘Albaya Mektup Yok’ vd. “büyülü”
yapıtlarındaki gibi…
*
* * * *
Yapıtları
“büyülü”; kendisi de, “İnsanın kendini sanata adaması, tüm adanmışlıkların en
gizemlisidir; insanın tüm hayatını vermesi ve karşılığında hiçbir şey
beklememesi gerekir,” diyen bir “büyücü”ydü…
“Büyülü
gerçekçilik”in öncüsü Márquez’in, ‘Anlatmak İçin Yaşamak’ adlı otobiyografik
yapıtındaki ifadeyle, “İnsanın yaşadığı değildir hayat, aslolan hatırladığı ve
anlatmak için nasıl hatırladığıdır...”
“Ölüm”
dedikleri, kalkıp gidişiyle ilk akla gelen 1982’deki o ünlü Nobel konuşması
oldu. “Güzel ve yalnız kıta Latin Amerika”nın kükreyen sesiydi o. Konuşmasında
Latin Amerika’nın “şeytansı diktatörlerine” meydan okurken, dini baskı aracı
olarak kullanmalarına lanet ederken, Batı’nın ikiyüzlülüğünü de vurguluyordu.
Batı, Latin Amerika edebiyatına, sanatına kucak açıyor ama toplumsal ve politik
kimliğini, sömürgecilikten gelen bir alışkanlıkla yok sayıyor ve
küçümsüyordu...
Kolay mı?
“Márquez bilenmiş bir anti-emperyalistti. Sosyalistti. Sözü kadar eylemleriyle
de politikanın içindeydi. Eşsiz bir anlatıcıydı. Sapına kadar gazeteciydi.”[2]
*
* * * *
17 Nisan 2014
günü yitirdiğimiz Márquez’in, iki yıl önce demans (bunama) hastası olduğunu ve
yazmayı bıraktığını açıklanmıştı.
6 Mart 1927’de
Kolombiya’nın kuzeyindeki yoksul Aracataca kentinde doğdu. İki iç savaşa
katılan, insan hakları eylemcisi büyükbabasından etkilenen yazar,
büyükannesinin anlattığı halk hikâyeleriyle büyüdü.
Küçük
yaşlardan itibaren anneannesi ve dedesinin yanında kalmış ve asker dedesinin
karizmatik kişiliği ile küçük hikâyeler anlatan anneannesinin etkisinde büyüdü.
Yaygın lakabıyla ‘Gabo’nun hayatında kendisinin de sıklıkla ifade ettiği üzere
en önemli etki anneannesiydi. Anneannesinin anlattığı küçük hikâyelere ve onun
anlatış tarzına hayranlıkla büyümüş, ilk üslup hocası olarak kendisine
anneannesini gördüğünü bizzat kendisi birçok vesileyle ifade etmişti.
Cizvit
okulunda hukuk öğrenimi gördü ve gazetecilik yapmak için okulu bıraktı.
1940’lardan başlayarak uzun yıllar gazetecilik yapan Márquez, öykü yazmaya
1940’ların sonlarında başladı. William Faulkner’dan etkilenen García Márquez,
ilk romanını 23 yaşında yazdı. 1955’te yayımlanan ‘Yaprak Fırtınası’ ilk
kitabıydı. Ardından 1961’de ‘Albaya Mektup Yazan Kimse Yok’ adlı romanını,
1962’de de iki eseri ‘Hanım Ana’nın Cenaze Töreni’ adlı öykü kitabı ve ‘Kötü
Saatte’yi yayınladı.
Yazar, en
tanınmış romanı ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ı (1967) Meksika’ya ilk gidişinde yazdı.
Kitabı yazmak
için günde altı paket sigara ile odasına kapanıp 18 ay boyunca durmadan yazdı
ve kitabı bitirdi. ‘Yüzyıllık Yalnızlık’taki bir bölümden etkilenerek yazdığı
öykülerini ‘İyi Kalpli Erendina’ (1972) başlıklı yapıtta toplayan O, daha sonra
sırasıyla ‘Mavi Bir Köpeğin Gözleri’ (1972), ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’
(1975), ‘Kırmızı Pazartesi’ (1981), ‘Kolera Günlerinde Aşk’ (1985),
‘Labirentindeki General’ (1989) yayınladı.
