Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 11 Mart 2016
Geçerli Tarih: 27 Nisan 2024, 18:54
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=22772
SANATIN SINIFI VEYA SANAT SİYASAL VE
SINIFSALDIR[*]
TEMEL DEMİRER
“Sanat ve devrim,
dünyayı değiştirmede
-özgürleştirmede- birleşirler.”[1]
Yeni Kapılı yoldaşlarım, “Sanatın Sınıfı” başlıklı
bir sunum istediler benden. Dolayısıyla konuşmamın başlığını onlar koydu. Bana
kalsaydı: “Sanat Siyasal ve Sınıfsaldır” derdim…
Evet, benim için “Sanat Siyasal ve Sınıfsaldır”.
Biliyorum, bu
saptamam kimilerine, özellikle de “sanat sevicileri”ne çok katı ve köşeli
gelecek.
Ama ben bu tutumda ısrarlıyım. Çünkü sınıflı bir toplumda,
beşeri olan her şeyin -nihai kertede- siyasal ve sınıfsal olduğundan
şüphe duymuyorum.
*
* * * *
Oscar
Wilde’ın, “Sanatın eylem üzerinde etkisi yoktur,”[2]
türünden amaçsızlaştırıcı söylemlerini elimin tersiyle iterek; Bertolt
Brecht’in ifadesiyle, “Sanat görmeyi, algılamayı, kavramayı, düşünmeyi,
eleştirmeyi, yorumlamayı, değerlendirmeyi öğretir insana. Bu değerler
hiyerarşisi içinde insan yalnız kendi kişiliğini değil, içinde yaşadığı
toplumun da düzeyini geliştirirken, bütün bunların bir yaşam biçimine
dönüştüreceğini bilir,” derim ben de.
Bu tanım tamı
tamına sanatın, siyasal ve sınıfsal olduğunun en net ifadesidir!
Sadece bu
kadar da değil! “Dün nasılsa bugün de öyle,/ öldürülür taşıyanlar
ışığı,/ başkaları alır onların yerini,/ ışığa dokunamaz ama kimse,” diye
haykıran Louis Aragon’un, “Çığlığı yansıtmayan tek bir dize var mıdır?”
sorusundaki çığlık vurgusunun siyaset ve sınıf gerçeği dışında betimlenmesi
mümkün müdür?
Örneğin Ahmet
Erhan’ın, “Alacakaranlık yok artık bu dünyada/ Yok bulanık bir deniz/ Bir yanda
o katiller duruyor çünkü/ Öte yanda biz!”
Ya da Turgut
Uyar’ın, “Bu dünyada yediğimiz ekmekler/ içtiğimiz sular/ dizlerimizdeki bu
güç/ derimizdeki tat/ karşı koymak içindir/ kaçmak için değil...”
Veya Vladimir
Mayakovski’nin, “Ananas ye,/ bıldırcın eti kemir,/ Senin de burjuva,/ bir gün
sonun gelir,” dizelerindeki sanat siyasal ve sınıfsal değil de nedir?
Böylesi bir
“Sanat, gerçeğin etrafında dönen pervane gibidir: ama kendini yakmamaya kararlı
bir pervanedir,” Franz Kafka’nın deyişiyle…
İşte tam da
bunun için hep “Zorba gider sanatçı kalır”[3]
sınıflar mücadelesinin tercümesi olan tarihte…
*
* * * *
Kapitalizmde
artı değer sömürüsünün ortaya çıkardığı, gelir düzeyi ile harcanan emeğin ters
orantılı olduğu hâlin özeti olan sınıf gerçeği, de facto sınıflandırmadır.[4]
Toplumdaki
yerini gösteren kavram olarak sınıf (Alm. klasse; Fr. classe; İng. class) hem
Marksist kuram hem de sosyal bilimlerin en önemli kavramlardan biridir.
Marksist kuram
için sınıf kavramının özel bir anlamı vardır. Marksizmin siyasal mücadele ile
kopmaz bağları olması nedeniyle, sınıf kavramı üzerine yürütülen her tartışma,
mevcut koşullardaki siyasal mücadelenin strateji ve taktiklerine yönelik
belirgin sonuçlar yaratmıştır. Sınıf, iki ana eksen üzerinde farklılaşan ve
sınıfı dar ya da geniş kapsamıyla ve nesnel ya da öznel oluşumuyla tanımlanır.
Birinci tanım,
sınıfı fiili olarak sanayi sektöründe istihdam edilen ve artı-ürün üreten mavi
yakalı kesimlerle sınırlayan dar yorumdur.
