Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 25 Nisan 2016
Geçerli Tarih: 07 Mayıs 2024, 02:58
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=22984
KAPİTALİZM, KÜLTÜR, DİRENİŞ[*]
SİBEL ÖZBUDUN
“Gutta cavat lapidem non vi,
sed saepe cadendo.”[1]
Bu yazıda uzun uzadıya “Kültür nedir?” sorusunu tartışmak istemiyorum:
Hem onun, Raymond
Williams’ın deyişiyle “İngiliz dilinin en karmaşık üç kavramından biri”[2] olması nedeniyle (kavram tarihsel
olarak fazla miktarda anlam katmanın üst üste yığılmasından oluşmuştur ); hem
de bu işe başka yerlerde girişmiş olduğum için.[3] Fazlasıyla
zamanımızı alır; korkarım işin içinden de çıkamayız.
Ama kültüre ilişkin düşünürken kalkış noktası kabul ettiğim kaziyelerden
birini hemen dile getireyim. Tarihsel olarak içerisine girdikleri üretim
ilişkileri, insanları değiştirir. Tabii kültürlerini de…
Örneğin kapitalizm, girdiği coğrafyalarda yaşam tarzlarını, insan
ilişkilerini ve “paylaşılan anlam sistemlerini” (Geertz) köklü bir biçimde
değişime uğratmıştır. E.P. Thomson’un İngiltere’de işçi sınıfının
oluşumunun/biçimlenişinin izlerini sürdüğü anıtsal yapıtında ifade ettiği
üzere, “zavallı çorapçıyı, Luddcu kumaşçıyı, ‘modası geçmiş’ el tezgâhı
dokumacısını, “ütopyacı” zanaatkârı ve hatta Joanna Southcott’un aldatılmış
müridi”ni[4] bir-iki
kuşak içerisinde sanayi işçilerine dönüştürdüğü ve böyle yaparken de onların
simge ve anlam(landırma) dünyalarını köklü biçimde değiştirdiği gibi…
Yalnız işçileri değil, aynı zamanda Weber’in portresini çizdiği “dindar,
öte dünyacı, püriten, münzevî Protestan” girişimcileri de değiştirmiştir
kapitalizm…
(“Yalnız, Benjamin Franklin’in kendi yaşam öyküsünde az rastlanan bir
samimiyetle gün ışığına çıkardığı kendi yapısı değil, erdemin ‘yararlılığı’
olarak ortaya çıkan algının kendisini tanrısal vahiye indirgeyerek, erdemli
olmayı istemesi de, eylem ilkeleri arasında bencillikten başka şeylerin
bulunduğunu gösterir. Her şeyden önce, bu ahlâkın ‘summum bonum’[5]u olan daha
fazla para kazanma, doğal bütün zevklerden daha fazla kaçınma ile birleşince
tamamen bütün eudaimonist[6] ya
da hatta hedonist bakış açılarından yoksundur; kendi içinde amaç olarak
düşünüldüğünde bireyin ‘mutluluğu’ ya da ‘yarar’ı karşısında her zaman
bütünüyle aşkın ve tamamen usdışı görünmüştür. Kazanmak, insanın yaşamının
amacıdır, yoksa maddi yaşam gereksinimlerini karşılayacak araç değildir,” diye
betimler Weber, tohum hâlindeki Protestan kapitalisti[7])
Evet, kapitalizm, Tanrı’nın inayetine mazhar olmak üzere her türlü
zevkten elini eteğini çekip yalnızca biriktirme ve yatırım yapmanın peşindeki
“dünyevî münzevi” Kalvinist girişimciyi de, birkaç kuşak içerisinde,
“Lamborghini Aventador’uyla, 12 milyon dolarlık yatını yarıştıran ve özel jetle
80.000 dolarlık, ‘yanıbaşında her zaman bir şişe şampanyanın hazır beklediği’
Afrika turuna çıkan”[8] zevk
düşkününe dönüştürdü…
Ya da başka bir örnek:
“Hong Kong’lu para babası, konuklarının Macau’da inşa etmekte olduğu
lüks malikâneye nakledilmesinde kullanılmak üzere Rolls Royce otomobillerinin
şimdiye dek aldığı en büyük siparişi vererek 30 Phantom talep etti.
Stephen Hung sözleşmeyi, şirketin İngiltere’deki Goodwood fabrikasında
Rolls Royce yöneticileriyle imzaladı.
Uzun Phantom’lar Hung’ın 2016 başlarında açılacak olan XIII. Louis tarzı
lüks otelinin konukları için kullanılacak.
Otel, 1860 m²’lik taban alanı üzerine yayılan ve dünyanın ‘en şatafatlı’
otel süiti olarak adlandırılan bir villadan oluşuyor; bir gecelik konaklama
ücreti 130 000 ABD doları olarak belirlendi.”[9]
Kapitalizm, teknoloji, “rasyonel denetim” ve yeni üretim teknikleriyle
kitlesel üretim kapasitesini arttırdıkça, proleterleri ve orta sınıfları da
Frankfurt Okulu yazarlarının eleştirilerinin odağına yerleştirdikleri “tüketim
toplumu” kalıbına dökecekti.
Yani çok değil, 3-400 yıl önce Avrupa kentlerinde neredeyse her ay
soyluların ve rahiplerin de maskeleriyle katılıp danslar ettiği, şarkı
söylediği karnavallar, festivaller düzenlenen, okur-yazarlığın soyluların dahi
çok küçük bir kesiminin ayrıcalığı olduğu; gündelik yaşamın kilise ve
(kentlerde) loncaların denetiminde sürdürüldüğü, pazaryerinin toplumsal yaşamın
merkezini teşkil ettiği; dağlık bölgelerinde “cadı avları”nın sürdürüldüğü;
çobanların sihirli güçlere sahip olduğuna inanıldığı… geniş ve gevşek zamanlı
toplumsal manzara[10], kapitalizm geliştikçe, kökten
değişimlere uğramış, Charlie Chaplin’in “Modern Zamanlar”ında hicvedilen
görünüme dönüşmüştü.