Şilili bir
göçmenin memleketine dönüş deneyimini anlattığı romanının 15 bin nüshası Şili
hükümetince yakıldı. 1982’de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan yazar, 1986’da
ünlü romanı ‘Kolera Günleri’nde Aşk’ı yayımladı.
Bir
röportajında “Dünyanın sosyalist olmasını istiyorum ve inanıyorum ki er ya da
geç öyle olacak” diyen Márquez, Fidel Castro’yla dosttu. Küba Devrimi’ni
destekleyen yazar 1959’da Castro’yla tanıştı. Devrim için yazı ve röportajlar
yayınladı. Her zaman politikanın içinde olan yazar Kolombiya hükümet ile
gerilla örgütleri ELN, FARC arasındaki barış görüşmelerinde arabuluculuk yaptı.
Faulkner’ın
etkisinde Kafka’nın sarstığı yüzyılın en büyük yazarlarından biri olan ‘Gabo’,
Latin edebiyatının en önemli temsilcilerindendi.
Onun en büyük
özelliklerinden birisi, kıtasının yalnızlığını paylaşmasıydı…
Hatırlanacağı
üzere 1982’de Nobel komitesi, “Fantastik ve gerçek olayları hayal dünyasında
harmanlayıp romanlarında ve kısa hikâyelerinde, bir kıtanın çatışmalarını ve
hayatını yansıttığı” için Márquez’i Nobel Edebiyat Ödülü’ne değer görür. Nobel
konuşmasının başlığı ise “Latin Amerika’nın Yalnızlığı”dır.
1999 yılında
kanser teşhisi koyulan Gabo, arkadaşlarıyla daha az görüşür, telefonunu fişten
çeker, yapacağı bütün seyahatleri ve programlarını iptal eder ve yazmak için
adeta kendini eve kilitler. Bir taraftan gazete ve dergilere yazılar kaleme
alırken bir taraftan da “son romanı” unvanını taşıyacak olan ‘Benim Hüzünlü
Orospularım’ı kaleme alır ve roman 2004 yılında yayımlanır. Bu kitaptan bir yıl
sonra Márquez’e Alzheimer teşhisi konur.
Romanlarının
büyük bölümü, Karayip Denizi kıyısında ya da kıyıya yakın yerlerde bulunan
hayali ya da belirsiz kasabalarda ve köylerde geçen Márquez’in kitaplarının pek
çoğu bir ölümle başlar. Kimisine göre ölümden korkan Gabo, “Ben ölümden
korkmuyorum, sadece ölüme karşı bir kızgınlık hissediyorum,” der ve ekler:
“Ölümle ilgili problem şu: Sonsuza kadar sürüyor.”
*
* * * *
“Sonsuza kadar
süren ölüm”le arası hiç iyi olmayan ‘Gabo’, hep hayatı savundu. XX. yüzyılın
büyük romancılarındandı. Latin Amerika Rönesansı’nın esin kaynağı, lokomotifi,
canıydı sanki…
En büyük ilham
kaynağı Hemingway, James Joyce ve Virginia Woollf’ün yanında Nobel konuşmasında
“usta” olarak nitelendirdiği Wiliam Faulkner’du.
Márquez Küba
lideri Fidel Castro’nun çok iyi arkadaşıydı. O kadar iyi ki, kitapları daha
basılmadan ona gönderiyor ve o da hemen okuyordu. Castro Batı dünyası
tarafından tecrit edildiğinde de hep onun yanındaydı.
Sandinistalara
destek veren Ona, ABD, “komünist” olduğu gerekçesiyle, çok uzun yıllar vize
vermeyi reddetmişti...
