Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 18 Ağustos 2016
Geçerli Tarih: 29 Nisan 2024, 15:19
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=23581
LATİN
AMERİKA: SAĞIN GERİ DÖNÜŞÜ - 1/ BREZİLYA ÖRNEĞİ[*]
SİBEL
ÖZBUDUN
“Kendi alevlerinizle
yanmaya hazır olmalısınız.
Önce kül olmadan kendinizi
nasıl yenileyebilirsiniz?”[1]
21. yüzyıl
Latin Amerika’ya, küresel ölçekli neoliberal talanın elinde bunalmış, yaşam
olanakları daraltılmış, örgütleri dağılmış, hem pratik hem de ideolojik olarak
bir hayli geri adım atmak zorunda kalmış emekçiler için umut verici
gelişmelerle girmişti. 1994 yılının başında, tam da Meksika’nın ABD ile
imzaladığı Kuzey Amerika Serbest Ticaret Anlaşması (NAFTA)’nın yürürlüğe
gireceği gün, yüzleri kar maskeli, elleri silahlı birkaç yüz Maya köylüsünün
Chiapas eyaletindeki San Cristobal de las Casas’ı işgal etmesi, herşeyin
tükenmediğine, umudun Pandora’nın kutusunun dibinde beklemekte olduğunu
göstermişti adeta.
EZLN
kalkışmasını yeni umut verici gelişmeler izleyecekti: Neoliberal politikaların
ekonomik ve siyasal bataklığa sürüklediği Venezüella’da sol-halkçı önder Hugo
Chávez’in devlet başkanlığına seçilmesi (1998); Şili’de sosyalist Ricardo
Lagos’un 2000 yılı başkanlık seçimlerinde sağcı Şili için İttifak adayı Joaquín
Lavín’i bozguna uğratması; 2006 seçimlerinde ise Sosyalist Partili Michelle
Bachjelet’nin göreve gelmesi; 2002’de Arjantin’de sol-Peroncu Nestor
Kirchner’in, Brezilya’da ise sol-popülist Lula da Silva’nın devlet başkanı
seçilmesi; Uruguay’da sol partilerin oluşturduğu Frente Amplio (Geniş
Cephe)’nun ülke politikasına yüzyıl boyunca hükmeden liberal-muhafazakâr
tahterevallisini kırarak Tabaré Vázquez’in devlet başkanı seçilmesini sağlaması
(2004: Vázquez bir sonraki seçimlerde yerini aynı partiden, eski kent gerillası
José Mujica’ya bırakacaktı); 1999-2005 arası ülkeyi sarsan emekçi ve yerli
ayaklanmaları sonucunda 2005 seçimlerinde Aymara sendika lideri Evo Morales’in
Bolivya’da devlet başkanı olması; aynı yıl Honduras’ta devlet başkanı seçilen
liberal Manuel Zelaya’nın kısa sürede sol politikalara yönelmesi; Ekvator’da
sendikaların, sosyal hareketlerin ve yerli örgütlerinin desteklediği Rafael
Correa’nın devlet başkanı seçilmesi (2006); aynı yıl eski gerilla lideri Daniel
Ortega’nın Nikaragua’nın devlet başkanı olması; 2008’de Paraguay’da Kurtuluş
teoloğu eski rahip Fernando Lugo’nun devlet başkanı seçilmesi; 2009’da El
Salvador’da FMLN adayı Mauricio Funes’in başkanlığa getirilmesi; 2011’de
“ulusal solcu” Olanta Humala’nın iktidara gelmesi…
Uluslararası
Politika Akademisi’nin web sitesinde yer alan 3 Mart 2014 tarihli bir yazı,
daha iki yıl önce kıtada politik durumu şu saptamayla özetliyordu: “Burada
dikkat edilmesi gerekilen temel unsur 34 Latin Amerika ve Karayip ülkesinin
20’sinin hâlâ neoliberal sisteme ayak uydurması değil, Latin Amerika’nın büyük
ülkelerinin sol politikaları benimsemiş partiler tarafından yönetiliyor
olmasıdır.”[2]
Çoğu 20.
yüzyılın ikinci yarısını, birbirine karşı darbe yapan ABD destekli askerî cuntalar
silsilesinin cenderesinde geçiren kıta ülkeleri, bu noktaya, 1990’lı yıllarda
(yine ABD mahreçli) neoliberal siyasalar eliyle “sivilleşmeyi” yaşamış ve
uğradıkları neoliberal talan ve yıkımın ardından varmış ve kıta on yıl
içerisinde Sol’un çeşitli versiyonlarının boy gösterdiği bir sahneye
dönüşmüştü.
Giriş
Ne ki bu
trend, pek uzun ömürlü olacakmış gibi gözükmüyordu. 2010’lu yıllar, ABD’nin
doğal müttefiki yerel elitlerin, Çokuluslu şirketlerin, ABD istihbaratının bu
sol iktidarlara karşı manevralarına olduğu kadar, emekçilerin ve bir kısmında
da yerli halkların iktidar politikalarına karşı sokaklara dökülmesine sahne
oldu. Bugün ne yazık ki kıtada tüm dünyadaki emek eksenli-sol muhalefete umut
veren “Latin solu”, göze görülür bir gerileme içerisindeydi.
Bu gerileme,
örneğin Honduras’ta Liberal Parti adayı olarak girdiği başkanlık seçimlerini
kazandıktan sonra orta sol politikalara yönelen; Latin sağının (ve hiç kuşku
yok ki ABD’nin) nefret objesi Fidel Castro ve Venezüella devlet başkanı Hugo Chávez’le
iyi ilişkiler geliştiren; ABD’nin ülkelere dayattığı serbest ticaret
anlaşmalarına alternatif olarak Küba ve Venezüella öncülüğünde kurulan ALBA’ya
katılma niyetini açıklayan… Manuel Zelaya’ya karşı yüksek yargı darbesi
biçimini aldı. Zelaya, 2009 yılında, hakkında Yüksek Mahkeme’ce çıkartılan
görevden alma kararının ardından, askerler tarafından derdest edilerek Costa
Rica’ya sürgüne gönderildi…
Honduras’daki
“başarılı” azil ABD ve Latin Amerika sağını cesaretlendirmiş olmalı ki, benzeri
kongre ya da yargı darbeleri, Paraguay ve Brezilya’da da yaşandı: Paraguay’da,
Pepe Escobar’ın “Amerika kıtasının en yolsuzu desek az kalacak” diye
tanımladığı senato, 2012’de Lugo’yu, “toprak reformuyla bağlantılı karanlık bir
olayı idare edememekten suçlu bularak “azletti”.[3]
Brezilya’da
ise, Lula’nın ardılı Dilma Roussef yine bir parlamento darbesiyle, yolsuzluk
suçlamalarıyla Mayıs 2016’da Senato tarafından görevden alındı.
Senato
darbeleri, Venezüella ve Ekvator’da ise girişim aşamasında kalarak başarısız
oldu. Venezüella’da 2002 yılında ordunun üst kademeleri tarafından Chávez’e
karşı yapılan darbeyle sağcı bir iş adamı olan Pedro
Carmona Başkanlık görevine “atanmış”, ABD de bu yönetimi hemen tanımıştı.
