Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 20 Haziran 2016
Geçerli Tarih: 05 Mayıs 2024, 12:59
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=23227
İBRAHİM KAYPAKKAYA VE KÜRT SORUNU[1]
SİBEL ÖZBUDUN
“Söyle ateşin söylemeye
çekindiğini.”[2]
İşkencede parçalanmış bedeni 20 Mayıs
1973 günü Diyarbakır’da babasına teslim edileli tam 43 yıl olmuş… “İntihar
etti,” demişler, utanmadan![3]
21 Nisan 1973 tarihli sorgu tutanağına
göre sorgusunu “Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi
kanaatlerimizi ve görüşlerimizi hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel
faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve
örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı olan şahıs ve grupları açıklamayız.
Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya
kadar anlattıklarımı samimiyetle inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna
yaptım. Ve sonuçtan asla pişman değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze
alarak ve can bedeli bir mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım.
Asla pişman değilim. Birgün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde
çalışacağım,”[4] sözleriyle
tamamlayan, ve Türkiye devrimci tarihine “Ser verip sır vermeyen yiğit” olarak
geçen İbrahim Kaypakkaya.
Hakkında söylenecek o kadar çok söz var
ki…
Uğradığı işkencelere tanıklık etmiş,
-belki de katılmış- bir astsubayın, babasına, oğlunu bulmak için geldiği
Diyarbakır Cezaevi’nde “İbrahim senin dediğin gibi sıradan bir insan değil.
Onun sol kolunu da kesseler, sade sağ kolu kalsa, kendisini rahat rahat
geçindirecek, yaşamını sürdürecek bir insan. Oğlun senin bildiğin gibi zayıf
iradeli bir insan değil,” dedirtecek[5] gözüpekliği
örneğin…
Ya da devrim savaşımına adanmış kısa
ömrüne (Diyarbakır’da katledildiğinde 26 yaşındaydı… Devrimci harekete
İstanbul’daki yükseköğrenimine başladığı 1968’de girişmiş ve epi topu beş yıl
yaşayabilmişti bu tarihten sonra) sığdırdığı mücadeleler: öğrenci hareketi,
köylülerin toprak mücadelesi, işçi eylemleri, Kürt ulusal talepleri…
Ve siyasal hattı: Önce Türkiye İşçi
Partisi… Ardından, kuşağının devrimcileriyle birlikte TİP’den kopuş ve Mihri
Belli’nin MDD hattını benimseyişi… Ardından, MDD’nin “darbeci” eğilimlerine
tepki olarak “Proleter Devrimci Aydınlık” (PDA) çevresinin oluşumuna katılışı…
Ve nihayet, başta “silahlı mücadele” olmak üzere bir çok konuda anlaşmazlığa
düştüğü TİİKP (PDA)’den koparak TKP-ML’yi kurması…
Ya da devrimci-pratik mücadeleyi bir
yandan devrimci kuram (Marx, Lenin, Stalin ve son yıllarında ağırlıklı olarak
Mao), bir yandan da ampirik çalışmalarla destekleyişi: 1970 yılında iki ay
boyunca çalışmalar yürüttüğü Çorum kırsalından topladığı verilere dayanarak
kaleme aldığı “Çorum İlinde Sınıfların Tahlili” ya da Kürecik’te bulunduğu
sıralarda topladığı verilere dayanarak yazdığı “Kürecik Bölge Raporu”… Ele
alınan bölgelerdeki devrimci dinamikleri yerli yerine oturtabilmek amacıyla
yerel sınıf dizilimlerinin tahlilini yapan ayrıntılı, siyaset sosyolojisi
kapsamına giren çalışmalardır…
Marksizm, Leninizm ve Maoizm’e ölesiye
bağlılığı…
Ya da, onu, kendi kuşağının
devrimcilerinden ayırt ederek ayrıcalıklı bir konuma yerleştiren, Kemalizm’den
kopuşu…
(“Kemalizm konusunda, metindeki
görüşlere katılmıyorum. Kemalizm kurtuluş savaşının içindeyken emperyalizm ve
feodalizm ile uzlaşmaya ve karşı devrimciliği temsil etmeye başlamıştır. Halka
ve komünistlere alçakça düşmanlık gütmüş ve onlardan gelen her hareketi
gaddarca ezmiştir. Mao Zedung’un Yeni Demokrasi kitabına aldığı dipnotunda,
Stalin de bundan söz ediyor. Ayrıca Şnurov’un kitabındaki bilgiler son derece
öğreticidir. M. Kemal’in ‘tam bağımsızlık ilkesi’ pratikte (1938’e kadarki
iktidar döneminde) görüldüğü gibi, emperyalizme teslimiyet, yarı sömürgeciliği
seve seve kabullenmektir. M. Kemal’in Sun Yat Sen ile kıyaslanması doğru
değildir. Olsa olsa Çan Kay-Şek’le kıyaslanabilir,” demektedir,
Eylül 1971’de Ankara’da toplanan TİİKP Merkez Komitesi’ne hitaben yazdığı 29
Ağustos tarihli mektupta.[6] Bu
görüşünü sık sık tekrarlayacaktır.)
Ama galiba en çok da, daha sosyalist
harekete dâhil olan Kürtlerin dahi “Kürt” adını telaffuz edemeyip “Doğu
Sorunu”ndan dem vurdukları bir dönemde, adıyla sanıyla “Kürt Sorunu”nu teşhis
edip “Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı”nı Kürt sorunu bağlamında “ama”sız,
“fakat”sız telaffuz edişiyle ayırt edilmeli. Aslına bakılırsa, Kaypakkaya’nın
Kemalizm’den kopuşunun somutlandığı nirengi noktası da burada.
Bu konuyu açımlamaya girişmeden önce,
dilerseniz gelin, Türkiye’de radikal devrimci hareketin biçimlendiği 1968
kesitine bir göz atalım…
Uluslararası Bağlam
1960’lı yıllarda sol/devrimci
hareketlerde, Batı Avrupa’dan başlamak üzere SSCB’nin lideri olduğu sosyalist
sisteme ve SBKP’nin temsil ettiği Marksizm yorumuna karşı radikal bir
eleştirelliğin yükselişine sahne oldu. Bu eleştirellikte birkaç etkenin etkisi
gözlemlenebilir. Özetle:
- Savaş sonrası SSCB’nin ağırlığı tahrip
olan sınai altyapısının onarımına ve Batı kapitalizmiyle “kalkınma” yarışına
girmesi sonucu devrimci atılımların atalete girmesi ve yönetimde
bürokratikleşme;
- İkinci Dünya Savaşı sonundan itibaren
uygulanagelen Keynesyen politikaların Batı kapitalizminde yol açtığı görece
refah ve istikrardan Batılı ülke işçi sınıflarının nemalanması sonucu Komünist
partilerde uzlaşmacı eğilimlerin ağırlık kazanması;
- Savaş sonrası bağımsızlığına kavuşan
eski sömürgelerde (Güneydoğu Asya, Afrika; ABD emperyalizminin doğrudan
“lebensraum”u olarak gördüğü Latin Amerika) siyasal bağımsızlığın emperyalist
sistemden bağımsızlıkla pekişmedikçe bir avuç işbirlikçinin semirmesinden başka
bir işe yaramayacağına dair bilincin yaygınlaşması; dolayısıyla da Üçüncü
Dünya’da köylülüğün ve köylü mücadelelerinin öne çıkışı (Çin’de Mao, Vietnam’da
Ho Chi Minh, Kore’de Kim Il Sung, Gine Bissau’da Amilcar Cabral, Kongo’da
Lumumba, Küba’da Fidel Castro; Che ve Frantz Fanon’un görüşleri…) Ve birbiri
peşisıra patlak veren ve başarıyla sonuçlanan bir dizi antiemperyalist devrim:
1952’de Mısır’da ve 1958’de Irak’ta İngiliz emperyalizmine darbe indiren ve
kitlelerin desteğini alan ulusal burjuva devrimleri, 1954’te patlak veren ve
sekiz yıl süren çetin bir savaştan sonra 1962’de Fransız emperyalistlerini
ülkeden defeden Cezayir halkının bağımsızlık savaşının zaferi, 1959’da zafere
ulaşan ve Latin Amerika’da bir dizi gerilla hareketine esin kaynağı olan Küba
devrimi, 1960’lı yıllarda Angola, Mozambik ve Gine Bissau’da Portekiz
sömürgeciliğine karşı gerilla savaşının başlaması ve Güney Afrika halkının
Apartheid rejimine karşı direnişe geçmesi, yine 1960’ların ikinci yarısında
Vietnam halkının ABD emperyalizmine ve uşaklarına ağır darbeler indiren ulusal
kurtuluş savaşının zafere doğru yürümesi, 1965’de El Fetih’ın İsrail
Siyonizmine karşı silahlı savaşıma başlaması, 1950’li ve 1960’lı yıllarda
Laos’ta, Filipinler’de, Birmanya’da, Tayland’da, İran’da, Kolombiya’da,
Hindistan’da vb. çoğu Maoist eğilimli gerilla hareketlerinin gerici ve faşist
yönetimlere karşı silahlı savaşıma girişmeleri…
“Bu dönemde devrimci güçler yüzlerini;
ABD emperyalistlerine ve onlarla örtük bir anlaşma içinde olan Sovyetler
Birliği’nin ‘barışçı geçiş’i öngören revizyonist yoluna karşı dünya
proletaryası ve halklarını devrim yapmaya çağıran ve 1966’da ‘Büyük Proleter
Kültür Devrimi’ni başlatan Mao Zedung’un Çin’ine ve 1967’de OLAS’ı (=Latin
Amerika Dayanışma Örgütü) kurarak bir başka devrimci odak olarak ortaya çıkan
ve Latin Amerika ülkeleri başta gelmek üzere tüm dünyada özellikle ezilen
halkların ABD emperyalizmine karşı devrimci kurtuluş savaşlarını
destekleyeceğini ilan eden Castro’nun Küba’sına çevirmişlerdi. Bu dönemin
kahramanları Ho Amca’lar, Che Guevara’lar, Amilcar Cabral’lar, Leyla Halit’ler,
Çaru Mazumdar’lar, Douglas Bravo’lardı. Onlar, ideolojik esinlerini, esas
olarak reformizme ve sosyal-demokrasiye doğru evrilmekte ve evrilmiş olan revizyonist
‘komünist partileri’nden ve Sovyet modern revizyonizminden değil, dünya
proletaryası ve halklarını emperyalizme ve gericiliğe karşı silah elde
savaşmaya çağıran Maoizm’den ve Kastroizm’den alıyorlardı,” diyor Garbis
Altınoğlu[7].