Asla eğilip,
bükülmeyen dik duruşuyla, “Hiçbir zaman girift ‘anlatım teknikleri’ peşinde
olmadım. Yakalamak istediğim tek şey, ‘şiir diliydi’. Romanlarımı hep ‘şiir
diliyle’ yazmaya çalıştım,” diyen ‘Gabo’, anlattıklarında masalsı denecek
olaylara yer verirdi. Örneğin dağda vurulan bir delikanlının kanı dağı ve ovayı
geçip anasının ayakları dibinde göllenir. Ana ayaklarının dibindeki kanı
görünce oğlunun öldürüldüğünü anlar. Bu anlatım eleştirmenlerce sürrealist ya
da “büyülü gerçekçilik” diye tanımlanır. Márquez’se bu tür tanımlara tek yanıt
verir: “Sürrealizmim (gerçek üstücülüğüm) Latin Amerika’nın realizminden
(gerçeklerinden) kaynaklanıyor”.
Pek çok
edebiyatçının hor gördüğü gazeteciliği de bu yüzden över: “Ben gazeteciyim. Ben
her zaman gazeteci oldum. Eğer gazeteci olmasaydım kitaplarım asla yazılamazdı.
Çünkü bütün malzemeler gerçeklikten alınmıştır.”
Evet O
gazeteciydi... Hayatını kazanmak için yapıyordu bu mesleği... Ve 1950’li
yıllarda işini kaybettiğinde aç kalma tehlikesi yaşamıştı. Paris’e gitmiş, çöp
tenekelerindeki şişeleri toplayıp satmak zorunda kalmıştı.
“Onu kim
işinden etmişti?” diye merak ederseniz; “Rojas Pinilla diye bir adam tarafından
işinden edilmiş”…
O,
Kolombiya’nın 19’uncu cumhurbaşkanıydı. Askeri darbeyle gelmiş bir diktatör
yani...
Márquez’in
çalıştığı gazeteyi kapattırınca, o da işsiz kalmıştı!
*
* * * *
‘The Paris
Review’deki söyleşide Peter Stone’un,
“Yazmaya nasıl başladınız?” sorusunu, “Çizerek. Karikatür çizerek.
Okuma-yazmayı öğrenmeden önce evde ve okulda karikatürler çizerdim. Liseye
geldiğimde ise adım yazara çıkmıştı. Oysa henüz hiçbir şey yazmamıştım!
Dilekçe, broşür yazma gibi işleri hep bana yaptırdıkları için herkes bana yazar
diyordu,”[3] diye yanıtlayan
Márquez, Latin Amerika’dan çıkan birçok yazarın öncüsüydü. Edebiyatını besleyen
iki atar damar çocukluğu ve gazeteciliğiydi…
Gabriel García
Márquez, İspanyolca edebiyat ve özellikle Latin Amerika edebiyatı için ön açıcı
bir isimdi. ‘Latin patlaması’ diye hatırlanan, 60’ların sonundan itibaren dili,
politik tavrı ve yazdıklarıyla dünyada çok ilgi çeken Julio Cortazar, Carlos
Fuentes, Mario Vargas Llosa gibi yazarların öncüsü Márquez’di. Márquez’in
büyülü gerçekliği, aslında çok zengin bir anlatı geleneğini hızlı, enerjik bir
dille, herkesin seveceği yalın metinlere dönüştürebilmesiydi. Geniş kitleleri
etkileyen, kendine çeken bu üslubuyla bir dünya yazarı oldu.
Bu özelliğiyle Márquez’in geniş yelpazesinde Emile
Zola’nın gerçekçiliğine yakın tarzda kaleme aldığı siyasi öykü ve romanlarında,
XX. yüzyılın ve özellikle de üçüncü dünya ülkelerinin diktatörleri anlatılır.
Geleneksel gerçekçi üsluplarıyla bu eserler yazarın adıyla birlikte anılan
büyülü gerçekçilikten uzak diyebileceğimiz yapıdadır. ‘Başkan Babamızın
Sonbaharı’,[4] ‘Labirentteki
General’,[5] ‘Albaya Mektup Yok’,[6] ‘Hanım Ana’nın Cenaze Töreni’[7] yazarın sevdiği motifleri kullanır.
Bu eserleri
birbirlerine bağlayan motiflerin başında mekân olarak kullandığı hayali Latin
Amerika kentleri gelir. Bu nedenledir ki Şili’den Meksika’ya her Latin Amerika
ülkesi kendi kültüründen ve siyasi geçmişinden izler bulur onun yazdıklarında.