Ancak Latin Amerika ülkelerinin darbeyi sert bir dille eleştirmeleri
darbecileri açıkta bıraktı. İki gün sonrasında Cumhuriyet
Muhafızları durumu kontrole alarak Chávez’in görevinin başına
dönmesini sağladılar. Ancak iş bununla kalmayacak, Chávez yaşamı boyunca pek
çok sivil darbe girişimini boşa çıkaracaktı.
Ekvator’da ise
2010’da Correa, özlük haklarının kısıtlanmasına isyan eden polisin darbe
girişimini ordu ve kendisine sadık polis güçleri sayesinde atlatacaktı. “12
saat rehin tutulduğu hastaneden kurtarılıp sarayına götürülen Correa,
öldürülmek istendiğini belirtip ABD’yi suçladı.”[4]
Askerî,
polisiye ya da sivil/parlamenter darbelerin işlemediği yerlerdeyse iki tür
gelişme gözlemleniyor: solcu liderlerin sağın adayları karşısında seçimleri
kaybederek iktidardan düşmesi (Arjantin) ya da güç yitirmesi (Bolivya,
Venezüella), ve buna koşut olarak otokratlaşması (Bolivya, Ekvator)…
Sosyalistlerin,
devrimcilerin 2000’li yıllarda neoliberal dayatma ve oldubitti karşısında
umutlarını ayaklandıran Latin Amerika’nın “sol” dalgasının bu geri çekilişini
iyi değerlendirmesi, “başka bir dünya” tahayyülünü ete kemiğe büründürebilme
girişimlerinde “Latin dersleri”nden yararlanmaları gerek.
Böyle bir
değerlendirme girişimine kalkışmadan önce, bölge ülkelerinin deneyimlerinin
teker teker ele alınması, sanırım öğretici olacaktır.
Brezilya’dan
başlayalım.
Brezilya:
İşçi Partisi’nin “Çakallarla Dans”ı
Brezilya
Emekçiler Partisi (PT) 1980’de, emekçileri temsil iddiasıyla kurulmuştu. 1982
seçimlerinde yüzde 3 oy kazanan parti 1989’da sendika lideri Lula’nın başkanlık
seçimlerini kıl payı kaybetmesiyle birlikte, iddialı bir özne olarak siyasete
ağırlığını koyacaktı. Lula tam dördüncü girişiminde, 2002’de başkan seçildi. PT
2006’da Lula’yla, 2010 ve 2014’te de Dilma Rousseff ile başkanlığı sağa
kaptırmadı.
Rousseff
1970’lerde askeri cunta döneminde zindanlarda yatmış eski bir gerilla
lideriydi. Lula’nın önce enerji bakanlığına, sonra genel sekreterliğine
getirdiği teknokrat özellikleri ağır basan bir kişilik olarak tanınmaktaydı
PT, Brezilya
solunun tüm renklerini, sosyal hareketleri ve sendikaları bünyesinde toplayan
şemsiye bir örgüt olarak kuruldu. Hükümette merkeze yanaşmasıyla radikal
unsurlar bünyesinden kopsa da, solun en büyük adresi olmaya devam ediyor.[5]
Niyet, 2018
seçimlerinde, Anayasa art arda üç dönem başkanlık yapmayı engellediği için iki
dönemini tamamlayan Roussef yerine Lula’nın yeniden aday olması gibi
görünüyordu.[6]
Ancak, ülke,
Bilkent Üniversitesi’nden Yrd. Doç. Dr. Berk Esen’in deyişiyle, “Yaklaşık 3
senedir giderek daha kötüleşen bir ekonomik durgunluk ve onun tetiklediği ama
kontrol edilemedikçe iktidar için varoluşsal bir tehdit hâline gelen bir siyasi
krizle boğuşuyor”du. Brezilya, yaklaşık 10 yıl boyunca Lula’nın liderliği
altında hep siyasi istikrar ve ekonomik büyümeyle anılagrlmişti. “Bu olumlu
tablo önce ulaşım ücretlerine yapılan zamlara karşı başlayan, ama sonra Dünya
Kupası ve Olimpiyatlar için yapılan pahalı yatırımlar başta olmak üzere
iktidarın ekonomik politikalarına tepki şeklini alan protestolarla yıkıldı.
Lula’nın ardından 2010 yılında seçilerek iktidara gelen İşçi Parti adayı Dilma
Rousseff’in popülaritesi, 2014 seçimlerini çok az farkla da olsa kazanmasına
rağmen, ekonomik büyümenin hızının ciddi anlamda düşmesi sonrası hızla eridi.
İşte tam bu ortamda, Rousseff yönetimi, Sergio Moro adlı enerjik ve idealist
birinin yürüttüğü Lava Jato (Araba Yıkama)
adlı yolsuzluk soruşturmasıyla sarsıldı. Soruşturma çeşitli inşaat
şirketlerinin Brezilya devletine ait petrol şirketi Petrobras’a değerinden daha
yüksek harcamalar yazdırıp, bu meblağın bir miktarını önemli siyasetçilere
rüşvet olarak dağıttığını ortaya çıkardı. Eski başkan Lula da olmak üzere
onlarca üst düzey siyasetçi bu soruşturma kapsamında sorgulandı ve süreç hâlen
devam ediyor… Rousseff yönetimi yolsuzluk soruşturmasından önce bile
parlamentoda güçlü bir çoğunluğa sahip değildi ve soruşturma sonrası yasama
organında iyice zorlanmaya başladı. Muhalefet ise giderek artan ekonomik
sıkıntıları kullanarak, Rousseff yönetimine olan tepkisini önce sokaklara ve
sonra da parlamentoya taşıdı. Muhalefet, Araba Yıkama soruşturmasını bir bahane
olarak kullanarak çok düşük halk desteğine karşın istifa etmemekle direnen
Rousseff’i azletme sürecini başlattı. ”[7]
Başardı da…
Senato, 12 Mayıs 2016 tarihinde gerçekleştirdiği oylamada, 22 “hayır”a karşılık
55 “evet” oyuyla Rousseff’i görevinden azletti. İşin ilginç yanı, Rousseff’i
azletmek için “2014 yılında seçimi kazanmak için bütçe hesapları üstünde
yasadışı bir şekilde oynama yapmak ve Petrobras’ın başında olduğu dönemde
kurumdaki yolsuzluklardan haberdar olmak”[8] dışında
bir “suç” bulamayan senatörlerin kendilerinin gırtlaklarına kadar yolsuzluğa
batmış olmaları. Örneğin, “şu an itibariyle Meclis ve Senato üyelerinin
yaklaşık yarısı yolsuzluk, para aklama ve seçim hilesi suçlamalarıyla karşı
karşıya. Bu isimlerin hatırı sayılır bir oranı muhalefet partilerinde siyaset
yapıyorlar. Ellinin üstünde milletvekili “Araba Yıkama” operasyonu kapsamında
soruşturuluyor… Mesela bugün Başkan Rousseff’ın en önemli muhaliflerinden olan
Parlamento Başkanı Cunha da aynı operasyon kapsamında soruşturulan isimlerden
biri. Cunha 40 milyon dolara yakın bir parayı rüşvet olarak alıp, İsviçre
bankalarına yatırmakla suçlanıyor… (Rousseff’in azil girişimlerinin başını
çeken ve Başkanın azledilmesiyle şu sıralar geçici devlet başkanlığı görevini
üstlenen, Rousseff’in başkan yardımcısı) Michel Temer’in adı, ethanol
ihalesindeki yolsuzluk iddialarında geçiyor.”[9] Dilma’nın
azli yönünde oy kullanan senatörlerin “zafer”i cuntanın işkenceci şeflerine
adamaları da cabası![10]
Bir başka
deyişle, Brezilya oligarkları ile ABD, büyük olasılıkla bir 2018 başkanlık
seçimlerinde karizmasını hâlâ koruyan Lula’nın adaylığının önünü kesmenin de
telaşıyla,[11] gırtlağına kadar
yolsuzluğa batmış siyasal elit eliyle “en günahsız” olan Rousseff’i tasfiye
etmişti. 2013’den bu yana Brezilya sokaklarını sarsan ve gaz ve tazyikli suyla
bastırılmaya çalışılan kitlesel protesto gösterilerinin arkaplanında…
Bir “Başarı
Öyküsü”…
Oysa çok
değil, 2-3 yıl öncesine dek BRIC’in Brezilya’sı, anaakımda bir “başarı
öyküsü”süydü; “Brezilya demir, petrol ve soya gibi birçok üründe çok zengin
doğal kaynaklara sahip bir ülke olarak ve sergilediği ihracata dönük ekonomi
politikaları ile son yıllarda yüksek büyüme oranı elde ederek BRIC denen hızlı
büyüyen ülke grubunun parlak oyuncularından biri hâline gelmişti.”[12]
Ya da:
“Brezilya’nın performansı göz kamaştırıcı. Lula döneminde Brezilya’da büyüme
hızı yüzde 4 ile 1990’lı yılların iki katından fazla oldu. On yıl önce
krizlerle boğuşan Brezilya 2025’te dünyanın beşinci büyük ekonomisi olmaya
aday.