“Kapitalist toplumlarda bilim, teknoloji, kitlesel üretim, kapitalizm,
bürokrasi ve hiyerarşik iktidar sistemlerinin kaynaşması görülür. Piyasa modelleriyle,
sınaî paradigmalarla, kitlesel üretim sistemleriyle, büyüme ve etkinlik
buyrultularıyla ve bürokratik yönetimle kaynaşan yalnızca ordu değil,
toplumdaki diğer tüm kurumlardı. Yirminci yüzyıl ortalarında, tıp, tarım, medya
ve eğlenceden güvenlik, eğitim, ceza hukuku ve ulaşıma, tüm kurumlar kâr,
büyüme, etkinlik, kitlesel üretim ve standartlaşma buyrultularını
gerçekleştirmeye yönelik kapitalist, sınaî ve bürokratik modeller uyarınca
yeniden tasarlanıp inşa edilmişti,”[11] diye
anlatır Steven Best, 20. yüzyıl ortasında gelişkin kapitalist “modern
zamanlar”ın görünümünü.
Kapitalist modernitenin[12] zirve
yaptığı dönemde (ki genellikle 20. yüzyılla özdeşleştirilir) biçimlendirdiği
insan tipi ise, Herbert Marcuse’nin Tek
Boyutlu İnsan’ında, Erich Fromm’un Özgürlükten
Kaçış’ında, Adorno’nun Otoriter
Kişilik’inde, Wilhelm Reich’in Dinle
Küçük Adam’ında betimlediği tiplemedir: Yabancılaşmış, yaşamı üzerindeki
denetimi tümüyle elinden kaçırmış, “olmak” hâli yerine “sahip olma”yı ikame
etmiş, sahte gereksinimlerin tutsağı, kendini köleliğe mahkûm kılmış,
gerçeklikle ilişkisini yitirmiş, edilgen, özgüven yoksunu, konformist, sıradan…
Bu tipleme, kendiliğinden ortaya çıkmış değildir. Frankfurt Okulu
yazarlarının da her vesileyle vurguladıkları gibi, “imal edilmiştir”, bilinçli
bir sürecin, artık bireysel yaratıcılık, özgür düşünce, estetik duygular
vb.’nin değil, özerkliğini tümden yitirmiş, Taylorist hatlarda örgütlenerek
kendisi bir sanayiye dönüşmüş “kitle kültürü”nün ürünüdür. Böylesi bir kültürün
yarattığı “kaçış” ve “özgürlük” duygusu, bir yanılsamadan ibarettir. Çünkü
duyguları, düşünceleri, bilinçleri biçimlendiren kültürel aygıtlar, kültür
endüstrisini yürüten finans kapitalin elindedir. Ve onlar, bir yandan medyaya,
sinemaya, resme vb. “yatırım” yaparken bir yandan da demir-çelik, bankacılık,
silah vb. sektörlerine atmaktadırlar ellerini. “Kitle kültürü”nün işlevi
ikilidir: bir yandan insanların bilinçlerini dumura uğratarak, onları “sahip
olma/tüketme özgürlüğü” adına özerkliklerinden vazgeçerek sistemle
uyumlulaştırmak; bir yandan da bunu yaparken kâr etmek… Bir başka deyişle,
insanları, onlara sattığı metalar (artık her şey metadır: ayakkabı, otomobil,
Hollywood düşleri, eğlence, cinsellik…) aracılığıyla köleleştirmek…
Modern kapitalizmde kültürel nesneler kamunun kendiliğinden arzularının
karşılığı değil, kültür sanayinin piyasaya sunduklarıdır. Edilgin kitleler
tükettikleri kültürün üreticileri değildir. Kültürel metaların farklılaşması,
tüketicilerin sınıflandırılıp etiketlenmesi çevresinde örgütlenir; müşterilerin
kültürel “malları” tüketmesi ise piyasa araştırmaları ve reklamlarla güvence
altına alınır. Bu
rasyonelleşme süreçleri, kültürel bir tektipleşmeye yol açmaktadır. Kültürel
metalar estetik kaygılardan çok standartlaştırıcı, ticarî bir mantığın yönetimi
altındadır. Kültür sanayinin ürünleri, paketleme ve satışı güvence altına
alacak standart formüllere göre üretilir: pembe diziler, şarkılar, filmler,
“eğlence” nesneleridir ve kitle kültürü anlamlarını otomobiller, sigaralar,
yiyecekler gibi diğer nesnelerle bütünleştiren bir reklam sistemi içerisine
gömülüdür; Frankfurt Okulu yazarlarına göre…
Kültürel ürünlerin insanları mutlu etme savı, sahte hazlarla sınırlıdır.
Adorno için standartlaşmış, kitle üretimi kültürü kaçınılmaz olarak
otantik-dışı, ikinci sınıf ve gerçek sanatsal değerden yoksundur. Kitle kültürü
yalnızca yabancılaşmış gereksinimlere hitap edebilir.
Popüler kültür alanında ya da kültür endüstrisinin tümünde gerçek
sanatsal dışavurum tahrip edilmişken bireyler artan ölçüde baskı ve
yabancılaşmaya maruz kalır. Baskı ideolojik tahakküm olarak kültürel bir biçim
almaktadır. Bu, onların arzularını manipüle edip kapitalizmi ayakta tutmaya
yönelik sahte gereksinimlere kanalize ederken, özerk özneler olarak hareket
etme yetilerini ortadan kaldırır. Kültür böylelikle metaların tüketimini teşvik
ve standartlaşmış kitlesel bilinç üretme aracı olarak kapitalizmin yeniden
üretiminde merkezî bir rol üstlenir…[13]
Frankfurt Okulu yazarları, medyanın etkisini abartmakla, kitle
kültürünün devrimci/ dönüştürücü bir rol oynayabileceğini görmemekle, insanın
etkinliğini, iradesini, seçme yetisini dikkate almamakla eleştirilmişlerdir.