Darbeler, deprem, sel gibi doğa felaketleri, veba ve kolera gibi salgın
hastalıklar, Kuzey Amerika’nın güdümündeki diktatörler ve Kuzey’in
sömürgeciliğine direnen yoksul dindar halklar, gerillalar, devrimciler, bu
hayali kentleri bir kılar. Márquez’in bir diğer motifi, muhafazakârlarla
liberallerin çatışmasından kaynaklanan iç savaşlardır. Bu motifiyle şiddeti ön
plana alır.
Yazarın bir de
ne ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ gibi büyülü ne de ‘Başkan Babamızın Sonbaharı’ gibi
gerçekçi olan, her ikisinden de izler taşıyan stilde yazdığı romanlar vardır.
İlk akla gelenler ‘Kolera Günlerinde Aşk’, ‘Benim Hüzünlü Orospularım’ ve
‘Kırmızı Pazartesi’dir. Bu romanlarında sanki aşkın ve tutkunun büyüsünün
kendiliğinden ortaya çıkması için müdahale etmez kurguya. Bu romanlarda masalsı
dilinin üstüne şeffaf bir tül sermiş gibidir, hayatın kendi büyüsünü görmemizi
ister.[8]
*
* * * *
1982’de Nobel
Edebiyat Ödülü’nü kazanan ‘Yüzyıllık Yalnızlık’, Márquez’in başyapıtı olarak
tanınır.
“Latin
Amerika’ya muzu zehir eden, ne yazık ki hâlâ da dünyanın en büyük ikinci muz
şirketi olan, o zamanki adıyla United Fruit Company, bugünün Chiquita’sının
suçlarına tüm Kolombiyalılarla birlikte tanıklık etti.
Muz
plantasyonları ile çevrili Aracataca’da doğmuş ve büyümüştü Márquez. Bu yüzden
Márquez’in ayrıntılı hayat hikâyesine yer veren, ikinci memleketi Meksika’nın
gazeteleri Márquez’in ‘ideolojisinin ve edebi tutkusunun’ rotasını belirleyen
en önemli olay olarak -Yüzyıllık Yalnızlık’ta da özel olarak aktardığı- 6
Aralık 1928’de gerçekleşen muz işçilerinin katliamını gösterdiler. (…)
Márquez,
sadece dedesinden dinlemekle yetinmedi bu olayı. Grevin öncülerinden komünist
işçi lideri, İşçi Birliği’nin kurucusu Raúl Eduardo Mahecha ile hapsedildiği
cezaevinde röportaj da yaptı.”
1967 yılında
Meksika’ya ilk gidişinde kaleme aldığı söz konusu yapıtı şöyle anlatır Márquez:
“Ağustos 1966
başlarında eşim Mercedes’le birlikte ‘Yüzyıllık Yalnızlık’ın özgün
elyazmalarını Buenos Aires’e göndermek için Mexico City’deki San Angel
postanesine gittik. Paket 590 sayfa barındırıyordu ve üzerinde Editorial
Sudamericana’nın edebiyat yöneticisi Francisco (Paco) Porrua’nın adresi yer
alıyordu. Postane görevlisi paketi tartının üzerine koydu, kafasında aritmetik
hesabını tamamlayıp şöyle dedi: ‘Borcunuz 82 pesos.’
Mercedes kâğıt
paralarını saydı, cüzdanındaki bozuklukları çıkarttı ve beni durumun gerçeğiyle
yüzleştirdi: ‘Bizde sadece 53 pesos var.’