Dünyada gelir
dağılımının hâlen en bozuk olduğu on birinci ülkesi olan Brezilya’da nüfusun
beşte biri resmen yoksul. Lula’nın uyguladığı Bolsa Familia planı sayesinde
yoksulluk üçte bir oranında azaldı ve eşitsizliği ölçen Gini katsayısı 0,6’dan
0,54’e geriledi. Yani durumda bir devrim olmasa da hissedilir bir düzelme var. Sağlık
ve eğitim politikaları da başarılı. 1993-1995’te 5,4 olan ortalama eğitim
süresi 7,6’ya yükseldi. Birçok yoksul Brezilyalı orta sınıfa taşındı.
Yoksulluktan çıkan 20 milyon yeni tüketici, yerli ve yabancı sermayenin
iştahını kabartıyor.”[13]
Korkut
Boratav, Türkiye ile Brezilya’nın uluslararası malî krizle baş etme
performanslarını karşılaştırdığı yazısında şöyle diyor: “Lula, borçları erken
ödeyerek standby anlaşmalarına son vermiş ve neoliberal makroekonomik reçeteyi,
IMF’den bağımsız olarak uygulamıştı. Bu uygulama belli bir hareket serbestliği
de sağlamıştı. ‘Esnek kurlara’ bağlılık, zaman zaman ‘esnetilmiş’; rezerv
biriktirmeye öncelik verilerek döviz fiyatlarının aşırı ucuzlaması
frenlenmiştir. Uluslararası krizin çevre ekonomilerini etkilemeye başladığı
tarihte (Ağustos 2008’de) Bank of International Settlements (BIS) tarafından
hesaplanan dövizin efektif reel fiyatına bakalım. Tam on yıl öncesiyle
karşılaştırılırsa, Brezilya’da reel döviz fiyatı aşağı yukarı değişmemiş;
Türkiye’de ise üçte bir oranında ucuzlamıştır.
Bir diğer
farklılaşma iki ülkenin dış ticaret rejimlerinde gözlenmiştir: AB ile Gümrük
Birliği, Türkiye’nin gümrük tarifeleri üzerindeki özerkliğini büyük ölçüde tasfiye
etmiştir. Brezilya ise ABD ile ne ikili ne de çok taraflı bir serbest ticaret
veya gümrük birliği anlaşması yapmamıştır.
Döviz kurları
ve dış ticaret rejimleri arasındaki ayrışma, iki ülkenin dış dengelerindeki
gelişmeleri de farklılaştırmıştır. Dünya ekonomisinin kriz-öncesi canlanma
konjonktürünü kapsayan 2003-2007 döneminde Lula yönetimindeki Brezilya her yıl
dış fazla vermiş; AKP yönetimindeki Türkiye ise cari açıklarını dörtnala
artırmış; bunların toplamı sözü geçen beş yıl içinde 117 milyar dolara
ulaşmıştır.
Türkiye
uluslararası krizden bu nedenlerle daha ağır etkilenmiştir. İki kriz yılında
(2008-2009’da) Brezilya büyümüş; Türkiye küçülmüştür.
Bölüşüm
ilişkilerine bakıldığında, Lula Brezilya’nın temel toplumsal gerilimlerini
oluşturan emek-sermaye ve topraksızlar-kapitalist çiftçiler çelişkilerinin
üzerine gitmemiş; bunların yerine kamu kaynaklarının önemli bir bölümünü 15
milyon yoksul aileye (Bolsa Familia programı içinde) yapılan nakit ödemelerine
ayırmış; sekiz yılda reel asgari ücreti yüzde 54 oranında artırmış; diğer
sosyal harcamaları da yukarı çekmiş; yoksulluk oranını düşürmeyi başarmıştır.”[14]
Cui
bono? Kimin için?
Hayri
Kozanoğlu, 21. yüzyıl başlarında yükselişe geçen Latin Amerika solunda iki ana
eksenin ortaya çıktığını söylüyor: “Bir yandan Venezüella’nın, Bolivya’nın,
Küba’nın oluşturduğu ‘iyilik ekseni’, öte yanda Brezilya’nın başını çektiği
‘mutabakat ekseni’. Chávez 21. yüzyılın sosyalizminden söz ederken, ‘iyilik
ekseni’ kapitalizmi karşısına almaktan çekinmiyor; Brezilya-Şili-Uruguay
hattında ise sol hükümetler sosyal politika uygulamalarıyla yetinip, genel
hatlarıyla neo-liberal politikalarla arasına mesafe koymuyordu.”
Bolivya ve
Venezüella’nın ne kadar “iyilik ekseni” oluşturduğu tartışması bir yana; Lula
ve ardılı Roussef’in, neoliberal politikalardan kopmak bir yana, bu
politikaları küresel malî kriz derinleştikçe yoğunlaştırdıkları bir sır değil.
PT Ulusal Yönetim üyesi, Sol-Marksist eğilimin lideri, İşgal Edilen Fabrikalar
Hareketi eski koordinatörü Serge Goulart, Rousseff yönetimini “programı ve
bileşimi ile İşçi Partisi’ni içinde barındıran burjuva bir hükümet” olarak
tanımlarken, hem Lula, hem de Rousseff yönetimlerinde “İşçi Partisi’ni (PT) ve
Merkezi Sendikal Hareketi (CUT) kontrol altından tutmanın bir yolu olarak
“Toplumsal Barış” söylemi sayesinde kapitalistler kazançlarını en üst düzeye
çıkardık”larını vurguluyor:
“Lula, 2003
yılında ‘Brezilya burjuvazisinin gölgesi’ denebilecek, partiler ve şirketlerden
oluşan bir koalisyon hükümeti oluşturdu. Merkez Bankası’nın yönetimine Boston
Bankası’nın eski bir yöneticisi yerleştirildi. Hazine Bakanlığı Washington’daki
Bush ve Condolezza Rice ile ortaklaşarak adlandırıldı ve oluşturuldu.