Her durumda, Frankfurt Okulu’nun 20. yüzyıl kapitalizmine ve onun
kültürüne yönelttiği tüm eleştiriler, yüzyıl sonlarında kapitalizmin geçirdiği
kapsamlı değişimler ve bu değişimlerin tetiklediği küreselleşme eğilimleriyle
birlikte, postmodern apolojistler eliyle tersine çevrilecektir.
Çünkü 20. yüzyıl sonlarında başta iletişim teknolojisi olmak üzere
teknolojik gelişme çok hızlanmış; “hantal ve bürokratik” sosyalist sistem
“çökmüş”, kapitalist büyük bir esneklik ve devinim yetisi kazanmış,
merkezsizleşmiş, neo-liberal paradigmanın devleti küçültme/ yetkisizleştirme
retoriği sivil toplumun ve daha önce ulus-devletin türdeşleştirici etkisi
altında baskılanan kültürel çeşitliliğin özgürleşmesini sağlamıştı. Sınıf
mücadelesi, yerini kimliklerin özgürleşmesi ve temsili söylemine bırakmıştı,
artık “sivil toplum” ile dev şirketler bir “diyalog ve uzlaşı” ilişkisi içinde,
müzakereye dayalı bir denge tutturacak, merkezsizleşmiş küresel kapitalizm,
merkezsizleşmiş, parçalı bir “yeni toplumsal hareketler koalisyonu” tarafından
dengelenecekti.
“Küreselleşme çağı”nın ideologlarına göre, bunu mümkün kılan, “iletişim
devrimi”ydi; (1980’lerin sonlarında TBKP’nin “bilimsel-teknolojik devrim”i
yücelten söylemlerini hatırlayın!) Rick
Levine, Christopher Locke, Dock Searls ve David Weinberger’in 1999’da
hazırlayıp web’de yayınladıkları The
Cluetrain Manifesto (2000’de
kitap olarak yayınlanacaktır), örneğin, internetin kitlesel pazarlamada
kullanılan diğer medya araçlarının tersine, üretici şirketlerle tüketici
arasında bir “müzakere ve söyleşi” ortamı yaratarak iş dünyasını dönüştürdüğünü
ve “demokratikleştirdiğini” söylemekteydi. Yazarlara göre merkezsizleşip
demokratikleşerek tüketicilerin özlemlerine karşı daha duyarlılaşmış, deyim
yerindeyse “büyüsüne yeniden kavuşmuş” kapitalizm, “kültürel açıdan ilerici”
davalara sahip çıkmakta, “değişime, hiyerarşilerin tesviyesine, açık söyleme, daha geniş katılıma,
çokkültürcü işyerlerine övgüler düzmekte ve dünyayı ekolojik felaketten
kurtarmaya aday olmaktaydı. (…) Bu küreselleşme savunucuları, kendilerini
servetlere kavuşturan borsa yatırımlarının, kaynakların rasyonel dağıtımını ve
küresel ölçekte devrimsel sosyo-ekonomik ilerlemeyi güvence altına aldığını
savlamaktaydı. (…) Kapitalizmin
yeni ruhunun taşıyıcıları ekonomi ve demokrasiyi toplumsal şeyler olarak ele
almazlar ve küresel kapitalizmin kusurlarını büyük ölçüde teknik hatalar ya da
bireysel yetersizlikler olarak görürler. İlerleme makinasını savaş sonrası
kelepçelerinden kurtaracak bir devrimin mayalandığını iddia ederler:
özgürleşmiş kutsal teslis, her
şeye kadir, her şeyi bilen bir piyasa, büyülü web ve hiper-rasyonel
yatırımcı-tüketici hepimizi zenginleştirecek, ya da en azından insanlığın durumunu
büyük ölçüde iyileştirecektir.”[14]
90’lı yılların bu “öforisi”, dünya gelir dengesinin emsali görülmemiş
biçimde bozulması; tüm yeryüzü “piyasa ekonomisi”ne entegre olurken servetin
çok büyük bölümünün bir avuç Çokuluslu şirket ortağının elinde toplanması,
hızlı, yaygın ve derin yoksullaşma, üçüncü dünya ülkelerinin geçim temellerini
tümüyle yitirmesi ve dünya nüfusunun büyük bölümünün (genellikle sefalet
ücretlerine talim eden) ücretlilere dönüşmesi, Yugoslavya iç savaşıyla başlayan etnik
çatışmalar, dinsel fundamentalizmin yükselişi, ekolojik dengelerin büyük bir hızla
bozulması… gibi gelişmelerin karşısında duvara toslayacaktır.
Kültürün çehresi, piyasanın sınırlarını tüm yerküreyi kapsayacak şekilde
genişleten, herşeyi, ama herşeyi alınıp-satılır hâle getiren, kamusal’ı yok eden, dünyanın en ücra
köşelerini insanı ve doğasıyla kapitalist sistem içine çeken; dünya halklarının
büyük çoğunluğu için yoksulluk ve yoksunluk üreten, istihdamı deregülarize
ederek, çalışma koşullarını kırılganlaştırıp büyük nüfus kesimlerini yerinden
ederek kapsamlı bir deteritoriyalizasyona yol açan… neo-liberal küresel
kapitalizmin elinde bir kez daha radikal değişime uğrayacaktı.