Bunlara bir de, Batı Avrupa ve Kuzey
Amerika’da yükselen 68 gençlik hareketlerinin anti-otoriter, anti-hiyerarşik ve
ırkçılık karşıtı söylemlerinin Marksizm’in “kireçlenmiş” yorumları üzerindeki
çözücü etkilerini eklemek gerekir.
Bu olguların tümü, şu ya da bu ölçüde,
Türkiye’de 1960’ların sonlarında yaygınlaşan devrimci hareketlerin (büyük
ölçüde TİP ve -gizli konumundan ötürü sınırlı ölçüde de- TKP ile karakterize
olan) Sovyetik etkinin dışında gelişmesinde etken olmuştur.
İç Dinamikler: Kemalizm’le Ünsiyet
Ancak hiç kuşku yok ki, esas ağırlık,
ülkenin iç dinamiklerindedir.
Ülkede devrimci gençlik hareketlerinin
boy verdiği 1960’ların ortalarında sol sahne başlıca iki yönelimin etkisi altındadır:
Türkiye’nin orta ölçüde sanayileşmiş bir ülke olduğu, bu nedenle de önündeki
stratejinin işçi sınıfının fiilî öncülüğünde bir sosyalist devrim olduğunu ve
bunun parlamentarist yoldan gerçekleştirilebileceğini savunan Türkiye İşçi
partisi hattı ile, bir yandan TKP geleneğinden, bir yandan da 27 Mayıs askerî
müdahalesinin teorisyenlerinden sol-Kemalist Doğan Avcıoğlu ekibi ve Yön
hareketinden beslenen[8] ve
ülkede kapitalizm, dolayısıyla da işçi sınıfının yeterince gelişmemiş olduğunu,
bu nedenle öncelikli adımın sosyalist devrimin yolunu açacak olan
anti-emperyalist ve antifeodal nitelikteki milli demokratik devrim olduğunu;
bunun ise, mevcut düzen icazetli demokrasi olduğundan, ancak parlamento dışı
yollardan gerçekleştirilebileceğini öne süren Milli Demokratik Devrim (MDD)
hattı...
1960’ların ortalarından itibaren hızla
politize olan devrimci gençlik hareketinin ilk adresi, TİP olacaktır. Ancak iki
hat arasındaki ayırım belirginleştikçe, radikal eylemlere ve silahlı mücadeleye
daha yakın gözüken MDD etkilenimi daha ağır basacak ve 1960’ların sonu ve 70’li
yıllara damgasını vuracak olan radikal devrimci hareketler, THKO, THKP-C ve
TKP-ML, 1968’de -kısa bir süre sonra ayrışmak üzere- Mihri Belli’nin etkili
olduğu Aydınlık Sosyalist Dergi çevresinde toplanacaklardı.
Aşamalı devrim stratejisini benimseyen,
antiemperyalizmi antikapitalizmden daha güçlü biçimde vurgulayan, bununla
bağlantılı olarak “millîcilik” vurgusu taşıyan MDD hattının, toplumun “ilerici”
kesimleri olarak nitelediği asker-sivil aydınların ideolojisi olarak
tanımladığı Kemalizm’le ünsiyeti daha belirgindir; onu sosyalist devrimin
ön-evresi olarak görülen demokratik devrimde “doğal müttefik” olarak görür:
“Bağımsız ve gerçekten demokratik bir
Türkiye’yi özleyen her Türk yurtseveri, politik ve meslek teşkilatlarıyla
işçiler, köy ve şehir emekçileri, Atatürkçü aydınlar, Kemalist Gençlik bu
çağrıya kayıtsız kalmayacaklardır. Milli Cephe’nin bir an önce, en derin ve
geniş surette kurulması, uzuvlanması için yaratıcı bir ruhla bütün ilericiler
seferber olmuşlardır.
Bu safhada yani demokratik devrim
safhasında en önemli ana meselelerde, yani anti-emperyalist ve anti-feodal
savaş zorunluluğu konusunda gerçekten Atatürkçü çevreler arasında güç birliğine
doğru kuvvetli bir eğilim belirmişken, işçi sınıfı öncülüğü konusunda baş
mesele olarak ele alıp, muhayyel Halkçı’lara çatmak pek olumlu ve yapıcı bir
tutum sayılamaz.”[9]
Bu “sevda”nın fazla uzun sürmediği,
biliniyor. Türkiyeli devrimcilerin büyük bölümü, işçi-köylü-öğrenci
hareketlerinin yükselişe geçişinden paniğe kapılarak 12 Mart muhtırasını
devreye sokan ülke egemenlerine ve ABD’li “patronları”na karşı silahlı mücadele
vermek için çıktıkları kırsalda ve 12 Mart işkencehanelerinde karşılarına “Türk
ordusu” kimliğiyle dikilen Kemalizm’le son bağlarını kopartacaktır. THKO lideri
Deniz Gezmiş’in idam sehpasında haykırdığı son sözler, “Yaşasın tam bağımsız
Türkiye! Yaşasın Marksizm-Leninizm’in yüce ideolojisi! Yaşasın Türk ve
Kürt halklarının bağımsızlık mücadelesi! Kahrolsun emperyalizm! Yaşasın
işçiler, köylüler!” bir bakıma bu “kopuş”un tescilidir.
İbrahim Kaypakkaya ise, 68 kuşağında bu
kopuşu ilk gerçekleştiren devrimcilerdendir.
68 Hareketi ve Kürt Sorunu
Şimdi dilerseniz bu kopuşun izini en
belirgin olduğu alanda, “Kürt sorunu” bağlamında izleyelim…
Kürtler Cumhuriyet tarihi boyunca
şiddetli uygulamalarla te’dip edilmiş, katliamlara, sürgünlere, zorla
asimilasyona tabi tutulmuş ve “Kürt sorunu” ülkenin geri kalanına
“unutturulmuştu”… 1950’de iktidara gelen Demokrat Parti ile birlikte, Kürt
coğrafyasında kısmî bir canlanma başlayacak, altyapı yatırımları ve dolayısıyla
iki coğrafya arasındaki iletişim artarken, çeşitli vesilelerle sürgün
edilmişler, topraklarına geri dönebilecekti. 50 ve 60’lı yıllar aynı zamanda
çok sayıda Kürt gencinin Türk üniversitelerinde öğrenim görmesine tanık oldu.
Irak’ta 1958 yılında Cumhuriyet ilan
edilmesi ve o güne dek ağır baskılar altında yaşayan Kürtlerin göreli özgür bir
ortama kavuşması; Molla Mustafa Barzani’nin sığındığı Moskova’dan ülkesine
davet edilerek yeni kurulan Kürdistan Demokrat Partisinin başına geçmesi, Irak
Kürtlerinin özerklik talebini yükseltmeleri, Türkiye Kürtlerinde ulusalcı bir
siyasallaşmaya yol açacaktı. Bu siyasallaşmanın gövdesini üniversitelerde
okuyan Kürt öğrenciler ile Kürt entelijensiyası oluşturuyordu. Kürt illerinde
ve İstanbul’da Kürt aydınlarının öncülüğünde dergiler yayınlanmaya başlamıştı.