Lula’nın 2003
ile 2011 yılları arasındaki temel ekonomik ve politik yönelimleri, Dilma
yönetime geçtiğinde, 1.5 trilyon doları geçen uluslararası borç ve dünyanın en
yüksek faiz oranıyla oluşturulan spekülasyonla birlikte ülkeyi alım, birleşim
ve techizat alanları için uluslararası sermayeye açtı.
Büyük
şirketlerin finansmanı için devlet destekli programlar hiçbir zaman önceden
kabul edilen seviyelere ulaşmadı ve bireysel krediler 25 milyar dolardan 300
milyar dolara yükselerek ülkede daha önce hiç ulaşılmayan bir seviyeye çıktı.
Toplam kredi miktarı (şirketler dahil) GSYH’nin yüzde 40’ına ulaştı, yani 1
trilyon dolara.
Lula’nın
ihracatla ilgili ilk çabaları finans alanını açmak ve modernize etmek, büyük
hazine arazilerini ticari tarıma (agronegocio) açmak ve uluslararası sermayenin
toprak mülkiyetine izin vermek oldu. Tarım reformu pratik olarak açık bir
şekilde durdu. Eğitimde Lula yönetiminin ilk çabası özel üniversiteleri büyük
teşvikler ve federal burslar aracılığıyla teşvik etmek ve yaymaktı. Sağlıkta,
yerel ve genel sağlık hizmeti veren yapıları özel işletmelere çevirmeye
çabaladı, bu işletmeler kâr amacı gütmeyen sosyal işletmeler olarak
adlandırıldı, fakat aslında bunlar sağlıkla ilgili ulusal ve uluslararası
şirketlerin uzantılarıydılar.
Lula devlet
şirketlerini özelleştirmeye devam etti (barajlar, demiryolları, otobanlar,
havalimanları vb..), daha önce Fernando Henry Cardoso (FHC) hükümeti döneminde
Petrobras adlı devlet şirketinin tekelinde olan petrolü açık artırma yollu
ihalelerle özelleştirdi. Sevinen bankacılar Lula’nın ‘on numara başkan’
olduğunu söylüyorlardı, finansörler ve büyük şirketler ‘Kalkınma Konseylerine’
katıldılar. 2009 yılındaki G-20 toplantısında Barack Obama kendisine ‘Lula,
işte bu adam!’ diyecekti.
Lula hükümeti
300 milyar dolarlık ‘kamu-özel işbirliğini’ oluşturarak, Brezilya’yı limanlar,
tren yolları, yollar ve havalimanları yapımı aracılığıyla tarım-maden
ihracatında modern bir platforma dönüştürmeyi amaçlayan ‘Hızlandırılmış Büyüme
Planı (PAC)’nı yarattı.
Devletin
borçları hiçbir zaman bu kadar olmamıştı (1 trilyon dolar) ve ekonomi
uluslararası spekülatif sermayeye bu kadar bağımlı kılınmamıştı…
Şimdi, Dilma
hükümeti Lula tarafından yönlendirilen ‘büyük koalisyon’dan veya PMDB’den
oluşuyor. Burjuva partisi hükümetin başkan yardımcılığını yürütüyor.
Koalisyonun diğer bileşenleri, PP gibi öteki partiler ise 20 yıl Brezilya’yı
yöneten resmi cunta partisi.”[15]
Şunu
vurgulamak gerek; Brezilya’da İşçi Partili Lula da Silva iktidarı, bir yandan “biraz
neoliberal, biraz kalkınmacı hibrid bir program”ı[16] uygulayarak,
yüksek emtia fiyatlarına dayanan yüksek ihracat girdileri ve bol ve ucuz kredi
sayesinde Brezilya’yı “yükselen ekonomilerin lideri” konumuna yükseltmekle hem
içeride hem de dışarıda oligarşilerin takdirini kazanmıştı. Uluslararası
siyaset alanındaki (ABD’ye karşı sürdürdüğü) “bağımsızlıkçılık” ve “Latin
Amerikacılık” söylemi, 1960’larda kıtayı kasıp kavuran antiemperyalizmin
gölgesini üzerine doğru çekerken, sosyalist blokun çözülmesiyle iyice
yalnızlaşmış Küba ile geliştirdiği dostça ilişkiler, hem kıtanın hem de
dünyanın sol/devrimci güçlerinin gönlünü kazanmasının önünü açmıştı
Ancak Brezilya
“sol”unun, ya da Lula da Silva-Dilma Rousseff iktidarının esas dayanağı,
büyüyen ekonominin kaynaklarının bir kesimini toplumun yoksul kesimleri
arasında dağıtmasıydı: bu çerçevede, açlık sınırında yaşayan 44 milyon kişiye,
3 öğün yemek kampanyası başlatıldı; en alt gelir seviyesindeki 12 milyon aileye
(35 milyon kişi), bütçeden ayda 65 dolar yurttaşlık aylığı bağlandı; aylık
geliri 40 doların altında olanlara, 65 doları tamamlayacak şekilde aradaki fark
bütçeden ödendi.[17] 50
milyondan fazla yurttaş çocuklarını okula göndermek karşılığı ‘Bolsa Familia’
sosyal yardım programından yararlandı. Üniversiteye girişte emekçi çocuklarına
öncelik tanındı. Yoksulluk yüzde 55, aşırı yoksulluk yüzde 65 geriledi.[18]
Bir başka
deyişle, Lula ve (en azından başlangıçta) ardılı Rousseff iktidarları,
kapitalist mülkiyet ilişkilerine dokunmaksızın, Çokuluslu şirketlerin
egemenliğine dayalı neoliberal politikaları, bu politikaların toplumun en
kırılgan kesimleri üzerindeki yıkıcı maliyetlerini minimize ederek sürdürmeye
çabalamış, ülkenin “büyüme” trendi sürdüğü sürece de hem içerideki hem de
dışarıdaki oligarkların takdirini üzerinde toplamıştı.[19]
Masalın
Sonu
Ancak Brezilya
ekonomisi, yaygınlaşan küresel durgunluk karşısında daha fazla direnemeyecekti.
2010 yılında yüzde 7.5 büyüyen ülke ekonomisi, 2011’de yüzde 2.7’lik büyüme oranıyla
adeta “çakıldı”. Credit Suisse’in 2012 büyüme tahmini ise yüzde 1.5
dolaylarındaydı ve küresel finans çakalları, vakit yitirmeksizin ulumaya
koyulmuşlardı: “Wall Street Journal’a beyanat veren ve geçmişte BRIC
kısaltmasını icat eden Goldman Sachs analisti ve gelişen ülkeler ekonomisti Jim
O’Neill, ‘Brezilya en azından yüzde 3.5 on yıllık büyüme ortalaması elde
etmediği takdirde BRIC grubundan çıkar!’ diyor.”[20]
Brezilya
oligarkları, daralan ekonomik kaynaklardaki paylarını yitirmemek için,
gözlerini yoksulların “Bolsa”sına (çanta, para çantası) diktiler: “sol”cu PT,
“popülist” politikalardan, “israf”tan vazgeçmeli, geniş çaplı işten
çıkartmaların önünü açmalı, özelleştirmelere hız vermeli, ücretleri düşürmeli,
sosyal bütçeleri daraltmalı vb. idi…
Rousseff’in bu
taleplere tepkisi oldukça mülayim ve hayırhah oldu: Ucu ucuna kazandığı 2014
seçimlerinin hemen ardından kemer sıkma politikalarının mimarı Joaquim Levy’yi
maliye bakanlığına getirerek Brezilya oligarklarını ve uluslararası finans
çakallarını rahatlatmaya çalıştı. Yanısıra, “harcamaların ve yatırımın
azaltılması, kamu çalışanlarının maaşlarının dondurulması, (…) sosyal güvenlik
katkılarının sona ermesi, emekli aylığı reformu, çalışma reformu, mali
reformlar” hükümet programında yerini almıştı. Hazine Bakanlığı açıklıyordu:
“Bazı harcamaları kısacağımız bir program hazırlamaktayız, özellikle (...)