İşte küresel dünyanın günümüzdeki belli başlı kültürel yönelişleri:
Deteritoriyalizasyon: Küresel
kapitalizm bir yandan sermaye ve metaların yeryüzü ölçeğindeki akışkanlığını
hızlandırarak, bir yandan iletişim ve ulaşım teknolojilerindeki gelişmeler
sayesinde, bir yandan yoksullaşma ya da dünya kaynaklarının denetimi
savaşlarında körüklediği etnik ve dinsel çatışmalar sonucu geniş göç dalgaları
yaratarak… insanların büyük bölümünü yerinden etti. Günümüzde 70-80 yıl
öncesine dek dünya nüfusunun çoğunluğu doğduğu yerleşimin 100 km. uzağına
gitmeden yaşamını sürdürürken, günümüzde herkes, heryerde. Ancak bu “yolculuklar”,
eşit bir düzlemde gerçekleştirilmiyor. Uzaya “turistik” bir yolculuk için sıra
bekleyen milyarderler bir yanda, şişme botlarla, tek güvenceleri bellerine
sardıkları pet şişeler olan Suriyeli, Kürt, Afgan “kaçak”ların ya Ege’nin
dibinde, ya da Yunanistan’daki toplama kamplarında sonlanan serüvenleri öbür
yanda…
Bu yersizleşme, köklerinden kopma, insanları habitatlarından kopartarak
yabancı ortamlara sürüklenmesi biçimini alıyor. Bu durum ise, son sığınağı
“ulusal kimlik” olan “biz”lik duygusunu berhava etmekte…
Kuşku çağı: Denetimsiz
akışkanlık ve devinim, geçim ekonomilerinin, kendine yeterlilik modalitelerinin
piyasanın basıncı altında yok olması, neo-liberalizmin istihdam alanını
“deregülarize” ederek istihdam güvencesini ortadan kaldırması, kriz fazlarının
daralması, yeryüzünün önemli bölümünü kaplayan çatışmalar, insanlığın büyük
bölümünü, yarınından kuşku duyar hâle getirdi.[15] Bu
güvensizlik, yoksulluğun yaygınlaşması, toplumsal yaşamın istikrarsızlaşması,
siyasal katılım kanallarının daralması nedeniyle özellikle kentsel yaşamı
yüksek riskli bir alan hâline getirmekte. İnsanlığın büyük bölümünün yarınından
kaygı duyduğu, canını ve malını güvende hissetmediği koşullarda, bir saplantıya
dönüşen “güven” de metalaşmış ve yeni koşulların en hızlı büyüyen
“business”larından biri olmuş durumda (özel sigortalar, güvenlik hizmetleri,
korunaklı siteler, gözetim teknolojisi, hatta antivirüs yazılım programları…)
Kabilecilik: Üretimin
fabrikalardan yeniden domestik alana kayması (ünlü markaların üretiminin büyük
bölümü emeğin bol ve ucuz olduğu Üçüncü Dünya ülkelerinde kayıtdışı olarak,
hanelerde, merdiven altı atölyelerde gerçekleştiriliyor); sosyal devletin
tasfiyesi, yeniden üretime yönelik hizmetlerin özel sektöre aktarımı ya da
paralılaştırılması ve etnik-dinsel temelli çatışmalar; kabilesel ilişkilere,
Benedict Anderson’un deyişiyle “hayalî cemaatler”e dönüşü tetikledi. “Cemaatten
cemiyete” doğru ilerlediği varsayılan toplumsal evrim, “sürpriz” bir
U-dönüşüyle etnik ve dinsel cemaatlere, kabilelere, soy gruplarına, gettolara,
diyasporalara dayanışma mekânları olarak değer kattı. Böylelikle, bilgi ve
teknoloji üzerindeki tekeli ve eşi görülmemiş bir sermaye yoğunlaşması
ile ÇUŞ’ların
ultra-rasyonel üretim alanı ve parçalanmaya, dağılmaya uğramış, yerelleşmiş,
parokyalleşmiş toplumsal alan arasında muazzam bir tezat ortaya çıkmakta… Ve
kapitalizm, formel dayanışma biçimlerinin maliyetini cemaatlere yıkarken, işçi
maliyetlerini de düşürmektedir.
Var olmak=Tüketmek: En
azından kapitalizmin kitlesel üretim kapasitesinin kitlesel tüketimi
biçimlendirdiği ve kitle iletişim araçlarının şirketlerin kontrolü altına
girdiği 20. yüzyıldan bu yana yürürlükte olan bu veçhe, günümüzde bir
ölüm-kalım sorununa dönüşmüştür. Günümüzde insanların, toplumsal kesimlerin ve
toplumların üzerinde sınandığı tek mihenk taşı, “tüketebilme kapasitesi”dir;
tüketim kapasitesi düşük toplumlar ve toplumsal kesimler “marjinal” ya da “underclass”
olarak sonsuz bir dışlanmaya mahkûm edilmektedir, sistem tarafından: bu kimi
zaman kocaman bir kıtadır: örneğin, Sahra-altı Afrika… Kimi zaman ise bir ülke:
örneğin Haiti. Ya da toplumsal kesimler: sığınmacılar, engelliler, işsizler,
topraksız köylüler…
Tüketim kapasitesinden yoksun bölge, ülke ve toplumsal kesimler,
göstermelik yardımlar dışında kendi kaderlerine terk edilirken, bireysel değer,
statü, prestij tüketebilme yetisine endekslenmiş durumdadır. İnsanın değeri,
bilgisi, deneyimleri, yetenekleri, ya da diğer iyicil vasıflarında değil,
bunları sermayeye dönüştürebilme yeteneğinde yatmaktadır. Orijinal marka, bir
sevgili edinme olasılığını “çakma” markaya göre çok daha yükseltir. Üst model
otomobili ya da cep telefonu olan kişi, sosyal çevre edinmede düşük model
sahiplerine göre çok daha avantajlıdır. Bilgi birikimini projelendirip
şirketlere pazarlayabilen akademisyen, kendisinden çok daha derin, çok daha
bilgili meslektaşlarından çok daha hızlı yükselecektir akademik
kariyerinde… Bir ressam
ancak büyük şirketlerin sponsorluğuna mazhar olduğunda “ressam” olarak ün
yapabilecek, tabloları değer kazanacaktır. Özetle somut ya da soyut, herşeyin -
nesnelerin yanısıra, aşk, yetenek, sanat, zeka, bilgi, heyecan, merak…- ancak piyasaya dahil olma kapasitesi
sergilediğinde gerçeklenebildiği bir dünyada yaşıyoruz.