Ne ki bu hareketlenme, Türk egemenlerin
paniğe kapılması için yeterliydi. İktidarda son yıllarını yaşayan DP, düğmeye
basmakta gecikmedi; 1959 Aralık’ında İstanbul ve Ankara’da 49 Kürt öğrenci ve
aydın tutuklandı. MİT’ten Cumhurbaşkanı Celal Bayar’a, “ekabiran”ın çoğunluğu
tutuklananların asılmasından yanaydı; “Asalım ve İstanbul’da Taksim meydanında
bir hafta sallandıralım, benzerlerine de ibret olur,”[10] diyordu
örneğin, Celal Bayar.
49’lar davası 27 Mayıs darbesinden
sonraya sarktı; 49’ları yeni Kürt toplu tutuklamaları izleyecekti. Askerî
çevrelerde, “DP’nin ‘Kürtçüler’le işbirliği içerisinde ülkeyi bölünmenin
eşiğine getirdiği” havası hâkimdi… 19 Ekim 1960’ta çıkartılan mecburi iskân
yasasıyla tutuklu Kürtlerin bir kısmı sürgün edildi. Baskıların kamuoyuna
yansıtılan gerekçesi ise, (27 Mayıs ruhuna uygun olarak), “Ağalığı, aşiret
düzenini tasfiye etmek”ti… Ve şiddetli bir inkâr ve asimilasyon politikası bir
kez daha devreye sokuldu: Kürtlerin Türk boyundan geldikleri iddiaları;
“Vatandaş Türkçe konuş” kampanyaları, Kürtçe ve Ermenice köy ve mıntıka
adlarının Türkçeleştirilmesi; bölge yatılı okullarının kurulması…
Ancak 1960 darbesi, aynı zamanda (“sol Kemalistler”in
“sosyalizme doğru bir ilk adım olarak karşıladığı) “planlı kalkınma” [ya da
(gerçekte sosyalist alternatife karşı) uluslararası ölçekte devreye sokulan
Keynesyen politikalar] çabalarının önünü açacaktı. “Kalkınma” retoriği,
özellikle sol çevrelerde hegemonik hâle gelmişti; bu durum (sosyalizme değilse
de) sola MBK indinde bir “meşruiyet” sağlıyordu.
27 Mayıs’ın sağladığı basın özgürlüğü
ortamında Kürt (günün söyleminde “Doğu”) sorunu, Türkiye kalkınması
problematiğinin mütemmim bir parçası olarak yerini almaktaydı: ağalığın, aşiret
düzeninin, feodalitenin tasfiyesi; “Doğu”nun kalkınması… Kürt aydınları Kürt
sorununu bu “kalkınma” retoriğinin içine yedirmelerine karşın, yayınladıkları -
kısa yayın yaşamları çoğunlukla tutuklamalar ve yasaklanmalarla son bulan-
dergilerde (Barış Dünyası, Dicle-Fırat, Roja Newe, Deng, Reya Rast, Yeni
Akış…) Kürtler üzerindeki baskılar, anadil hakkı gibi kimliğe değgin
sorunlara da eğiliyor ve sağ basında ırkçı ve şoven söylemlerin zincirinden
boşanmasını tetikliyorlardı.
Kürt sorunu çevresindeki tartışmalar,
Türk sağının azgın Kürt düşmanlığının da etkisiyle, giderek “ekonomik kalkınma”
sorunundan “ulusal sorun” boyutuna doğru evrilmekteydi. Devrimci mücadelenin
yükselişiyle atbaşı, çoğunlukla da içiçe gelişen bu sürecin ilk ete-kemiğe
bürünmüş biçimi, Doğu mitingleri ile bu mitinglerin kattığı ivmeden doğan
Devrimci Doğu Kültür Ocakları (DDKO) idi. Ümit Fırat’ın tanıklığıyla:
“(…) Türkiye İşçi Partisi’nin (TİP)
kurulması ve örgütlenmesiyle birlikte pek çok Kürt aydını ve yerel politikacısı
bu hareketin saflarında aktif olarak politik mücadeleye giriştiler. Bir çok
üniversiteli Kürt genci, gerek TİP’in çeşitli örgüt birimlerinde, gerekse de
başta Fikir Kulüpleri Federasyonu (FKF) olmak üzere çeşitli ilerici gençlik örgütleri
içerisinde yer aldılar. Ancak bu insanlar özellikle TİP içerisinde yasal bir
dayanağa sahip olmamakla birlikte fiili olarak kendi ulusal kimlikleri ile
çalışmalarını sürdürmekteydiler. Kendi aralarında alternatif bir politik
platforma sahip olmamakla birlikte kendiliğinden meydana gelmiş bir gruplaşmaya
yönelmişlerdi. Bu gruba o günün yasal bazı sakıncaları nedeniyle ‘Kürtler
grubu’ denilmemesine karşın, ‘Doğulular grubu’ denilmek suretiyle ayrı bir grup
oldukları bir bakıma statüleştirilmiştir. Bu grup TİP içerisindeki her bölgeden
Kürtler için bir çekim ve ortak hareket alanı olmuştur.”[11]
60’lı yılların ikinci yarısında yükselen
devrimci hareket, Kürt gençlerinin TİP’in sınırlarını aşmasında etken oldu: Bu
gelişmede 1967’de Kürt (o zamanki adıyla “Doğu”) bölgelerinde, TİP’in de
katılımıyla düzenlenen ve bölgenin geri bıraktırılmışlığına olduğu kadar,
anaakımda egemen olan Kürtlere yönelik aşağılayıcı tutum ve ifadeleri de hedef
alan “Doğu mitingleri”nin önemli bir payı vardır: 16 Eylül’de Diyarbakır; 24
Eylül’de Silvan; 1 Ekim’de Siverek; 8 Ekim’de Batman; 15 Ekim’de Dersim; 22
Ekim’de Ağrı ve nihayet 19 Kasım’da Ankara. Bu mitinglerde bir “ayrılık” talebi
dile getirilmemekte, “ulusların kaderini tayin hakkı”ndan söz edilmemektedir;
“geri bıraktırılmışlık” koşullarına tepki ön plandadır. Ancak Kürdistan doğal
kaynaklarının yağmalanması ve emek sömürüsüne tepkinin yanısıra, ulusal onura
saygı ve anadile ilişkin talepler de yükseltilmektedir.[12]
Bu mitingler, ve onların yarattığı
ivmeyle Devrimci Doğu Kültür Ocakları’nın (DDKO - 1969) kurulması, tahmin
edilebileceği üzere tüm düzen partilerinin sinir uçlarını ayağa kaldıracaktı.