fonları. Bu, elimizdeki faiz dışı fazlalıkları koruyarak açığı ve kamusal borcu
önemsiz hâle getirmek demek. Yapısal olarak, (...) harcamalarındaki düşüş çok
az olmayacak, ciddi oranda düşüş olacak.” [21]
Brezilya bugün
ciddi bir ekonomik kriz yaşıyor. 10 milyondan fazla işsiz var, çalışanların
geliri düşüyor, 18 yaş üstü nüfusun yüzde 40’ı; 58 milyon Brezilyalı borç
içinde.
Ekonomik
krizin 10 milyonun üzerinde işsizle, 58 milyon kişiyi borç içinde yaşama
sürükleyerek en fazla vurduğu[22] Brezilyalı
emekçiler bir yandan bu kemer sıkma politikalarına, bir yandan da sağın emek
örgütlerini ve İşçi Partisi’ni kriminalize etme girişimlerine karşı yığınsal
bir karşı duruş sergiledi. 2012 yılında 400 bin memur, 90 gün süreyle devasa
bir grev örgütledi, örneğin.[23] Protestolar,
Dünya Kupası nedeniyle iktidarın yoksul mahallelerinde devlet terörünü
yoğunlaştırdığı 2013 yılında sokak çatışmalarına dönüştü[24];
sağlık ve eğitimdeki yetersiz destekler öğrencileri sokağa döktü, metal
sektöründe de büyük işçi grevleri yaşandı.
Rousseff’in
emekçilerin baskıları sonucu geri adım atacağı korkusu (Joaquim Levy görevden
alınmıştı) azil sürecini tetikleyince, halk protestoları da yön değiştirecekti.[25] Brezilya Devrimci
Komünist Partisi Yöneticisi Jorge Batista Brezilya’daki son süreci şöyle
aktarıyor: “17 Nisan’da meclisteki görevden alma oylamasına kadar halk hareketi
mevcut hükümetin kemer sıkma politikalarına karşı yükselmişti. Dilma Rousseff
hükümeti halk desteğini kaybetmişti. Bu nedenle işçi sınıfı ve genel olarak
halk bu hükümeti savunmak için harekete geçmedi. Fakat şimdi yeniden
hareketlenme başladı, bu kez ‘Temer defol’ sloganıyla sokağa çıkılıyor.
Sendikal hareket ise on ayrı konfederasyona bölünmüş durumda. Bazıları yeni
hükümeti destekliyor, diğerleri ise Dilma Rousseff ve hükümetini destekliyor.
Yaşanan süreç ulusal karakterde ya da yaygın grevler örgütlenmesini giderek
zorlaştırıyor. Bu süreçte insanları yaşananlar konusundan gerçekten
aydınlatacak bir çalışma yapmanın önemini görüyoruz. Brezilya’daki siyasi
sistem burjuvaziye ve emperyalist çıkarlara boyun eğerek tamamen yozlaşmıştır.
Tek gerçek alternatif halk iktidarıdır.”[26]
Brezilya
Dersleri
Brezilya
örneği, aslına bakılırsa “Latin Amerika’da Sağın geri dönüşü” ba’bında diğer
ülkeler (Honduras, Paraguay, Venezüella, Bolivya, Arjantin…) için elverişli bir
“şablon” oluşturuyor. Yanısıra, neoliberal çağda, Yunanistan’ın Syriza’sı ve
olasıdır ki İspanya’nın Podemos’u da dahil, “sol” alternatiflerin yetmezlikleri
konusunda münbit olanaklar sunuyor. Bu nedenle, Brezilya’dan çıkartılacak
dersleri kıtanın gerileyen diğer “solcu” rejimlerine genelleştirmek,
dolayısıyla da “Başka bir dünya mümkün” söylemimizin altını bundan böyle daha
nitelikli bir dolguyla takviye etmek, mümkün.
Öncelikle,
Brezilya deneyimi, Hugo Chávez’in dilinde “21. yüzyıl sosyalizmi” olarak vaftiz
edilen tahayyülün mülkiyet ilişkilerinin dönüştürülmesindense
“yeniden-dağıtım”ı yeniden düzenleyerek, “neo-kalkınmacı” hamlelerle sağlanan
büyümenin getirilerinden toplumun en yoksul kesimlerinin aldığı payı büyütmek
suretiyle yoksulluğu azaltma projeksiyonuyla sınırlı olduğunu gösteriyor. Latin
Amerika’daki sol yükselişin ne Brezilya, Arjantin, Paraguay, Honduras gibi
“light” versiyonları, ne de Venezüella, Bolivya, Ekvator gibi “sert”
uygulayıcılarında mülkiyet ilişkilerinde köklü bir dönüşüme yol açmadığı,
açıktır.
Bırakın
sınıfların “ulusal” diziliminde bir değişiklik yaratmayı, Latin Amerika
“sol”unun neo-kalkınmacı hamleleri, “ulusal sermaye” ile küresel sermayenin
entegrasyonu sürecini hızlandırmak gibi “ters” bir sonuç verdi. El Colegio de
la Frontera Sur’da profesör Peter Rosset’in sözleri, Brezilya bağlamında bu
yönelimi açıkça sergilemekte:
“Merkez sol
hükümetler uluslararası kuruluşların Brezilya’da mevcudiyetini mümkün kıldı.
Bu, Brezilya’da mevcut olan bazı sektörlerdeki şirketlerin bir çeşit füzyon
geçirmesini beraberinde getirdi. Çünkü temelde inanılan şey, eğer ki Brezilya
ekonomisi küresel pazara açılacak ise, bazı şirketlerin özellikle bazı
sektörlerde birleşerek büyük ulusal şirketler hâline gelmesi, kendi alanlarında
bir çeşit öncü rol üstlenmesiydi. Örneğin madencilik alanında Vale Şirketi buna
örnek olarak gösterilebilir. Bu şirketler ilk bakışta ulusal ekonomiyi
sürdürecek ulusal çaplı tekeller olarak görünüyordu. Ancak bu şirketlerin büyük
bir kısmı küresel finans kapital tarafından satın alınmıştı. Aynı zamanda tarım
ve madencilik sektöründe, köylülerin toprağa erişim hakkının altını oyan maden
şirketleri ve tarım şirketleri ortaya çıkmıştı.”[27]
Bir başka
deyişle, 21. Yüzyıl Brezilya (“Latin Amerika” olarak da okunabilir) solu,
“ulusal bağımsızlığı sağlamak” adına 1950’li yılların “ulusal kalkınmacı”
formüllerine sarılırken[28],
neoliberal kapitalizmin “dünyasında, sermayenin ne ölçüde “küreselleştiğini”,
unutmuş gözüküyordu! Böylelikle, İşçi Partisi, küresel sermayenin basıncı
karşısında, iktidara taşınmasına gövdesini koymuş “Topraksızlar Hareketi”ne
rağmen Toprak reformu vaatlerini sümenaltı ederek latifundiaları başta soya
olmak üzere ticarî monokültüre açacaktı.[29]
Brezilya
deneyiminden çıkartılacak bir başka ders, “yoksulları hayata katma” yönündeki
girişimlerin, onları belirli bir kapasiteye sahip tüketicilere dönüştürmenin
ötesinde bir ufka seslenmediğidir. Yoksullar, içine kıstırıldıkları dışlanma
çemberini kırsınlar ki, piyasayı rahatlatacak, ekonominin dönmesini sağlayacak
bir alım gücüne kavuşsunlar… Bu, kapitalizmin yeniden üretilmesidir.