Bir yılı aşan
fakirlik dönemimizde böylesi engellere öylesine alışmıştık ki çözüm için pek de
kafa yormadık. Paketi açtık, içindekileri iki eşit parçaya böldük ve bir
parçayı Buenos Aires’e gönderdik. Bunları yaparken geriye kalanı yollamak için
gereken parayı nasıl bulacağımızı bile sormamıştık kendimize. Cuma günüydü,
saat akşam altıyı gösteriyordu ve postane pazartesiye kadar açılmayacağına
göre, düşünmek için önümüzde tüm bir hafta sonu vardı. Hâlâ para alınabilecek
birkaç arkadaş kalmıştı geriye ve bütün malvarlığımız rehincideki ebedi
uykusunda dinlenmekteydi. Elimizde romanı günde altı saat çalışarak yaklaşık
bir yılda yazdığım taşınabilir bir daktilo vardı, ancak onu rehinciye
veremezdik. Yemek yiyebilmemiz için ona ihtiyacımız vardı. Evi topyekûn
karıştırdıktan sonra rehine vermeye pek de uygun olmayan iki şey bulduk: O
zamanlar pek az değeri olduğunu tahmin ettiğim çalışma odamdaki ısıtıcı ve bir
de evlendiğimizde Soledad Mendoza’nın Caracas’da armağan ettiği bir mikser.
Ayrıca yalnızca evlenirken kullandığımız ve uğursuzluk getireceğine
inanıldığından asla rehine vermeye cesaret edemediğimiz yüzüklerimiz vardı. Bu
seferlik, ne olursa olsun Mercedes onları vermeye karar verdi, birer emniyet
garantisi olarak.”[9]
*
* * * *
Márquez’in
romanları, Latin Amerika bütünselliğinde Kolombiya ve Meksika insanını,
olaylarını, çok boyutlu tarihini, kültürü ve ruhu ile karşımıza dikerken; hiç
kuşkusuz/ tartışmasız güçlü bir yazar olduğunu da ortaya koyardı.
Çünkü O, bir yandan
anlatırken bir yandan da anlattıklarıyla devasa bir evren kurabilen nadir
yazarlardandı...
İyi de neydi
Márquez’i bunca rakipsiz kılan?
Onun her
şeyden önce bir mücevherci becerisi ile kullandığı “dil”inin çok baştan
çıkarıcı, olağanüstü bir yetkinliği var/vardı!
Kolay mı?
Carlos Fuentes, “Cervantes’ten bu yana İspanyolca yazan en iyi yazar”
sözleriyle selamlamıştı Márquez’i…
İnsanı ve
insanlığı çok iyi anlatan romanlar yazan ‘Gabo’, ne iyi ne de kötü yazardır. O
ikisi de değildir; dâhi yazarlardan biridir.
Özetle: “…
‘Gabo’; entelektüel mirasının ötesinde, yüksek duyarlılığı, farklı bir
derinliği olan bir yazardı…
Yapıtlarının,
az yazarda rastlanan mükemmel bir mimarisi vardı…
İspanyol
diline hâkimiyeti, sözcük seçimindeki titizliği, metinlere sinen ‘ritim ve
tempo’ becerisi; ‘Gabo’nun ‘modern zamanlar Cervantes’i’ lakabıyla anılmasına
yol açmıştı…
Ufak bir
‘koku’, bir ‘tat’ ya da bir ‘anı’… Onun satırlarında hemen ‘epik’ boyutlar
kazanırdı”rken;[10] unutulmasın ki,
“Gerçeklikteki tek büyü ona tahammül edebilme yeteneğimizdir ve bunun için
hikâyeler kurarız. Márquez de bunun için neyi anlatırsa anlatsın, en usul
öyküsünde bile bu tahammüle karşı duyulan o hayranlıktan kaynaklanan bir coşku
duygusunu iletir okuruna. Gerçekliği büyüleyici bulmak ya da gerçeğin
büyüleyici gizini ortaya çıkartmak değil bu, başka bir gerçeklik
yaratabilmekteki büyüyü görmek. Eğer böyle olmasaydı, çağının siyasi
gerçeklerine karşı bu denli ilgili ve yakın da olmazdı. Hikâye farklı
anlatılabilirse eğer, insanlar bu farklı hikâyeye gönül verirlerse eğer, dünya
tabii ki başka bir yer olabilir. Buna inancını hiç yitirmedi Márquez. Ve hep bu
inancı biz de koruyabilelim diye tüm gücüyle, coşkuyla yazdı.”[11]
Tam da bunun
için çağının öncü yazarlarından biri olarak, büyülü gerçekliği kurdu. Yeni bir
rüzgâr yarattı, yeni bir renkle, yeni bir nefesle XX. yüzyıl Latin Amerika
edebiyatını taçlandırdı.