DDKO amaç olarak,
- “Üniversitelerde bulunan Kürt
gençlerini belirli bir kültür çalışması içine çekmek, aralarında maddi
dayanışmayı kolaylaştırmak; ve
- Türkiye’de ırkçı-şoven, resmi
ideolojik kaynaklı bütün şartlanmaları kırmak, halkların kardeşçe ve eşitçe
yaşayabilmeleri yönünde mücadele veren demokrat ve devrimci kuruluşlar
yelpazesinde yerlerini almak”
düsturlarını benimsemişti ve “özellikle
ulusların kaderlerini kendilerinin tayin etme hakkı konusunda çeşitli sol
çevreler arasında geniş ve yaygın tartışmalar”ı hedefliyordu. Ankara, İstanbul,
Diyarbakır, Ergani, Silvan, Kozluk ve Batman’da örgütlenen Ocaklar, “Kürt
halkının varlığına, dilinin, kültürünün, tarihinin ve folklorunun varlığına
saygı gösterilmesini istemiş; İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin ışığı
altında Kürt halkının asimile edilmesine, Kürtlerin yaşadığı bölgede komando
zulmüne, toprak ağalığına, şeyhliğe ve aşiretçiliğe” karşı çıkmış;
“Türkiye’deki tüm halkların eşitliğine ve özgürlüğüne dayanan bir amaca
yönelmişlerdir.”[13]
Bu gelişmeler Türk düzen partilerinin,
statükonun sinir uçlarını ayağa kaldırmaya yetmişti, dedim. Üstüne üstlük,
Molla Mustafa Barzani Kuzey Irak’ta (Güney Kürdistan) bir süredir
sürdüregeldiği özerklik mücadelesini kısmen kazanmış, 11 Mart 1970 tarihinde
Kürtlerle Irak hükümeti arasında bir anlaşma imzalanmıştı. Anaakım basında
dizginlerinden boşanan ırkçı-şoven söylem bir yana, devlet, o bildik yöntemini,
“devlet terörü”nü harekete geçirmekte gecikmedi. 1970 başlarından itibaren
Silvan, Kozluk, Batman, Hakkâri, Mardin, Siirt, Diyarbakır gibi, özellikle
DDKO’nun etkin olduğu illerde yoğun komando operasyonları başlatıldı. DDKO’nun
Cumhurbaşkanı’na sunduğu 15 Mayıs 1970 tarihli raporda Kürt illerindeki komando
faaliyetleri şöyle betimlenmekteydi:
“Ocak ayı sonlarından beri Doğu’da
askeri birliklerce tatbik edilen toplu indirme harekâtına özellikle Diyarbakır,
Mardin, Siirt, Hakkâri yörelerinde girişilmiş ve hâlen eşkıya avı maskesi
altında devam etmektedir. Her köy aynı saat ve aynı şekilde basılmakta, her
köyde aynı işkence biçimleri uygulanmaktadır. Köyün etrafı motorlu araçlarla
sarılmakta, helikopterlerle köyün üzerinde uçuşlar yaptırmakta, köylülere
hiçbir şey sorulmadan dövülerek, evlerinden alınarak, belli alanlarda
kadın-erkek ayrı ayrı toplanmaktadır. Bu özel kamp yerlerinde onlara ‘silah
getirin’ denilmekte, köylü silah olmadığını söyleyince falakaya yatırılmakta,
yerlerde süründürülüp koşturulmakta, piramitler kurdurularak birbirine
bindirilmekte, bunlarla da yetinmeyerek köylüler çırılçıplak soyundurulmakta,
kadınların mahrem yerlerine el atılıp iğrenç muameleler yapılmaktadır. Bu
işkencelerde ölenlerin sayısı fazladır. Çırılçıplak soyunan kadın ve erkeklerin
üzerlerine su dökülerek saatlerce kamçılanarak sehpalardan baş aşağı
astırılmaktadır. Bu işkenceler sonucunda intihara teşebbüs eden köylüler oldu.
Yer yer çıplak edilen erkeklerin tenasül uzuvlarına ip bağlanıp kadınların
eline verilerek, bütün köy gezdirilmektedir. Yine çırılçıplak edilen kadınların
köy içinde bütün gün boyu dolaştırılmaları olayına sık sık rastlanılmaktadır.
Yine bu baskınlardan birçoğunda köylülerden kadın istenmiş ve bunun için
kadınlarını vermeyen köy halkı işkenceye tabi tutulmuştur.”[14]
Türkiye devrimci-sosyalist hareketi
içerisinde yer alan unsurların Kürt sorunundaki bu gelişmeler karşısındaki
tepkileri ikircimli olmuştur. Bir yandan Stalin’in Türkçe’ye çevrilerek (1969,
Sol Yayınları) geniş okur kitleleriyle buluşan Marksizm ve Milli Mesele’sinde,
Lenin’in Ulusların Kaderlerini Tayin Hakkı’nda ulusal sorun üzerine yazdıkları;
bir yandan Kürt halkının eşitlik ve onur talepleri karşısında rejimin acımasız
baskıları, bir yandan Kemalizm ile henüz kapatılamamış hesaplar, Mustafa
Kemal’i “tamamlanmamış bir millî demokratik devrim”in önderi, “ulusal
bağımsızlık”ın kalpaklı komutanı sanma yanılsaması.
Böylelikle solun biçimlenmekte olan Kürt
sorun ve talepleri karşısındaki tutumu, genellikle, “Kürt halkı vardır; Kürt
sorunu vardır; ama bu sorun ancak sosyalizmde çözülecektir; bunun için de Kürt
ve Türk devrimcilerin, devrim için omuz omuza mücadele etmesi gerekir.
Böl-yönet, emperyalizmin politikasıdır; bölünmeyelim, parçalanmayalım”la
sınırlıdır.[15]
İbrahim Kaypakkaya ve Kürt Sorunu
Ancak Türkiye devrimci hareketi
içerisinde sorunun, “Kürt ulusunun ayrılma hakkı dâhil kendi kaderini tayin
hakkı” çerçevesinde en net telaffuzu İbrahim Kaypakkaya’dan gelmiştir.
“Kürt sorunu” üzerine düşünceleri, öyle
gözüküyor ki Türkiye İhtilalci İşçi Köylü Partisi (TİİKP)’nin, Malatya-Tunceli
sorumlusu olarak görev yaptığı Doğu Anadolu Bölge Komitesi’ndeki (DABK)
faaliyetleri (1970-72) sırasında kristalize oldu. Partisine sunduğu “Kürecik
Bölge Raporu” Kürtler arasındaki çalışmalarının somut örneklerindendir.
Kaypakkaya Kürecik’de 20’si Kürt, çoğu Alevi 21 köyde çalışma yürüttüğünü
belirtmektedir.[16] Köylerin
sınıfsal yapısı, üretim araçları, mülkiyet ilişkileri, ticaret, sınıfların
devrimci mücadele karşısındaki tutumları, köylülerin ağalara karşı mücadeleleri
gibi başlıkların ele alındığı rapordaki şu ifadeler, Kürtler üzerindeki ulusal
baskıların yol açabileceği sonuçlar konusundaki “farkındalığı”na işaret ediyor:
“Faaliyet gösterdiğimiz 21 köyden, 20
tanesi Kürt’tür, Alevi köylerin hepsi de Kürt’tür. Fakat bölgede Kürt
milliyetçiliğinin en küçük bir belirtisine bile rastlamak olanaksızdır.
Tersine, egemen sınıfların zorla “Türk’leştirme” politikası epey başarı
kazanmış ve Kürtler arasında bile ‘Türk milliyetçiliği’nin baş göstermesine yol
açmıştır. Halkın çoğunluğu, yoksul Kürt ve Alevi olduğu için yüzyıllardan beri
üçlü bir baskının (ekonomik, ulusal ve dini baskıların) boyunduruğuna
koşulmuşlardır. Baskıların baş uygulayıcısı olan egemen sınıfların zorba devlet
gücü, halkta korku yaratmayı da bir ölçüde başarmıştır. Bu korku özellikle
yaşlılarda kendini gösteriyor ve bunlar, silahlı mücadele söz konusu olunca
aşırı çekinceli davranıyorlar. Kasımoğlu ve Dersim ayaklanmalarının
bastırılmasının ve bundan sonra ezilen halka vahşice işkence edilmesinin de bu
aşırı ihtiyatlılıkta payı vardır.”[17]
Lenin ve Stalin’in ulusal sorun
konusundaki tezlerinin kuramsal çerçevesi ile Kürt hareketinin 1960’ların
sonlarında yakaladığı ivmenin pratik deneyimlerine ilişkin gözlemleri, mensubu
olduğu PDA/TİİKP hareketine yönelik eleştirileriyle birleştiğinde, onda
Kemalizm’le de kesin kopuşu oluşturan görüşlerini biçimlendirmiş olmalı.
Nitekim sonradan TKP-ML’yi oluşturmak üzere ayrılacağı TİİKP hattına yönelik
ilk eleştirileri, “Milli Mesele” çerçevesindedir ve Kaypakkaya’nın Aralık
1971’de kaleme alıp, PDA’dan ayrıldıktan sonra gözden geçirerek Haziran 1972’de
yayınladığı “Türkiye’de Milli Mesele” başlıklı makalesinde yer alır. (Bu makale
Kaypakkaya’nın Kürt sorununa ilişkin tüm görüşlerini derli toplu biçimde
sunduğu için, yazının bundan sonraki bölümünde esas alınacaktır):
Kaypakkaya’nın Kürt sorunu konusunda
TİİKP’ne yönelttiği eleştirinin özü, parti program taslağında Kürtlerden bir
“ulus” olarak değil de bir “halk” olarak söz edilmesi ve parti desteğinin “Kürt
halkının kendi kaderini tayin hakkı”yla sınırlı tutulmasıydı. Oysa Kaypakkaya
“halk” ile “millet” kavramlarının ayırt edilmesi gereğini ısrarla
vurgulamaktadır:
“Şafak revizyonizmine göre milli baskı,
Kürt halkına uygulanmaktadır. Bu, milli baskının ne olduğunu anlamamaktır.
Milli baskı, ezen, sömüren ve hâkim milletlerin hâkim sınıflarının, ezilen
bağımlı ve uyruk milletlere uyguladığı baskıdır. Türkiye’de milli baskı, hâkim
Türk milletinin hâkim sınıflarının, sadece Kürt halkına değil, bütün Kürt
milletine, sadece Kürt milletine de değil, bütün azınlık uyruk milliyetlere
uyguladığı baskıdır.