“Sao Paulo’nun
telefon üzerinde hızlı parmaklara sahip olan gençleri, dünya üzerindeki
sokakları ele almış durumda,” diyor Lula da Silva”Brezilya’nın gençlerine
mesaj”ında. “Protestolar; demokrasinin olmadığı, işsizliğin giderek arttığı
Tunus ve Mısır gibi ülkelerde ya da demokratik hükümetlere sahip ama yine de
ekonomik krizden kurtulamayan İspanya ve Yunanistan gibi ülkelerde yaşanıyor
olsaydı bu durumu açıklamak çok daha kolay olurdu. Fakat protestolar; şu an
tarihinde en düşük işsizlik oranının, ekonomik ve sosyal hakların
genişlemesinin tadını çıkarıyor olmasına rağmen Brezilya gibi bir ülkede de yaşanabiliyor.
Birçok analist
son yaşanılan protestoların, siyasetin reddedilmesi olarak görmekte. Bana göre
ise tam tersi bir durumla karşı karşıyayız: protestolar, asıl demokrasiye
ulaşabilmek için insanları teşvik etmek amaçlı yapılmakta.
Ben sadece kendi
ülkem Brezilya adına bir yorumda bulunabilirim ki protestoların sosyal,
ekonomik ve siyasi açıdan önemli başarılara imza attığına inanıyorum. Son on
yılda Brezilya’nın fakir ailelerinden üniversiteye gidebilen öğrenci sayısı iki
katına çıkmış durumda. Keskin olan eşitsizliği ve yoksulluğu kesinlikle
azaltmış bulunmaktayız. Bütün bunlar çok önemli başarılardır ama yine de bu
durum genç kesime tamamen normal gelmektedir. Özellikle de aileleri hiç bir
şeye sahip olmayanlara!
Bu genç
insanlar 1960 ve 1970 yıllarında ki askeri diktatörlüğün baskısını yaşamamış ve
görmemiş insanlar. Maaşımızı aldığımız zaman hemen marketlere koşup, ertesi gün
fiyat artmadan alışverişimizi tamamladığımız 1980 enflasyonunu da yaşamadılar.
Durgunluk ve işsizlik döneminin en fazla olduğu 1990’larını ise çok az
hatırlıyorlar. Daha fazlasını istiyorlar.
Böyle olması
gerektiği anlaşılabilir bir durum. Kamu kalitesinin artmasını istiyorlar.
Yükselen orta sınıf da dahil olmak üzere milyonlarca Brezilya’lı ilk
arabalarını ve ilk uçak biletlerini aldı. Toplu taşıma daha verimli olmalı ve
büyük şehirlerde yaşamı daha da kolaylaştırmalıdır.
Gençlerin
duyduğu kaygı sadece maddiyata değil. Onlar eğlence ve kültürel faaliyetlere
daha fazla ve daha kolay erişimde bulunmak istiyorlar. Ama bütün bunlardan önce
istedikleri şey; Brezilya’nın son zamanlarda da açıkça göstermiş olduğu çağdışı
siyaseti ve seçim sisteminin bozulmaları olmadan, daha şeffaf, daha açık ve
daha temiz siyasi kurumlara sahip olmak! Bu isteklerin çok çabuk olmayacağını
bilsek de bu taleplerin meşruluğu inkâr edilemez. Para bulmak ve paraya sahip
olmak, bu amaçlarını, hedefleri gerçekleştirebilmek ve bir zaman çizgisi
yaratabilmek için çok önemli.”[30]
Söylemin, Gezi
kalkışması sırasında şaşkınlığa düşen AKP “sosyolog”larını çağrıştıran (“Her
şeyleri var işte, daha ne istiyorlar?”) tınısı bir yana, Brezilya gençliği için
daha çok tüketme özgürlüğünden ötesini istememesi, düşünmemesi, oldukça
açıklayıcı! Bu Brezilya’da etkin olan toplumsal hareketlerin bir bölümünün
(örneğin MST) “eşitlikçi, paylaşımcı, ortaklaşmacı, çevresel ve toplumsal
sorunlara duyarlı insan” biçimlendirme idealine fazlasıyla yabancı, uzak bir
projeksiyon!
Mülkiyet
(dolayısıyla da sınıf) ilişkilerini (ve de insanı) değiştirmemenin yanısıra,
Latin Amerika’nın sol iktidarları, toplumsal hareketlerle kliyentalist
ilişkiler oluşturarak, onların dejenerasyonuna katkıda bulunmuşlardır.
Kaynakların yeniden dağıtımında sivil toplum örgütlerinin muhatap kılınması,
çoğulluk ortamında denetim zaafları ölçüsünde) bu sektörde eşitsizliklere, yeni
elitlerin oluşumuna, bölünmelere yol açmaktadır.
Hiç kuşku yok
ki bu durum, “21. Yüzyıl sosyalizmi” kavrayışına derinlemesine nüfuz etmiş
“yeni sol” söylemlerle de bağıntılıdır. “21. Yüzyıl solcu”ları, Sovyetik
dejenerasyonu eleştirirken, sınıf mücadelesi, işçi sınıfı iktidarı, proletarya
diktatörlüğü, üretim araçlarının kolektivizasyonu gibi temel Marksist
önermelerle bağlarını koparmada aceleci davranmışlardır. Yerine ikame ettikleri
“çoğulculuk, çeşitlilik, çokkültürcülük, kimlik politikaları, adem-i
merkeziyetçilik, özyönetim, iktidarın reddi, diyalog, uzlaşma” vb. söylemler
ise, emekçiler lehine kazanımların kalıcılığını güvence altına alacak araçları
sağlamakta fena hâlde yetersizdir.
Şu hâlde,
kapitalizmle ciddi sorunları olan, onun sürdürülemezliği ve eşitlikçi,
özgürlükçü bir alternatifle ikame edilmesi gerektiğini düşünen herkese, ve
tabii ki öncelikle, sosyalistlere düşen, kimilerinin yaptığı gibi Brezilya’daki
(ve de kıta genelindeki) hiç de iç açıcı olmayan gelişmeleri ABD/CIA ve/ile
yerel oligarkların manevralarına, komplolarına indirgeyip soyut bir
“kitlelerin/emekçilerin direnişi” umuduna sığınmak yerine, dünyayı dönüştürme
yönündeki mücadelede Latin Amerika deneyiminin olumlu ve olumsuz yönleri
üzerine derinlemesine düşünerek sosyalistlerin, devrimcilerin bundan sonraki
adımları konusunda somut önermeler üretmektir.[31]
Dünyanın
gidişatı, kaybedecek fazla vaktimiz olmadığını gösteriyor…
6 Temmuz 2016
09:26:35, Ankara.