Elbette ‘Yüzyıllık Yalnızlık’, ‘Kolera
Günlerinde Aşk’ vd’leri muhteşem başyapıtlardı; ama asıl başyapıt ‘Gabo’nun
kendisi, hayatıydı…
*
* * * *
Ve nihayet
“Ben sizden de değilim, diğerlerinden de; ben, ölüme dair yemin etmeyenlerden,
tehdit savurmayanlardan, dinini veya ırkını aklının yerine koymayanlardanım. Ben
hâlâ şiir okuyanlardanım. Ben ölürken vatanını yahut dinini değil, ‘sevgiliyi’
düşünecek olanlardanım,” diyen Ona dair söyleyeceklerimi tamamlıyorum…
Gidişindeki
“büyülü gerçekçiliğin” en Márquez’vari örneğini, Onun Kolombiya’daki doğum yeri
Aracataca’da yapılan külsüz ve tabutsuz “sembolik cenaze töreni” oluşturdu ve
O, biz(ler)i bırakıp giderken, hepimize/ herkese şöyle haykırıyordu yapıtlarından:
“Bazen öyle
konuşacaksınız ki karşınızdaki cevap veremeyecek. Bazen de öyle susacaksınız ki
karşınızdaki konuşmaya cesaret edemeyecek.”
“Kaybedecek
bir şeyi olmayanlardan korkmalısın. Çünkü onlar, kazanmak için herşeyi
yaparlar.”
“Önemli olan,
hayatta başına ne geldiği değil, neyi nasıl hatırladığındır.”
“Gitme zamanı
gelmişse ‘dur’ demenin; zaman geçmişse ‘dön’ demenin; ve aşk bitmişse ‘yeniden’
demenin: Hiçbir anlamı yoktur.”
“Birlikte
gülüyorsanız mutluluktur. Birlikte ağlıyorsanız dostluktur. Ama birlikte
susuyorsanız, bu aşktır.”
“Hiçbir zaman gülümsemekten vazgeçme, üzgün
olduğunda bile. Kimin, ne zaman aşık olacağını bilemezsin.”
“Ne kadar
yaşayabileceğini biliyor musun? O hâlde sarıl sevdiğine son nefesin gibi.”
“Gerçek
arkadaş, elini tutan, kalbine dokunandır.”
“Bir adam
babasına benzemeye başladığı anda yaşlandığını anlar.”
14 Ağustos 2014 09:56:37, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Kaldıraç, No:171, Ekim 2015…
[1]
Gabriel García Márquez
[2]
Zeynep Oral, “İyi ki Varsın Márquez”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2014, s.16.
[3] The
Paris Review Dergisi, No:82, Kış 1981...
http://www.theparisreview.org/interviews/3196/the-art-of-fiction-no-69-gabriel-García-Márquez
[4]
Gabriel García Márquez, Başkan Babamızın Sonbaharı, çev: Tomris Uyar, Can Yay.,
2007.
[5]
Gabriel García Márquez, Labirentteki General, çev: İnci Kut, Can Yay., 1992.
[6]
Gabriel García Márquez, Albaya Mektup Yok, çev: Handan Saraç, Can Yay., 2000.
[7]
Gabriel García Márquez, Hanım Ana’nın Cenaze Töreni, Öyküler, çev: İnci Kut,
Can Yay., 1992.
[8]
Asuman Kafaoğlu-Büke, “Sonsuz Bir Boşluk Bırakarak Gitti”, Radikal Kitap,
Yıl:13, No:684, 25 Nisan 2014, s.16-17.
[9] The
Guardian, Saturday Review’da 24 Kasım 2001 tarihinde yayımlanan yazı, Kasım
2004’te Kitap-lık Dergisi’nde çıktı.
[10]
Nilgün Cerrahoğlu, “Márquez’in Ardından”, Cumhuriyet, 20 Nisan 2014, s.13.
[11]
Sırma Köksal, “Gracias Gabo...”, Vatan Kitap, Yıl:10 No:123, 15 Mayıs 2014,
s.22-23.