Halk ve millet aynı şeyler değildirler.
Halk kavramı, bugün genel olarak işçi sınıfını, yoksul ve orta hâlli köylüleri,
yarı-proleterleri ve şehir küçük-burjuvazisini kapsar. Geri ülkelerde, halk
sınıflarına bir de emperyalizme, feodalizme ve komprador kapitalizmine karşı,
demokratik halk devrimi safında yer alan milli burjuvazinin devrimci kanadı
girer. Oysa millet, hâkim sınıflar da dâhil, bütün sınıf ve tabakaları içine
alır. ‘Millet [veya ulus]; dil, toprak, iktisadi yaşantı birliğinin ve ortak
kültür biçiminde beliren ruhi şekillenme birliğinin hüküm sürdüğü, tarihi
olarak meydana gelmiş istikrarlı bir topluluktur’ (Stalin). Aynı dili konuşan,
aynı toprak üzerinde oturan, iktisadi yaşantı birliği ve ruhi şekillenme
birliği içinde olan bütün sınıf ve tabakalar, milletin kapsamına dâhildirler.
Bunların içinde devrimden menfaati olan, devrim safında yer alan sınıf ve
tabakalar olduğu gibi, devrime düşman olan ve devrimle karşı-devrim arasında
bocalayan sınıf ve tabakalar da vardır. (…)
Bugün Kürt halkı kavramına Kürt
işçileri, Kürt yoksul ve orta hâlli köylüleri, şehir yarı-proleterleri, şehir
küçük-burjuvazisi ve Kürt burjuvazisinin demokratik halk devrimi saflarına
katılacak olan devrimci kanadı girer. Oysa Kürt milleti kavramına, bu sınıf ve
tabakalardan başka, Kürt burjuvalarının diğer bütün kesimleri ve Kürt toprak
ağaları da girer. Bazı çokbilmiş akıldaneler, toprak ağalarının milletten
sayılamayacağını iddia ediyorlar. Hatta bunlar Kürt bölgesinde toprak
ağalarının mevcut olması sebebiyle Kürtlerin henüz bir millet teşkil etmediği
kerametini de yumurtluyorlar. Bu, korkunç bir demagoji ve safsatadır. Toprak
ağaları aynı ortak dili konuşmuyor mu? Aynı toprak üzerinde oturmuyor mu? Aynı
iktisadi yaşantı birliği ve ruhi şekillenme birliği içinde bulunmuyor mu? (…)
Kürtlerin bir millet
oluşturmadığını ileri süren tez, besbelli ki baştan sona saçmadır, gerçeklere
aykırıdır ve pratikte de zararlıdır. Zararlıdır, çünkü böyle bir tez, ancak
ezen, sömüren ve hâkim milletlerin hâkim sınıflarının işine yarar. Onlar
böylece ezilen, bağımlı ve uyruk milletlere uyguladıkları milli baskıyı ve
zulmü, kendi lehlerine olan bütün imtiyazları ve eşitsizliği haklı çıkaracak
bir gerekçe bulmuş olurlar. Böylece proletaryanın, milletlerin eşitliği uğruna,
milli baskıların, imtiyazların vs... kalkması uğruna yürütmesi gereken mücadele
suya düşmüş olur. Milletlerin kendi kaderini tayin hakkı suya düşmüş olur. (…)
Türkiye’de Kürtlerin bir millet teşkil etmediğini iddia edenler, Türk hâkim
sınıflarının borusunu öttürmektedirler. Bilindiği gibi Türk hâkim sınıfları da
Kürtlerin bir millet olmadığını iddia etmektedir. Bunlar, Türk hâkim
sınıflarının imtiyazlarını savunmak suretiyle çeşitli milliyetlere mensup
emekçi halk kitleleri arasındaki güveni, dayanışmayı ve birliği alçakça sabote
etmektedirler.”[18]
Net bir biçimde görülüyor; Kaypakkaya
“Kürtleri devrim mücadelesine yedeklemek” kaygısıyla, onların bir ulus olduğunu
inkâr etmiyor. Tersine, söze, Kürt burjuvalarının, toprak ağalarının vb. dâhil
olduğu bir “Kürt ulusu”nun varlığını vurgulayarak başlıyor; yalnızca
ezilenlerin, yoksulların, köylülüğün vb. (halk) değil, (Türk hâkim sınıflarıyla
bütünleşen büyük toprak ağaları dışında) tüm Kürt ulusal kesimlerin “milli
baskı” altında olduğunu belirtiyor (“Kürt işçileriyle, yarı-proleterleriyle,
yoksul ve orta köylüleriyle, şehir küçük-burjuvazisiyle birlikte Kürt
burjuvazisi ve küçük toprak ağaları da milli baskıya maruzdur. Ve Kürt milli
hareketinin saflarını bu sınıflar teşkil ediyor. Milli baskılara karşı birleşen
bu saflardaki her bir sınıfın elbette kendine has emelleri ve hedefleri de var.
Biz bunlardan neyi, nereye kadar destekleyeceğimizi ilerde belirteceğiz”)
ve “kaderini tayin hakkı”nın sınıfsal (“halk”) bir konumlanışa değil, “ulus”a
ait olduğunu vurguluyor.[19]
Kaypakkaya’ya göre “ulusal baskı”nın
nedeni, yalnızca “yıldırmak” değil, ülkenin bütün pazarlarının maddi
zenginliklerinin rakipsiz hâkimi olmak”, Yeni imtiyazlar edinmek, eski
imtiyazları en son sınırına kadar genişletmek ve kullanmak”tır. Bir başka
deyişle, “ulusal sorun”, ezen ulus egemen sınıflarının iktisadî çıkarları,
“ulusal Pazar” üzerindeki hâkimiyeti tesis etme girişimiyle ilintilidir. Ezen
ulus egemen sınıfları, bu amaçları doğrultusunda ezilen ulusun (çıkarlarını
doğrudan kendilerine bağlamış kesimler dışındaki) tüm unsurları üzerinde baskı
uygularlar.
Bu bağlamda, Kaypakkaya’nın “ulusların
kendi kaderini tayin hakkı”na yönelik tutumu “ama’sız, fakat’sız”, tereddütsüz
bir destektir. Örneğin MDD’nin lideri Mihri Belli’nin şu satırlarında
duyumsanan, “Kürtlerin kendi kaderlerini tayin etmesi durumunda tercihlerini
gericilikten, feodal bağlardan yana kullanabilirler” kaygısını hiçbir şekilde
paylaşmamaktadır:
“Türkiye’de etkin topluluklar için ve
özellikle Kürtler için ana dil ve kültür eğitimlerinin, merkezi, laik, devrimci
bir cumhuriyet maarifi yönetiminde olmasını gerekli gördüğümüzü belirttik...
Tarihi köklere dayanan Türklerle Kürtler arasındaki kardeşliğin, Türkiye’de
ulusal birliğin, Türkiye’nin toprak bütünlüğünün hangi biçimde olursa olsun
baltalanması, hem Türklerin, hem Kürtlerin gerçek çıkarlarına aykırı sonuçlara
varır ve dünyanın bu bölgesinde emperyalizmin durumunu güçlendirir.”
Kaypakkaya M. Belli’nin bu kaygısını
“hâkim millet şovenizmi” olarak tanımlamaktadır. Ona göre “komünist tutum”,
“Kürt milletinin ayrı devlet kurma hakkını olanca gücümüzle savun”mak, “devlet
kurma hakkının herhangi bir ulusun tekelinde imtiyaz olmasını reddet”mektir..
Kaypakkaya tüm bunları tanır tanımasına
da, “ulusal devlet”in eninde sonunda burjuvazinin iç pazarı ele geçirmek
zorunluluğunu karşılayan bir mekanizma olduğu olgusunu da gözardı etmez; bir
başka deyişle, ezen ya da ezilen ulusun “devlet”ini fetişleştirmez. “Ulusal
hareketler”in ezilen ulusların burjuvazisinin öncülüğünde geliştiği olgusunu
görmezden gelmez. Ona göre, Türkiye Kürdistanı’nda ikili bir dinamik
yürürlüktedir:
“Bugün Türkiye Kürdistanı’nda ‘hızla
güçlenmekte’ olan hareket, hem Kürt burjuvazisinin ve küçük toprak ağalarının
başını çektiği Kürt milli hareketidir, hem de ezilen ve sömürülen Kürt işçi ve
köylülerinin, gittikçe komünist bir önderlikle birleşme istidadı gösteren sınıf
hareketi yani, halk hareketidir. Birincisi, sadece Türk hâkim sınıflarının
milli baskılarını ortadan kaldırmaya ve aynı zamanda Kürt burjuvazisinin ve
toprak ağalarının ‘iç pazarı’ ele geçirmesi amacına yöneldiği hâlde; ikincisi
hem Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının sömürü ve baskısına, hem de milli
baskıya, milliyetlerin ezilmesi politikasına karşı yönelmiştir.”