N O T
L A R
[*] Kaldıraç, No: 181, Ağustos 2016…
[1] F. Nietzsche.
[2] “Latin Amerika’da Sol Partilerin Yükselişi ve Brezilya
ile ABD’nin Dansı”, 3 Mart 2014…
http://politikaakademisi.org/2014/03/03/latin-amerikada-sol-partilerin-yukselisi-ve-brezilya-ile-abdnin-dansi/
[3] Olay Escobar’ın anlatımıyla şöyle gelişmişti: “15
Haziran’da bir grup polis ve komando, başkentten 200 km uzaktaki
Curuguaty’de tahliye emrini zorla uygulamaya hazırlanıyordu ki, çiftçilerin
arasına sızan keskin nişancılar tarafından pusuya düşürüldü. Tahliye kararını
Colorado partisinin eski başkanı ve eski senatör olan zengin toprak ağası Blas
Riquelme’yi koruyan bir yargıç çıkarmıştı. Riquelme’nin yasalara uydurduğu
sahtekârlıkla ele geçirdiği devlete ait 2 bin hektar toprak, topraksız
çiftçilerin işgali altındaydı ve çiftçiler Lugo’dan toprağın yeniden
paylaştırılmasını talep ediyordu. Curuguaty’de sonuç 6’sı polis, 11’i çiftçi
toplam 17 ölü ve en az 50 yaralı oldu. Oysa tahliyeyle görevlendirilen Özel
Operasyon Grubu adlı elit güç, ABD’nin Kolombiya Planı çerçevesinde
Kolombiya’da kontrgerilla eğitiminden geçmişti. Paraguay Planı’na gelirsek, çok
basit: Her çiftçi örgütlenmesine tümüyle suç örgütü yaftası yapıştırarak onları
kırsal bölgeleri uluslararası tarım ticaretine bırakıp terke zorlamak.” (Pepe
Escobar, “… ‘Demokratörlük’ Ülkeleri”, Asia Times, 4 Temmuz 2012.)
[4] “Correa’nın Fendi Darbecileri Yendi”, Radikal, 2 Ekim 2010, s.13.
[5] Hayri Kozanoğlu, “Brezilya’da Neler Oluyor?”, Birgün, 5 Nisan 2016, s.5.
[6] “Lula Yolsuzluk Davasından Kurtuldu”, Gündem, 19 Mart 2016, s.16.
[7] Can Uğur, “Yolsuzluk İşçi Partisi’yle Sınırlı Değil
Sağcılar Durumu Çarpıtıyor”, Birgün, 4
Mayıs 2016, s.4.
[8] yagk.
[9] yagk…. Yanısıra, “azil sürecinin mimarı, dünkü
oylamanın yöneticisi Meclis Başkanı Eduardo Cunha, Petrobras’taki dev
hortumlama şebekesiyle bağlantılı olarak milyonlarca dolar rüşvet almakla
suçlanıyor. Rousseff azledilirse görevini devralacak yardımcısı Michel Temer de
yasadışı petrol sanayii anlaşmalarına karıştı.” (“Brezilya Rüyası İçin Kâbus
Günü”, Cumhuriyet, 18 Nisan 2016, s.7)
[10] “Aşırı sağcı vekil
Jair Bolsonaro, oyunu cuntanın işkence şefi Carlos Brilhante Ustra’ya adadı.
Gençlik yıllarında diktaya karşı mücadele veren solcu gerilla lideri Rousseff
de Ustra’nın işkencelerinden geçmişti.” (“İşkenceciye Adanan Oylar”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2016).
[11] PT, Lula’yı
dokunulmazlık şemsiyesi altına alabilmek için bakan olarak kabineye girmesi
yolunda bir manevra yaptıysa da, bu girişim Anayasa Mahkemesi savcısı Gilmar
Mendes tarafından askıya alınacak, yolsuzluk suçlamalarından Lula da Silva da
kurtulamayacak (“… ‘Bakanlık Formülüne’ Savcı Çelmesi”, Milliyet, 20 Mart 2016,
s.14), hatta kısa süreliğine gözaltına da alınacaktı (“… ‘Efsane’ Lidere
Gözaltı”, Cumhuriyet, 5 Mart 2016, s.13.)
[12] Deniz Gökçe,
“Brezilya’nın Gidişatına Dikkat!”, Akşam, 16 Temmuz 2012, s.9.
[13] Ümit İzmen,
“Brezilya Dersleri”, Taraf, 4
Ekim 2010, s.6.
[14] Korkut Boratav,
“Latin Amerika’da ‘Sol’ İktidarlar: Brezilya Örneği”, Birgün, 30 Kasım 2010, s.5.
[15] Serge Goulart,
“Lula, Dilma ve Dünyanın 6. Büyük Ekonomisi”, Gündem, 12 Kasım 2012, s.11.
[16] Ergin Yıldızoğlu,
“Brezilya’nın Gösterdiği”, Cumhuriyet,
25 Nisan 2016, s.9.
[17] Meral Tamer, “Lula’nın
Sıfır Açlık Reçetesi ve Kılıçdaroğlu”, Milliyet, 30 Mayıs 2010, s.8.
[18] Hayri Kozanoğlu,
“Brezilya’da Neler Oluyor?”, Birgün, 5
Nisan 2016, s.5.
[19] Bu takdirin somut
göstergelerinden biri; son başkanlık seçimlerinde Dilma Rousseff’in seçim
kampanyasına Brezilya oligarşisinin sunduğu 80 milyon dolarlık destek. (“Bu
kampanyaları finanse edenler büyük şirket sahipleri, bankacılar, sermaye
sahipleriydi,” diyor Devrimci Komünist Parti (PCR) merkez yöneticilerinden Luiz
Falcão. “Ve bu paraları alan siyasetçiler büyük müteahhitler ve uluslararası
kapitalist gruplarla anlaşmalar yaptılar. Seçimlerin ardından, bu bağışları
değerinin üzerinde ödeme yapılmış milyon dolarlık bu anlaşmalarla geri
verdiler.” (Elif Görgü, “Brezilya, Kırk Katırla Kırk Satır Arasında”, Evrensel, 6 Nisan 2016, s.10.)
[20] Deniz Gökçe,
“Brezilya’nın Gidişatına Dikkat!”, Akşam, 16 Temmuz 2012, s.9.
[21] Serge Goulart,
“Lula, Dilma ve Dünyanın 6. Büyük Ekonomisi”, Gündem, 12 Kasım 2012, s.11.
[22] Elif Görgü,
“Brezilya, Kırk Katırla Kırk Satır Arasında”, Evrensel, 6 Nisan 2016, s.10.
[23] Serge Goulart,
“Brezilya Yargısı Engizisyon Mahkemelerine Dönüşerek İşçi Partisi ve CUT’a
Saldırıyor”, Gündem, 22
Ocak 2013, s.11.
[24] “Dilma Rousseff
60’lı yıllarda diktatörlüğe direnen yeraltı örgütünde militan. Yıllar sonra
enerji ve sanayide öne çıkan Rousseff ekonomik mucizeyi gerçekleştiren Lula’dan
sonra başkan seçiliyor, “Ülkenin Annesi” sıfatıyla. Ama, “anne” çocuklarını iyi
emziremiyor.