Bu durumun, yeryüzünün biçimini de değiştirdiği, doğayı insan
mamulatıyla ikame ettiği bir vakı’a. İnsanların
hafta sonlarında kırlara, ormanlara değil AVM’lere doluştuğu, oniomani’nin (kompülsif
alışveriş hastalığı) psikolojik bozukluklar listesine eklendiği, pazarlama
uzmanlarının “beyin kontrol yöntemleri” üzerinde çalıştığı, yeryüzünde yaşayan
hemen her insanın yaşamında bir kez olsun Coca Cola içtiği, Pasifik
Okyanusundaki deniz canlılarının karnından plastik poşetler çıktığı
beton-plastik-pleksiglas çevrelerde, naylon hayatlar sürdürüyoruz artık…
Benmerkezcilik, narsizm: Var
olmanın sahip olmaya, tüketim kapasitesine endekslenmesi, benmerkezci,
narsistik ve doyumsuz bir kişilik dokusunu beslemektedir. İçinde yaşadıkları
gösteri dünyası, dayanışma, paylaşım, empati, hümanizm gibi değerleri
bastırarak, kendisinin merkezini oluşturduğu yalnız dünyalara mahkûm
kılmaktadır. Büyük anne ve büyük babaları kendi yaşlarındayken Vietnam savaşını
protesto gösterilerine katılmış, ırkçılığa karşı çıkmış, başka dünyaları
tanımak adına her türlü konfordan vaz geçerek otostopla Hindistan’a gitmiş,
komünler kurup yeni ve paylaşımcı yaşamları deneyimlemiş, ya da Filistin’de
savaşmış gençlerin büyük bölümü, bugün dünyayı kuşatan açlık, sosyal
eşitsizlikler, savaşlardansa bilgisayar oyunlarıyla, cep telefonlarıyla, marka
giysilerle, “fit” görünmekle, “body” yapmakla ilgili görünüyorlar. Kusursuz,
sportmen, fit, temiz, bakımlı, üzerinde özenilmiş bir beden, derin, eleştirel, esrik, sakıncalı,
yaratıcı ve tutkulu bir akıldan çok daha “makbul” sayılıyor.
Öte yandan, tüketim toplumu insan(cık)ları, Georg Simmel’in 20. yüzyıl
başlarında teşhis ettiği bir hastalıktan mustariptir: tüketim toplumunun aşırı
yüklemesi, bir başka deyişle uyaran çoğulluğu karşısında duyarlılık yitimi:
blasé kişilik. Piyasaya çıkan yeni bir şey, kısa süreli bir heyecan, kısa
süreli bir “çılgınlık” yarattıktan sonra, devasa az kullanılmış eşyalar
çöplüğünde yerini alıyor…
Yaşamı üzerinde denetimi tümüyle yitirmek: Küresel kapitalizm dünyasında
insanlar, yaşamları üzerindeki tüm denetimlerini yitirmiş durumdadır. Dünya
ekonomisinin yüzde 80’inin 737 şirketin denetimine olduğu düşünülürse[16], durum daha net bir biçimde açığa
çıkacaktır. Çokuluslular, medya üzerindeki denetimleriyle (ki bu denetime,
küreselleşme hayranlarının iddialarının tersine, internet de dâhildir[17]) insanların görüş ve düşüncelerini
biçimlendirme olanağını büyük ölçüde elde etmişlerdir.[18] Öte
taraftan siyaset sahnesinin hemen tümüyle şirketler tarafından temellükü,
demokrasinin bir gölge oyununa dönüşmesini ve kapsamlı bir depolitizasyonu
getirmiştir.[19]
“Gelişmiş” ülkelerde en gözde “boş zaman değerlendirme” şeklinin hâlâ TV
izlemek olduğu düşünüldüğünde[20], yaşamı hazır kalıp kodlara göre
yönlendirme alışkanlığının vahameti, ortaya çıkacaktır.
Yeni maneviyatçılık: Neo-liberal
politikalar, çoğu ülkede 60-70’li yılların radikalleşmesine karşı toplumun
muhafazakâr değerlere döndürülmesi gerektiğini düşünen yeni-muhafazakâr
kadrolar eliyle hayata geçirildi. Sekülarizm
çağı aşırılıklarını birlikte getirmiş, manevî değerlerden yoksun yetişmiş
gençler isyankârlaşmıştı; neo-liberal “acı reçete”yi yutabilmesi için toplumun
“terbiye edilmesi” talepkârlık düzeyinin düşürülmesi gerekiyordu… Ahlâkî
diriliş, Tanrı’ya dönüş, post-sekülarizm, yeni maneviyatçılık dönemin şiarı
oldu.
Dinsel köktencilik, yalnızca laik devletlerinden düş kırıklığına uğramış
İslâm coğrafyasına özgü bir şey değildir; deregülarizasyon ve güvencesizleşme
furyasında iş ve konumlarını yitiren, “Demirperde”nin yıkılması sonucu Doğu
Avrupalıların, Kuzeyli güçlerin Ortadoğu ve Asya’ya müdahalesi sonucu
istikrarsızlaşan coğrafyalardan kaçan mültecilerin akımına uğrayan Batı Avrupalılar
için de Hıristiyanlık bir kimlik gösterenine dönüşecektir. Dünya dev şirketler
ve dev güçlerin elinde küresel piyasaya doğru itilir ve kozmopolitleşirken, bir
yandan da dinsel cemaatlere sığınmaktadır.
Kuşkusuz eksik bir liste. Ama en azından neo-liberal çağda “kültürel
hâl” konusunda bir fikir veriyor.
* * *
Bütün bunlar, neyi gösteriyor? Kanımca özellikle iki şeyi:
1. Kültür dediğimiz “şey” bağımsız ve iktisadî-siyasal süreçlerden
kopuk, özerk bir varoluşa sahip değildir; toplumsal yaşamımızı etkileyen,
dönüştüren süreçlerin etkisi altında değişir.
2. İktidar konumu, kültürel değişimin yönü ve biçiminin tayininde
kritik bir role sahiptir. Toplumlarda iktisadî - siyasal iktidarı ellerinde
tutanlar, genellikle, toplumun ortak ve ortalama duyuş, düşünüş ve davranış
biçimlerini üreten medya (burada medyayı yalnızca kitle iletişim araçlarını
kastedecek biçimde değil, toplumsal ilişkilerin dolayımlanma ve aktarılma
biçimlerini de kapsayacak şekilde kullanıyorum: formel ve informel eğitim,
haberleşme, sözlü-yazılı edebiyat vb.[21]) üzerinde de denetim sahibidirler.