İbrahim Kaypakkaya’ya göre, günümüzde
“ister ayrı bir devlet kurmakla sonuçlansın, ister başka şekilde” ezilen ulus
burjuvazileri, toprak ağaları vb. öncülüğünde yürütülen ulusal hareketlerin,
“milli demokratik devrim”i tamamlama, yani emperyalizm ve feodalizmi tasfiye
etme yeteneği yoktur. Yine de bu, proletaryanın gerçekleştirebileceği bir
görevdir. Komünistlerin “ulusların kendi kaderini tayin hakkı”nı savunması, bu
durumun saptanması ve kabulünden bağımsızdır.
Öyle ki, Kaypakkaya, dönemin
devrimci/sosyalistlerini de etkilemiş olan “Şeyh Sait İsyanı’nın
gerici/işbirlikçi niteliği”, “emperyalizmin bir oyunu” olduğu retoriği
karşısında bu durumu çok net hatlarla ifade ediyor:
“Kürt isyanlarının yeni Türk devleti
tarafından vahşice bastırılmasını ve peşinden yapılan kitle katliamlarını
feodalizme karşı yönelmiş ‘ilerici’, ‘devrimci’ bir hareket diye alkışlayanlar,
sadece ve sadece iflah olmaz hâkim ulus milliyetçileridir. Böyleleri, yeni Türk
devletinin sadece feodal Kürt beylerine saldırmadığını, çoluk-çocuk,
kadın-erkek bütün Kürt halkına da vahşice saldırdığını, onbinlerce köylüyü
katlettiğini görmezlikten geliyorlar. Böyleleri, yeni Türk devletinin bu
katliamları yaparken, kendisine karşı çıkmayan feodal beylere candan dostluk
gösterdiğini, bunlara destek olduğunu ve bunları güçlendirdiğini unutuyorlar.
(…)
Bir de, Şeyh Sait ayaklanmasının
arkasında İngiliz emperyalizminin parmağı olduğu iddiasıyla, Türk hâkim
sınıflarının milli baskı politikasını savunmaya yeltenen sözümona ‘komünistler’
var. Biz burada İngiliz emperyalizminin parmağı olup olmadığını
tartışmayacağız. Böyle bir iddiayla milli baskı politikasının savunulup
savunulmayacağını tartışacağız. Şeyh Sait isyanının arkasında İngiliz
emperyalizminin parmağının olduğunu varsayalım. Bu şartlarda bir komünist
hareketin tutumunun nasıl olması gerekir? Birinci olarak, Türk hâkim
sınıflarının Kürt milli hareketini zorla bastırma ve ezme politikasına
kesinlikle karşı çıkmak, buna karşı aktif bir şekilde mücadele etmek, Kürt
milletinin kendi kaderini kendisinin tayin etmesini istemek, yani ayrı bir
devlet kurup kurmamaya bizzat Kürt milletinin karar vermesini istemek. Bu,
pratikte dışarıdan müdahale edilmeksizin, Kürt bölgesinde genel oylama
yapılması, ayrılma veya ayrılmama kararının bu yolla veya buna benzer bir yolla
bizzat Kürt milleti tarafından verilmesi anlamına gelir. Kürt hareketini
bastırmak için yollanan bütün askeri birliklerin geri çekilmesi, her türlü
müdahalenin kesinlikle önlenmesi, Kürt milletinin kendi geleceği hakkında
kendisinin karar vermesi, komünist hareket birinci olarak bunun için mücadele
eder ve Türk hâkim sınıflarının bastırma, ezme, müdahale politikasını kitlelere
teşhir eder, ona karşı aktif olarak savaşırdı. İkincisi, İngiliz
emperyalizminin milliyetleri birbirine düşürme politikasını, bunu her
milliyetten emekçi halka, bunların birliğine verdiği zararı kitlelere teşhir
eder, İngiliz emperyalizminin müdahale, içişlere burnunu sokma politikasıyla
aktif olarak savaşırdı. Üçüncüsü, Kürt ulusunun ayrılmasını, ‘bir bütün olarak
sosyal gelişmenin ve sosyalizm için proletaryanın sınıf mücadelesinin
menfaatleri açısından yargılar’, bizzat ayrılmayı destekleme veya desteklememe
yolunda bir karara varırdı. Eğer ayrılmamayı proletaryanın sınıf menfaatlerine
uygun buluyorsa, Kürt işçileri ve köylüleri arasında bunun propagandasını
yapardı; özellikle Kürt komünistleri, kendi halkı arasında birleşmenin
propagandasını yapardı ve milli baskılara karşı mücadeleyi toprak ağalarının,
mollaların, şeyhlerin, vb. durumunun güçlenmesiyle bağdaştırma çabasında
olanlara karşı mücadele ederdi. Buna rağmen Kürt ulusu ayrılma yönünde karar
verirse, Türk komünistleri buna razı olur, ayrılma isteğinin karşısına zor
çıkarma eğilimleriyle kesinlikle mücadele ederdi. Kürt komünistleri ise Kürt
işçi ve emekçileri arasında “birleşme”nin propagandasını yapmaya, emperyalist
müdahaleyle mücadeleye; Kürt feodal beyleriyle, şeyhlerle, mollalarla,
burjuvazinin milliyetçi amaçlarıyla mücadeleye devam ederdi.
Eğer komünist hareket, Kürt ulusunun
ayrılmasının proletaryanın sınıf menfaatleri açısından faydalı olacağına karar
verirse, mesela ayrılma hâlinde Kürt bölgesinde devrim imkânı artacaksa, o
takdirde bizzat ayrılmayı savunurdu; hem Türk işçi ve emekçileri arasında, hem
de Kürt işçi ve emekçileri arasında ayrılmanın propagandasını yapardı. Her iki
hâlde de, Türk işçi ve emekçileriyle Kürt işçi ve emekçileri arasında sıcak ve
samimi bağlar doğardı. Kürt halkı, Türk halkına ve komünistlere büyük bir güven
ve dostluk duygusu beslerdi. Halkların birliği pekişir, devrimin başarısı daha
da kolaylaşırdı.” (ss.189-190.)
Bu satırların programatik bir değer
taşıdığını düşünüyorum. Devrimcilerin, sosyalistlerin desteklediği UKTH, bir
“ilke”dir. Bu ilkeyi, kendi egemen sınıflarının ezilen ulus karşısında
uyguladığı her türlü baskı ve tahakküme karşı çıkarak hayata geçirirler. Ötesi,
yani ilkenin pratikte alacağı biçimler ise, farklı tutumlara yol açabilir. Bir
başka deyişle, ezilen ulusun ayrı devlet kurma “hakkı”nın desteklenmesi başka,
o ulusun egemen sınıflarının desteklenmesi[20] başka
şeylerdir. Devrimciler, sosyalistler, bir yandan ezilen ulusların ulusal
tahakkümden, boyunduruktan kurtulma mücadelelerini, yani ezilen ulusun ezen
ulusa karşı mücadelesini, ama aynı zamanda (her iki ulustaki) tüm ezilenlerin,
sömürülenlerin kardeşliğini ve sömürücü sınıflara karşı mücadelesini
desteklerler. Ezilen ulusun kendi kaderini tayin hakkı ilkeseldir; ama her iki
ulusun komünistlerinin bu hakkın kullanılış tarzı konusundaki tutumlarını,
konjonktür belirleyecektir… İşçi sınıfı açısından aslolan ise, “farklı
milliyetlerden proleterlerin” şu ya da bu ulusal bayrağın değil, kendi
sancağının etrafında toplanması, yani “Enternasyonal”dir.
“Türkiye’de Milli Mesele” makalesinin
bir başka çarpıcı yönü ise, onun “işçi-köylü-emekçi güzellemeleri”ne prim
vermeksizin, popülizme düşmeksizin Türkiye’de emekçilerin egemen sınıfların
ideolojik hegemonyası altında olduğunun bilinci ve bunu çekinmeden dile
getirmesidir. Kaypakkaya emekçiler üzerindeki ideolojik hegemonyaya karşı
mücadelenin de altını çizer:
“Öte yandan, ‘Türkiye’nin bütün işçi ve
köylüleri’nin bugün Kürt milletinin en haklı ve ileri isteklerini dahi
desteklediğini iddia edemeyiz. Bu, sadece arzu edilen bir şeydir ama, ne
yapalım ki, gerçek değildir. Türk işçi ve köylülerinin bilinçleri, Türk hâkim
sınıfları tarafından milliyetçilik ideolojisiyle geniş ölçüde karartılmıştır.