Ulaşım, gıda fiyatları katlanıyor, kiralar üçle
çarpılıyor, okul ve hastane hizmetleri kötüleşiyor, üretim düşüyor, büyüme hızı
düşüyor, Lula zamanında başlayan büyük yatırımlar yerinde sayıyor, harabe
hâlinde, üstüne üstlük su kıtlığı ve trafik keşmekeşi. Elektrik sürekli
kesiliyor, maçlar oynanırken kesilirse sürpriz olmaz.
Bunlara karşı ücretler yetersiz. Halk öfkeli, kupa
harcamalarının vergilerinden karşılandığını düşünüyor.
Brezilya’da hayat zorlaşırken, yeni statlar
yükseliyor. FIFA kendi ölçülerine göre, yeni stadyumlar istiyor. Brezilya
yapıyor, tahminen 2.7 milyar Euro’ya, kupanın toplam maliyeti ise 9.9 milyar
Euro dolayında. Ekmek bulmakta zorlanan halk, stadyumları görünce çıldırıyor,
milyonlar grevde ve gösterilerde.
Buna karşı Rousseff ‘anne şefkatini’ unutuyor, yeni
antiterör yasası getiriyor. Eylemde yakalanan herkes terörist sayılacak, ceza
katlanacak. Halk iyice çılgına dönüyor.” (Yalçın Doğan, “Çacando Elefantes
Brancos”, Hürriyet, 8 Haziran 2014,
s.20.)
[25] Brezilya’nın ilk
kadın Cumhurbaşkanı olan Dilma Vana Rousseff’e destek için ülke çapında
binlerce kişi yürüyüş yaptı ve ‘Darbe’ istemediklerini haykırdı. Göstericiler
Rio de Janeiro, Sao Paulo ve Brasilia dahil olmak üzere ülkenin 31 şehrinde
eski şehir gerillası da olan Dilma’nın İşçi Partisi’nin kırmızı renkli
bayrağını dalgalandırdılar. Yürüyüşte ‘Darbeye hayır’ ve ‘Demokrasi’
pankartları açıldı. (“Brezilyalılar Darbeye Karşı Ayakta”, Gündem, 4 Nisan 2016, s.13.)
[26] Elif Görgü,
“Brezilya’da Bir Darbe Var, Suç Ortağı da İşçi Partisi”, Evrensel, 20 Mayıs 2016, s.10.
[27] Abdullah Aysu,
“Peter Rosset: Brezilya, Darbe, Çiftçiler-MST”, Gündem, 9 Mayıs 2016, s.11.
[28] 1948’de kurulan ve
1950’den itibaren Arjantinli iktisatçı Raúl Prebisch’in yönetimini üstlendiği
BM Latin Amerika İktisadi Komisyonu (ECLA) yarıküre ve ötesinde kalkınma
politikalarını köklü tarzda etkileyen bir “entelektüel devrim” başlatmıştı.
ECLA öğretisi, ağırlıklı olarak hammadde ihracatına dayalı Latin Amerika
ülkelerinin ticaretteki uzun vadeli düşme eğiliminden olumsuz yönde
etkilendiğini ileri sürmekteydi: zaman içerisinde, aynı miktarda ithalatı
sürdürebilmek için daha fazla ihracat yapmak gerekiyordu. Prebisch’e göre bunun
nedeni, dünya ekonomisinin “merkez”indeki tekelci güçlerin uluslararası ticaret
aracılığıyla “çevre”den artı aktarımıydı. Bu nedenle ihracat yönelimli kalkınma
kronik dış ticaret açıklarına ve piyasa salınımları karşısında kırılganlığa yol
açmaktaydı - 20. yy. ortalarında Latin Amerika ülkelerinin çoğunun ihracat
gelirlerinin yarıdan fazlası bir avuç maldan sağlanmaktaydı. Prebisch yönetiminde
ECLA iktisada “yapısal” bir yaklaşım geliştiriyordu: ithal ikameci sanayileşme
ve iç pazarların canlandırılmasına bağlı içe dönük (ihracat yerine) bir
kalkınma modeli. Latin Amerika solunun 1960’lı yıllarındaki anti-emperyalist,
bağımsızlıkçı söylemleri, şu ya da bu biçimde Prepisch’in Keynes’ci tezlerinin
etkisini taşımaktadır. (Bkz. Marc Edelman ve Angelique Haugerud, “Introduction: The Anthropology
of Development and Globalization; The Anthropology of Development and
Globalization. From Classical Political Economy to Contemporary Neoliberalism. 2005, s.12.)
[29] “Brezilya İşçi
Partisi - PT, parti önderi Lula ile bir merkez sol hükümeti ilk defa başa
geldiğinde ki bu parti köylü hareketinin önemli bir ittifakıydı, köylü hareketi
tarım reformunun hızlanacağını ve merkez sağ dönemden çok daha fazla toprağın
köylülere dağıtılacağını düşünüyordu. (…) Lula iktidara geldiği zaman
Brezilya’da hâlihazırda finansal sermaye yerleşik olarak bulunuyordu.
Latifundia’yı verimli ve modern arazilere, şirket tarımına çevirmek, özellikle
soya olmak üzere ihracata yönelik girişimlerde bulunmak istiyorlardı. Bunun
nedeni bu arazileri küresel ekonomi ve tarımsal yakıtlar için kullanmaktı. Lula
hükümeti mecliste her daim azınlık hükümetiydi. Yönetimi sağlayabilmek için bir
çeşit ittifak yapması gerekiyordu. Tarım şirketleri ve finans kapitalle ittifak
yaptılar. (…) Toplumsal hareketler PT hükümetine karşı hayal kırıklığı
içerisindedir. PT, tarım reformunu gerçekleştirmek yerine durdurmuştur. Tarım
reformunu durdurdular, çünkü tarım şirketleri ve finans kapital ile ittifak
yaptılar. (…) Sadece tarım reformunun durması değil; tarım reformu
mücadelesinde elde edilen kazanımların geri alınması, toplumsal hareketlere
karşı doğrudan şiddet, saldırılar, polis saldırıları gibi durumlar da söz
konusu.” (Abdullah Aysu, “Peter Rosset: Brezilya, Darbe, Çiftçiler-MST”, Gündem, 9 Mayıs 2016, s.11.)
[30] Luiz Inácio Lula da
Silva, “Lula’dan Brezilya’nın Gençlerine Mesaj”, Birgün, 24 Temmuz 2013, s.11.
[31] UCLA’dan Perry
Anderson’un şu saptamaları, hayatî önem taşıyor: “Güney Amerika’da bir döngü
sona eriyor. 15 yıldır ABD’nin ilgisinden muaf biçimde, ticaretteki tırmanıştan
ve halk geleneğinin derin rezervlerinden faydalanan kıta, dünyada isyankâr
sosyal hareketlerinin düzen karşıtı hükümetlerle bir arada var olabildiği tek
yerdi. 2008 krizinin ardından isyanlar dünyanın dört bir yanına yayıldı. Ancak
aykırı hükümetler henüz belirmedi. Şimdi bu küresel istisna sona eriyor. Yerini
alacak bir yer de henüz ufukta görünmüyor.” (“Bir Döngü Sona Eriyor”, Cumhuriyet, 19 Nisan 2016,
s.13.)