Dolayısıyla müdahaleleri, çoğunlukla bir kasıt ve bir bilinçten hareket eder.
Hiç kuşku yok ki, egemenlerin tüm toplumsal kültürü “belirlediği” gibi,
bir toplum mühendisliği girişimine atıfta bulunmuyorum. Ancak hâkim
iktisadî-siyasal sistem insanların yaşam biçimlerini (dolayısıyla da simgesel
dünyalarını) dönüştürürken, iktisadî-siyasal sistemin hâkimleri de bu dönüşümün
kendi iktidarlarını pekiştirecek yönde olması konusunda bilinçli bir çaba
gösterirler. Bir başka deyişle, kültür (her zaman tam olarak beklenen sonuçları
vermese de) iradî müdahalelere açık bir alandır…
Ancak, kültür, yalnızca iktidarların tepeden dayattığı ve tüm bir
toplumun pasif bir biçimde boyun eğdiği bir alan değildir. Çünkü toplumlar
homojen değildirler. Farklı sınıfları, farklı çıkarları, farklı özlemleri
barındırırlar. Bunların özerk siyasal iradelere dönüşmesinin, kültürel alanda
da etkileri olacaktır. Gramsci’nin Hapishane
Defterleri’nde üzerinde uzun uzadıya durduğu bir konu[22]…
Kültür denilen muğlak alan bir toplumun farklı sınıflarının farklı
biçimlerde yaşayıp anlamlandırdığı tarihsel deneyim katmanlarından oluşuyorsa
eğer, egemenlerin olduğu kadar ezilenlerin de konumlarını ilerletmede,
toplumsal yaşamın gidişatına yön vermede başvurabilecekleri unsurları içeriyor
demektir. Her kültür, boyun eğme kadar başkaldırmayı, hedonizm kadar
diğerkâmlığı, rekabet ve bencillik kadar dayanışmacılığı da içerir. Dahası,
günümüzde dünyanın ezilenleri, bilgi, deneyim ve isyanlarını birbiriyle
paylaşacak olanaklara her zamankinden fazla sahiptirler. Türkiyeli devrimciler
Orta Doğu’daki, Latin Amerika’daki, Avrupa’daki toplumsal muhalefet
hareketlerini yakından izleyip onlarla etkin bir etkileşimi sürdürmektedir,
örneğin. Ya da Kürdistan’daki kültürel buluşmalara Zapatistalar katılmakta,
Noam Chomsky Haziran 13 ayaklanmasının ardından elinde “Ben de çapulcuyum”
pankartıyla poz vermektedir. Veya Via Campesina üyesi kadın çiftçiler, “köylü
feminizmi”ni tartışmak üzere Seferihisar’da buluşmaktadır.[23]
Bir başka deyişle, küresel kapitalizme karşı küresel bir direniş
kültürünün olanakları mevcuttur ve böyle bir direniş, biçimleniyor.
Öte yandan, üretim ilişkilerini eşitlikçi temelde dönüştürmeyi
hedefleyen her devrimci hareket, aynı zamanda kendi toplumunun (çoğunlukla
egemenlerin elinde reaksiyoner temelde biçimlenmiş) kültürüyle de karşı karşıya
kalacaktır. Benim gençliğimde, “eve gelen kocanın, portmantoda başka bir erkeğin
şapkasını gördüğünde, kapıyı çekip çıktığı” komünist rejime dair (son derece
“millî tınılı) söylenceler, ya da falancanın kapıcısının eve girip, “eviniz
geniş, sosyalizm gelince biz de şu odalara yerleşiriz” dediğine dair
dolaşımdaki öyküler revaçtaydı. İlki “Türk erkeğinin karısının namusuna verdiği
değer”e ilişkin, ikincisi ise kurulu hiyerarşinin altüst olması, “ayakların baş
olması”na karşı orta sınıf tepkilerini harekete geçirmek üzere dolaşıma
sokulmuş kültürel kurgulardı. Egemen sınıflar, “Yunanlılar Selanik’te
Atatürk’ün evini tahrip etmişler”, “Allahsız komünistler cami yakmış,”
“Alevîler mum söndü yapıyormuş”, “Çingeneler hırsızlık yapmışlar”
söylemleriyle, yönettiklerinin dinsel, ailevî ve mülkiyete ilişkin yerleşik
nass’larını harekete geçirip kitlesel reaksiyonları zincirinden
boşaltabilmişlerdir - günümüzde bunlara “Kürtlerin aslında Ermeni olduğu”,
“Gezicilerin faiz lobisinin emrinde olduğu, başörtülü bacımızın üzerine
işedikleri…” söylencelerini ekleyebilirsiniz.
Sünnî İslâm, Türk milliyetçiliği, “gâvur”a karşı derin bir kuşkuculuk,
ataerki… Bu toplumun tarihsel etkileşimler dağarcığında üst üste yığılmış
yönelimlerdir. Gerektiğinde
kullanılmak üzere, egemenler tarafından yeniden üretilir ve desteklenirler.
Ancak kültürel dağarcıkta, yalnızca reaksiyonu besleyen değerler yok.
Anadolu kültürlerinde aynı zamanda başkaldırıya, eşitliğe, kardeşleşmeye
taalluk eden bir dizi değer de mevcut. Börklüce Mustafa’dan Pir Sultan’a, Şeyh
Bedreddin’den Celalî isyanlarına, suhtelerden 68, 78 gençliğine, Baba Zünun’dan
Deniz Gezmiş’e, Bedirhan’dan PKK’ye, bir
isyan geleneği, eşitlik ve adalet özlemi mevcut bu topraklarda. Osmanlı zulmüne
karşı omuz omuza veren “Aydın’ın Türk köylüleri, Sakızlı Rum gemiciler, Yahudi
esnafları” ya da Ermeni soykırımı sırasında İttihat Terakki canilerinin
karşısına dikilen, hayatları pahasına Ermenileri savunan mutasarrıflar,
“halkların kardeşliği”nin boş laf olmadığını anlatıyorlar bize. Kazak Abdal’dan
Neyzen Tevfik’e, Aziz Nesin’e uzanan hiciv geleneği, muktedirler karşısında
kılıç kadar keskin bir dil kullanan, onlarla dalga geçen kalemlerin varlığını
gösteriyor. Yaşar
Nezihe’den Behice Boran’a, Suat Derviş’ten Ayşenur Zarakolu’na bir çok kadın, erkekler dünyasında
kadın olarak var olma ve toplumsal mücadeleler içinde yer alma kararlılığına
işaret ediyor. Yoksulların, işçilerin namuslu, dürüst, zenginlerin ise yoz,
düzenbaz ve hilekâr olarak betimlendiği Yeşilçam filmleri, ham da olsa bir
sınıf öfkesine işaret ediyor… Ve “kutsal” değerlere yönelen küfürler, yaşamını
“öte” güçlerin denetimine vermeye hiç de niyeti olmayan bir seküler bilinci
açığa çıkartıyor.