Hâkim ulus milliyetçiliği, değil köylülerin, proleterlerin en ileri
unsurlarının bile gözlerini az çok karartmıştır. Yani özellikle Türk
komünistlerinin önünde Türk milliyetçiliğini yıkmak görevi, işçi ve köylüleri
burjuva milliyetçiliğinin her türlü kalıntılarından temizlemek görevi vardır.” (s.201.)
Ve Kaypakkaya’ya göre Türkiye’de “hâkim
sınıf milliyetçiliği”nin, ya da egemen ideolojinin kaynağı, Mustafa Kemal ve
Kemalizm’dir. Ulusların kendi kaderini tayin hakkına olan ilkesel bağlılık,
onun Kemalizm’le kopuş momentlerinin en önemlilerinden birini oluşturmaktadır:
“Kaldı ki, M. Kemal, Sivas Kongresi’nde
merkezi otorite diye bir şeyin mevcut olmadığı veya iyice çöktüğü şartlarda
Kürtlerin varlığından sahte bir edayla bahsederek, gerçekte Kürt milletinin
olası bir ayrılma hareketini engellemek istemiştir. Onların, Türk
burjuvazisinin ve toprak ağalarının boyunduruğuna razı olmalarını sağlamak
istemiştir. M. Kemal’in bütün hayatı Kürt milletine ve diğer azınlık
milliyetlere baskı ve zulüm örnekleriyle doludur. Türkiye’de milli meselede
komünistlerin kendilerine destek edinemeyeceği biri varsa, o da M. Kemal’dir.
Hatta Türkiye’de en başta mücadele edilecek milliyetçilik, hâkim ulus
milliyetçiliği olan M. Kemal milliyetçiliğidir. İnönü’nün Lozan’da Kürtlerin de
temsilcisi olduğunu iddia etmesi de, Kürt milletinin kendi kaderini tayin
hakkına açıkça bir saldırıdır. Kürt milletinin kaderini dışarıdan tayin etme
alçaklığıdır. Kürt milletinin oturduğu bölgeyi Türkiye sınırlarına yani Türk
burjuvazisinin ve toprak ağalarının hâkimiyet alanına, emperyalistlerle
pazarlık yaparak dâhil etme kurnazlığıdır! Ve Türk milliyetçiliğinin en azgın
bir biçimde tezahür etmesidir.” (s.212.)
Özetle, “millî mesele” ya da
Türkiye’deki bağlamıyla Kürt sorunu konusunda Lenin ve Stalin’in görüşlerinden
kalkınan İbrahim Kaypakkaya, “devlet kurma hakkı” olarak tanımladığı “ulusların
kendi kaderini tayin hakkı” konusunda, işçi sınıfının enternasyonal birliği[21] ile ulusların kendi devletlerini kurma
hakkını aynı solukta savunmaktadır. Onun tercihi, emekçilerin “birliği”nden
yanadır; ama “gönüllülüğe dayalı sağlam bir birlik”. “Yine komünistler,”
demektedir, “genel olarak büyük devletler hâlinde örgütlenmiş olmayı, küçük
küçük devletler hâlinde örgütlenmiş olmaya tercih ederler. Çünkü geniş bir
alana kurulmuş büyük devletler, sınıf mücadelesi açısından, geniş çapta üretim
yapılması açısından ve sosyalizmin inşası açısından daha elverişli şartlara
sahiptir.” (s.206.)
Bu ol(a)madığı durumda, yani ezilen ulus
tercihini ayrılmaktan, kendi devletini kurmaktan yana kullanıyorsa, o zaman
yapılacak iş, bu karara (aktif destek sunulmasa, “birleşme” lehine propaganda
yürütülse de) saygı göstermektir:
“Komünistler, Kürt milletinin ayrı bir
devlet kurup kurmayacağı kararını tamamen ve kesinlikle Kürt milletine bırakır.
Kürt milleti isterse ayrı bir devlet kurar, istemezse kurmaz. Buna karar
verecek olan başkaları değil, Kürt milletidir. Komünistler, bir milletin
ayrılma isteğinin önüne kendileri asla engel çıkarmayacağı gibi, burjuva ve
toprak ağalarının hükümetinin engel çıkarma, zor kullanma girişimleriyle de
aktif olarak mücadele eder. Her türlü dış müdahaleye karşı mücadele eder. Eğer
Kürt proletaryası ve emekçileri ayrılmanın devrimi zayıflatacağının bilincinde
ise, o zaten birleşmek yolunda elinden geleni yapacaktır; bilincinde değilse,
onun adına dışarıdan müdahaleye kimsenin hakkı yoktur. Dışarıdan müdahale, zor
kullanma, ayrılma isteğinin önüne engel çıkarma hangi gerekçeyle olursa olsun,
‘ulusların kendi kaderini tayin hakkı’na bir tecavüzdür. Böyle bir tecavüz,
işçilerin ve emekçilerin birliğini baltalar, birbirine güvenini sarsar, milli
düşmanlıkları körükler, sonuç olarak, uzun vadede proletaryanın davasına büyük
zararlar verir.” (s.209.)
Ve nihayet, İbrahim Kaypakkaya’nın,
“peki ama bütün bunlar nasıl olacak? Sizin iktidarınızda ulusal sorun nasıl
çözümlenecek?” gibi “projeci” bir soruya verdiği bir yanıt vardır:
“Demokratik halk diktatörlüğü sisteminde
bütün milletlerin ve dillerin tam eşitliği garanti edilecektir. Hiçbir zorunlu
dil tanınmayacak, halka bütün yerli dillerin öğretildiği okullar sağlanacaktır.
Halk devletinin anayasası, herhangi bir milletin, herhangi bir imtiyaza sahip
olmasını ve milli azınlığın haklarına herhangi bir tecavüzü kesinlikle
yasaklayacaktır. Her ulusa, kendi kaderini tayin etme hakkı tanınacaktır. Bütün
bunların gerçekleşmesi için, özellikle yaygın bölgesel özerklik ve tamamen
demokratik yerel kendi kendini yönetim gereklidir. Bu özerk ve kendi kendini yöneten
bölgelerin sınırları, ekonomik ve sosyal şartlar, nüfusun milli bileşimi vb...
temeli üzerinde, bizzat mahalli nüfus tarafından tayin edilecektir.” (s.215.)
Günümüzde Kürt çevreleri tarafından
sıkça telaffuz edilen “Demokratik özerklik”, “komünalizm”, “ekolojik-demokratik
toplum”, “demokratik cumhuriyet” gibi muğlak ve müphem kavramlardan çok daha
net, açık ve akla yakın bir formülasyon, değil mi?
Eğer öyleyse, Kürt Hareketi’nin İbrahim
Kaypaya’yı bir kez daha (örneğin Murray Bookchin’den daha) dikkatle okuması
gerekmiyor mu?
15 Mayıs 2016 08:36:55, Ankara.
N O T L A R
[1] 22 Mayıs 2016
tarihinde İstanbul’da, 29 Mayıs 2016’de Dersim’de düzenlenen “Tarihsel Miras ve
Kaypakkaya Sempozyumu”na sunulan tebliğ… Kaldıraç, No:179, Haziran 2016…
[2] René Char.
[3] “Babası İbrahim
Kaypakkaya’yı Anlatıyor”…
http://www.cafrande.org/babasi-ibrahim-kaypakkayayi-anlatiyor-bir-defa-yuzunu-goreyim-dedim-ama-gostermediler/
[4] “TKP(M-L), TİKKO,
TMLGB Davası” (Klasör No 3, Dosya No 1, Sıra No.4.)
[5] “Babası İbrahim
Kaypakkaya’yı Anlatıyor”,
http://www.cafrande.org/babasi-ibrahim-kaypakkayayi-anlatiyor-bir-defa-yuzunu-goreyim-dedim-ama-gostermediler/
[6] Turhan
Feyizoğlu, İbo (İbrahim
Kaypakkaya), Ozan Yayıncılık,
İstanbul, 2000.
[7] Garbis
Altınoğlu, “Bir İbrahim Kaypakkaya Değerlendirmesi”, Teori ve Politika, Ekim 2006… http://www.teorivepolitika.net/index.php/arsiv/item/210-bir-ibrahim-kaypakkaya-degerlendirmesi
[8] Yön Hareketi’yle
MDD arasındaki ilişki için bkz: Melek Zorlu, “TKP’den TİP’e Sol Kemalizm: MDD
Örneği”, (Y. Lisans Tezi), A.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetimi ve
Siyaset Bilimi Ana Bilim Dalı, Ankara 2006, öz. ss.121-124.
[9] Mihri Belli
(Mehmet Doğu), Yön Dergisi, Sayı:48. Akt.: Haluk Yurtsever, Marksizm ve Türkiye Solu, El
Yayınevi, ss.186-187.
[10] “Sosyalizm ve
Kürtler”, Sosyalizm ve
Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c.7,
s.2112, İletişim Yayınları, 1988.
[11] Ümit Fırat,
“Devrimci Doğu Kültür Ocakları”, Sosyalizm
ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c.7,
s.2118, İletişim Yayınları, 1988.
[12] Bu mitinglerde
taşınan pankart ve dövizler; “zamanın ruhu” hakkında fikir vermekte: “Doğu’nun
kaderi açlık, işsizlik, hor görülme. Batı vatan, ya Doğu ne? Doğulu insanlığını
ve vatandaşlığını mutlaka kabul ettirecektir. Batı’ya fabrika, yol, Doğu’ya
komando, karakol. Batı’ya imar, Doğu’ya istismar. Milli gelir: Manisa 2350,
Ağrı 500, Aydın 2500, Hakkâri 250… Dipçik değil uzanan el istiyoruz… Petrol,
bakır krom bizde, yaşamak sizde!... Bazoka değil fabrika isteriz… Doğuluyu
kovmak isteyenler kovulacaktır. Baskı cenderesi son bulsun… Mezarda yaşayanlar
geliyor. Petrol kanımızdı onu da aldınız… Siyasi ve iktisadi baskınız
içimizdeki ateşi söndüremeyecektir. Bölücü diyor kalkmış da. Oşt Ha! Bize
mağara onlara villa. Birlik eşitlik ile olur. Ayrılanlar dağılır, parçalanır;
birleşenler boyun eğmez, dayanır. Hak verilmez, alınır. Doğu müstemleke
değildir! Dilimize hürmet ediniz. Ağa, şeyh komprador üçlüsüne paydos…”
(“Sosyalizm ve Kürtler”, Sosyalizm
ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c.7,
s.2129, İletişim Yayınları, 1988.)
[13] Ümit Fırat,
“Devrimci Doğu Kültür Ocakları”, Sosyalizm
ve Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c.7,
s.2119, İletişim Yayınları, 1988.
[14] “Sosyalizm ve
Kürtler”, Sosyalizm ve
Toplumsal Mücadeleler Ansiklopedisi, c.7,
ss.2131-32, İletişim Yayınları, 1988.
[15] Ne ki Türkiye
devrimci hareketi günümüzde kimi çevrelerin iddia ettiği üzere Kürt sorunu
karşısında “düşmanca” bir tutum içerisinde değildir; olmamıştır. Örneğin İsmail
Beşikçi’nin Kürt sorununa ilişkin ilk ayrıntılı çalışması Doğu Anadolu’nun Düzeni’nin ilk
baskısı Temmuz 1969’da 5000 nüsha olarak yapılmış ve kitap kısa sürede
tükenmişti. O dönemin “ulusalcı” sol önderlerinden Mihri Belli dahi “hükümet
gözetiminde Kürtçe yayın ve eğitim yapılması gereği”nden söz etmektedir. Ve
Türkiye İşçi Partisi, 12 Mart rejiminde kapatılmasına yol açacak o ünlü kararı,
29 Ekim 1970’de gerçekleştirilen 4. Büyük Kongresi’nde almıştır. Kararda:
“(1) Türkiye’nin Doğu’sunda Kürt
halkının yaşamakta olduğu; (2)
Kürt halkı üzerinde, baştan beri, hâkim sınıfların faşist iktidarlarının, zaman
zaman kanlı zulüm hareketleri niteliğine bürünen, baskı, terör ve asimilasyon
politikasını uyguladıkları; (3)
Kürt halkının yaşadığı bölgenin, Türkiye’nin öteki bölgelerine oranla geri
kalmış olmasının temel nedenlerinden birinin, kapitalizmin eşitsiz gelişme
kanununa ek olarak, bu bölgede Kürt halkının yaşadığı gerçeğini göz önüne alan
hâkim sınıf iktidarlarının güttükleri ekonomik ve sosyal politikanın bir sonucu
olduğu; (4) Bu nedenle ‘Doğu
sorununu’ bir bölgesel kalkınma sorunu olarak ele almanın, hâkim sınıf
iktidarlarının şoven-milliyetçi görüşlerinin ve tutumunun uzantısından başka
bir şey olmadığı; (5) Kürt
halkının Anayasal vatandaşlık haklarını kullanmak ve diğer tüm demokratik özlem
ve isteklerini gerçekleştirmek yolundaki mücadelesinin, bütün anti-demokratik,
faşist, baskıcı, şoven-milliyetçi akımların amansız düşmanı olan Partimiz
tarafından desteklenmesinin olağan ve zorunlu bir devrimci görev olduğu; (6)
Kürt halkının gelişen demokratik özlem ve isteklerini ifade ve gerçekleştirme
mücadelesi ile işçi sınıfının ve onun öncü örgütü Partimiz öncülüğünde
yürütülen sosyalist devrim mücadelesini tek bir devrimci dalga halinde
bütünleştirmek için, Kürt ve Türk sosyalistlerinin Parti içinde omuz omuza
çalışmaları gerektiği; (7) Kürt halkına karşı uygulanan ırkçı-milliyetçi şoven
burjuva ideolojisinin, Partililer, sosyalistler ve bütün işçi ve diğer emekçi
yığınlar arasında yerle bir edilmesini sağlamanın, Partinin ideolojik
mücadelesinin ve gelişmesinin temel ve devamlı bir davası olduğu; (8) Partinin, Kürt sorununa, işçi
sınıfının sosyalist devrim mücadelesinin gerekleri açısından baktığı” kayıt altına alınmıştır. (Metin
Çulhaoğlu, “40 Yıl Önce Kürt Sorunu”, Birgün, 20 Temmuz 2010,
http://www.birgun.net/haber-detay/40-yil-once-kurt-sorunu-15348.html)
[16] İbrahim
Kaypakkaya, “Kürecik Bölge Raporu”, (Ekim 1971). Seçme Yazılar, Umut Yayımcılık, 2004.
[17] İbrahim
Kaypakkaya, “Kürecik Bölge Raporu”, (Ekim 1971). Seçme Yazılar, Umut Yayımcılık, 2004.
[18] İbrahim
Kaypakkaya, “Türkiye’de Milli Mesele”, Aralık 1971, ss.171-173.
[19] Konumuzla doğrudan
ilintili olmamakla birlikte, Kaypakkaya’nın, “Kürt milletinin dışında da bir
ulus teşkil etmeyen azınlık milliyetler”in varlığına dikkat çekmesi ve “bunlar
üzerinde de dillerini yasaklamak vb. şeklinde milli baskı uygulandığını”
belirtmesi, kendi döneminde istisnai bir tutumdur.
[20] “…Dördüncü
olarak, milliyeti ne olursa olsun, bilinçli Türkiye proletaryası, çeşitli
milliyetlere mensup burjuvazi ve toprak ağalarının kendi üstünlükleri ve
imtiyazları için yürüttükleri mücadelede tamamen tarafsız kalacaktır. Bilinçli
Türkiye proletaryası, Kürt milli hareketi içindeki Kürt milliyetçiliğini
güçlendirmeye yönelen eğilime asla destek olmayacaktır; burjuva milliyetçiliğine
asla yardım etmeyecektir; Kürt burjuvalarının ve toprak ağalarının kendi
üstünlükleri ve imtiyazları için giriştikleri mücadeleyi kesinlikle
desteklemeyecektir; yani, Kürt milli hareketi içindeki genel demokratik
muhtevayı desteklemekle yetinecek, onun ötesine geçmeyecektir.” (İbrahim
Kaypakkaya, “Türkiye’de Milli Mesele”, s.194.)
[21] “Marksist-Leninist
hareket, işçi sınıfının ve diğer emekçilerin belli bir devlette, birleşik
örgütlerde, siyasi sendikal, kooperatif, eğitsel vb. örgütlerde
kaynaştırılmasını savunur. İşçileri ve emekçileri milliyetlerine göre ayrı
örgütlerde toplama eğilimleriyle mücadele eder. Çünkü değişik milliyetlerin
işçileri ve emekçileri, uluslararası sermayeye ve gericiliğe karşı ancak bu
şekilde başarılı mücadele yürütme imkânına kavuşur; bütün milliyetlerin toprak
ağalarının, din adamlarının ve burjuva milliyetçilerinin propagandasıyla ve
gerici özlemleriyle ancak bu şekilde başarıyla mücadele etme imkânına kavuşur.”
(İbrahim Kaypakkaya, “Milli Mesele”, s.215)