Şu hâlde “dünyayı değiştirmeyi” hedefleyen bir devrimci hareket, salt
iktisadî-siyasal durum/koşulları değiştirmeye yöneldiğinde, eksik (dolayısıyla
da geri dönüşlü) bir teşebbüste bulunmuş olacaktır. Toplumsal/ kültürel bir dönüşümü,
insanların gündelik etkileşim modalitelerini gündemine al(a)mayan, daha doğrusu
toplumun kültürel münderecatını emekten/ barıştan/ kardeşlikten/ katılımdan
yana bir içerikle yeniden tanımlamakta başarısız kalan bir devrim girişimi,
karşı-devrim güçlerinin yolunu açar. Daha somut bir deyişle, devrimci bir
hareketin yalnızca siyasal iktidarı ele geçirmeyi, yalnızca iktisadî aygıtı
emekçilerin denetimine vermeyi değil, aynı zamanda toplumsal/kültürel değer
sistemleri de dayanışma, paylaşımcılık, eşitlikçilik, enternasyonalizm,
farklılığı zenginlik olarak görme, yerel olduğu kadar insanlığın kültürel
mirası sahiplenme, içsel dünyasını estetik, sanat, felsefe ve bilimle
zenginleştirme, ekolojik bilinç, kadın-erkek eşitliği, toplumsallık bilinci,
empati vb. sağlama doğrultusunda yeniden yorumlamayı hedeflemesi gerekecektir.
Daha önce de belirttiğim gibi, “her devrim, kalıcılığını sağlayabilmek
için aynı zamanda (kitlelerin güncelliği yorumladıkları referans çerçevelerinin
dönüştürülmesi anlamında) bir “kültür devrimi” olmak zorundadır. Ancak
“güncelliği yorumlamaya yarayan referans çerçevelerinin dönüştürülmesi” işi,
(Kemalist “devrim” modelinde olduğu üzere) zecrî önlemlere başvurularak
gerçekleştirilmeye çalışıldığında, gizil, şiddetli ve dirençli bir reaksiyonu
da devreye sokar. “Kültürel alan”a radikal ve zecrî müdahaleler, iktidara
gelenlerin ‘yaban/cı’, ‘dışsal’ ‘zorbalar’ olarak görülmesi/gösterilmesini
olanaklı kılmaktadır.”[24]
Şu hâlde, kültürel dönüşüm, kültürdeki mevcut, kültüre içkin unsurların
yeniden yorumlanması aracılığıyla gerçekleştiğinde etkin olabilecektir. Bunun
için kültürün madun konumdaki paylaşımcılarının, ezilenlerin bu yeniden
yorumlama sürecine katılması olmazsa olmazdır.
27 Şubat 2016 12:42:18, Ankara.
N O T L A R
[*] 13 Mart 2016 tarihinde Kaldıraç’ın Ankara’da “Başka
Bir Dünya Mümkün… Örgütleyecek Güç Sensin” başlığıyla düzenlediği
sempozyuma sunulan tebliğ… Arasöz Dergisi, Nisan 2016…
[1] “Taşı oyan damlanın gücü değil, tekrarıdır.”
[2] Raymond Williams, Kültür, İstanbul: İletişim Yayınları,
1993.
[3] Bkz. S.Özbudun, “Kültür Üzerine”, Uzun Yürüyüş, sayı: 64,
Ocak-Şubat 2004, ss.76-77; “Devrim ve Kültür Üzerine Çerçeve Düşünceler”, Antropoloji Gözüyle, Ankara: Ütopya Yayınları 2014:
173-180; “Kültüralizm Üzerine Notlar”, Antropoloji
Gözüyle, Ankara: Ütopya
Yayınları 2014: 93-105; “Başka bir Dünya, Başka bir Kültür Mümkün mü?” Sanat ve Hayat, sayı 9, Aralık-Ocak 2003, ss.20-31…
[4] E. P. Thompson, İngiliz
İşçi Sınıfının Oluşumu, İstanbul:
İletişim Yayınları, 2004: 43.
[5] Summum bonum: en üstün iyi.
[6] Eudaimonism:
Mutluluğun insanın en yüksek ereği olduğunu va’zeden görüş.
[7] Max Weber, Protestan
Ahlâkı ve Kapitalizmin Ruhu, Ankara: Ayraç Yayınları 1999: 45.
[8] CNB-C için Secret
Lives of the Super Rich (Süper
Zenginlerin Gizli Yaşamı) programını çeken Robert Frank’ten. Aktaran: Dina
Gachman, “Peering into the Secret Lives of the Super Rich”, Forbes, 10 Haziran 2014,
http://www.forbes.com/sites/dinagachman/2014/06/10/peering-into-the-secret-lives-of-the-super-rich/#116995321a4f.
[9] “Hong Kong Tycoon buys 30 Rolls Royce Phantoms”, Luxuo, 18 Eylül 2014, http://www.luxuo.com/super-rich/hong-kong-tycoon-stephen-hung-buys-30-rolls-royce-phantoms.html.
[10] Bkz. Peter Burke, Yeniçağ
Başında Avrupa Halk Kültürü,Ankara: İmge
Kitabevi 1996
[11] Steven Best, “Introduction”, The Global Industrial Complex,
Systems of Domination, Lexington
Books, 2011, s.xvi.
[12] Son dönemlerde yaygınca kullanıldığı üzere 18.
Yüzyıldan itibaren Batı dünyasının yöneldiği süreci salt“modernite” terimiyle
tanımlamanın yeterli olamayacağı kanısındayım. Postmodern eleştirinin tektipleştirdiği,
klişeye dönüştürdüğü “modernite” kavramı öznesiz, muğlak bir yüklem, tabir
yerindeyse bir “boş gösteren”dir. Batı Avrupa’nın 18. yüzyıldan itibaren
yöneldiği süreç, “kapitalist modernite” olarak tanımlanmalıdır. Aydınlanma’nın
ideallerini tersine döndüren, yani “düşleri karabasanlara, dönüştüren, ışık
görülerinin karanlık getirmesine yol açan, bilginin cehaleti beslemesine neden
olan, üretici güçlerin yıkım güçlerine evrilten, rekabeti tekele dönüştüren,
servetin sefalete açılmasına olanak sağlayan, otomasyonun emek rejimine
uzanmasının önünü açan ve özgürlüğün tahakküm getirmesini sağlayan” (Steven
Best, a.y.) modernite değil, kapitalist sistem ve onun sınıfsal sömürü ve
tahakkümüdür.
[13] John Scott, “Cultural Analysis in Marxist Humanism”, Cultural Theory, Tim Edwards (ed.)Sage Publications,
2007, s.23.
[14] Robert J. Antonio
ve Alessandro Bonanno, “A New Global Capitalism? From ‘Americanism and Fordism’
to ‘Americanization-Globalization’", American Studies, 41:2/3
(Yaz/Güz 2000): 51
[15] Bkz. Richard Sennett, Yeni Kapitalizmin Kültürü, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2009.
[16] Bruce Upbin, “The 147 Companies that Control
Everything”, Forbes, 22 Ekim 2011,
http://www.forbes.com/sites/bruceupbin/2011/10/22/the-147-companies-that-control-everything/#1966584e7638
[17] 2000 yılında ABD’de çocukların yüzde 73’ünün internet
erişimi olmayan evlerde yaşadığını, düşük gelirli hanelerin yüzde 84’ünde
internet bağlantısı, yüzde 20’sinde de telefon bulunmadığını düşünmek, dünyanın
geri kalanının bilişim teknolojilerinin “özgürleştirici potansiyeli”nden ne
kadar yararlanabildiğini tahayyül etmeye yetecektir (Antonio ve Bonanno, a.y.)
Tabii internet erişimine yönelik kısıtlamaları hiç saynıyorum.
[18] “Amerikan orta sınıfının büyük bölümü için gerçek
bireysel özgürlük, çok sayıda mala ve web iletişiminin esritici mutluluk ve
olasılığına sahip olmaktan ibarettir,” diyor Antonio ve Bonanno (a.y. s.66).
[19] ABD’de 2012 başkanlık seçimlerinde katılım oranı:
yüzde 57; Fransa’da 2015 seçimleri ilk turuna katılım oranı: yüzde 43…
[20] Amerikan İstatistik Bürosu, Amerikalıların 2014
yılında günde ortalama 2.8 saatini beyazcam karşısında geçirdiğini belirtiyor.
“American Time Use Survey”, Bureau
of Labor Statistics, 24
Haziran 2015, http://www.bls.gov/news.release/atus.nr0.htm.
Türkiye’de ise bu süre 6 saati buluyor. Kitap okumaya ayrılan süre mi? Günde 1
dakika!. (“6 saat TV izliyor, 1 dakika kitap okuyoruz”, Aktifhaber, 22 Nisan 2014, http://www.aktifhaber.com/6-saat-tv-izliyor-1-dakika-kitap-okuyoruz-970124h.htm.)
[21] “(…) kültür, bizi etkileyiş tarzındaki algı eşiği
altında olma hâli düşünüldüğünde, bedensizleşmiş, her yerde hazır ve nazır bir
kendilik olarak görülebilmesine karşın, mekân içerisinde yüzerek üzerimize
çöreklenen soyut bir kuvvet değildir. Gerçekte kültür, bir toplumsal yapı
aracılığıyla dolayımlanır. Kültürümüzü başka insanların dahil olduğu bir
toplumsal ilişkiler ağından ediniriz: aile, akranlar veya cemaat içerisindeki
diğer enformel birlikler gibi birincil gruplar ya da, artan ölçülerde olduğu
üzere, okullar, medya, kiliseler, hükümet ajansları, şirketler ve ordu gibi
daha formel tarzlarda eklemlenmiş ve yasal olarak kayıtlanmış kurumlardan.
Satın alma ve ikna ile egemen yönetici
sınıf çıkarlarına bağlanan bu türden toplumsal kurumlar, sürekli olarak,
özellikle de içlerinde komuta konumunda olan kişiler ya da onlardan yarar
sağlayanlar tarafından siyasal açıdan nötr olarak sunulmaktadır. Gramsci’nin
ordu için söyledikleri, kapitalist toplumdaki çoğu diğer kurum için de
geçerlidir: ‘sözde nötrlükleri yalnızca gerici tarafa destek anlamına gelir,”
.” diyor Michel Parenti. (M. Parenti, “Reflections on the Politics of Culture”, Monthly Review, 1999, cilt 50, sayı 9.)
[22] Bkz. Kate Crehan, Gramsci,
Kültür, Antropoloji. Kalkedon
Yayınları, 2007.
[23] “Dünyanın kadın çiftçileri tarım politikalarını
konuştu”, Ortak Haber, 24 Şubat 2016,
http://www.ortakhaber.com/dunyanin-kadin-ciftcileri-tarim-politikalarini-konustu.html.
[24] S.Özbudun, “Devrim ve Kültür Üzerine Çerçeve
Düşünceler”, Antropoloji
Gözüyle: Sınıf, Kültür, Kimlik Yazıları. (Genişletilmiş
2. Baskı) Ankara: Ütopya Yayınları, 2014, s.179.