İkinciyse,
verili andaki istihdam biçimine bakmaksızın sınıfı üretim araçlarının
mülkiyetinden yoksunluk ölçütüyle tanımlayan geniş yorumdur.
Marx’ın
eserlerine baktığımızda, sınıfın en önemli özelliğinin üretim araçlarından
yoksun bırakılmışlık anlamında mülksüzleşme ve buna bağlı olarak kapitalizm
koşullarında piyasaya sürebileceği emek-gücü sahipliği olduğu açıktır. Başka
bir deyişle, bir işçi kapitalizm öncesine ait her tür yükümlülük ve bağdan
kurtulup sermaye sahibiyle “özgür” bir iş akdi yapabildiği sürece, emek-gücünün
hangi sektörde değerlendirildiğinin, emek-gücünün karşılığının ne tür bir ücret
rejiminde alındığının, hatta emek-gücünün bir istihdam-ücret zinciriyle fiilen
realize edilip edilmediğinin sınıf tanımında belirleyici bir rolü yoktur.
Bu çerçevede
Marksist değerlendirmenin, sınıfın geniş yorumuna denk düştüğünü
söyleyebiliriz.
Ayrıca Marx’ın
özgün katkısının sınıfların ya da sınıf mücadelelerinin varlığını göstermesinde
değil, sınıf ayrışması ile üretim ilişkileri arasındaki bağı bilimsel olarak
çözümlemesinde yattığının altını çizerken;[5]
kapitalizmin sınıflı toplumların en açık ve en son biçimi olduğunu,
kapitalizmde temel çelişkinin işçi sınıfı ile burjuvazi arasında olduğunu ve
toplumsal yapıyı sınıf eşitsizliklerinden kurtarabilecek tek grubun da işçi
sınıfı olduğunu göstermiştir. Marksist kuramda işçi sınıfına tanınan
ayrıcalıklı konumun en önemli nedeni budur.
Zira Marx’a
göre, sınıflı toplum deyişi, içerisinde sınıfların olduğu toplumdan çok, ancak
sınıf ilişkilerinin belirleyici olduğu bir bakış açısıyla anlaşılabilecek bir
tarihsel yapıyı ifade eder. Dolayısıyla, tarihsel ve toplumsal bir formasyon
olarak kapitalizm, barındırdığı özgün sınıfsal yapının karakterinin ve buradan
kaynaklanan sınıf mücadelelerinin çözümlenmesi sayesinde anlaşılabilir. Bu anlamda,
sınıf kavramı, kuramsal ve felsefi olduğu kadar, tarihsel, sosyolojik, etik,
estetik ve siyasal nitelikler de taşır.
Marksist sınıf
yaklaşımında önceliğin, insanların üretim ilişkileri içindeki konumunda olduğu
açıkken; üretim araçlarından yoksun bırakılarak mülksüzleştirilmiş ve piyasada
emek-gücünden başka satacak hiçbir şeyi olmayan insanlar nesnel olarak aynı
sınıfın üyeleridir. Bu nesnel konum, sınıf aidiyetini belirlediği kadar, sınıf
çıkarının da üzerinde tanımlanacağı tek gerçek zemindir.
Aslı sorulursa
“proletarya” kavramı Marx’ın icat ettiği bir kavram değildir. Marksist edebiyat
kuramcısı ve eleştirmen Terry Eagleton, proletaryanın eski çağ toplumlarında
alt sınıftan kadınları tanımlamak için kullanıldığından bahseder. Sözcük olarak
“proletarya” Latince kökenli bir sözcüktür ve üremenin sonucunda ortaya çıkan
“çocuk” kelimesinden türemiştir. Bu anlamda “proletarya” kelimesi, devlete
hizmet etmek için rahimlerinden başka sunacak bir şeyleri olmayan çok yoksullar
anlamına gelir. İktisadi yaşama hiçbir biçimde katkıda bulunamayacak kadar
yoksun ve yoksul olan bu kadınlar işgücü olarak çocuk doğurmaktaydı. Toplumun
onlardan talep ettiği üretim değil üremeydi.[6]
Şu hâliyle kavramın ilk ortaya çıkışında üretim sürecinin dışında yer alanların
rolü büyüktür, diyebiliriz.
Modern işçi
sınıfının ortaya çıkışıyla proletarya yeniden tanımlandı. Emek gücünü ücret
karşılığında kapitalistin kullanımına sunan her kişi proletaryadır esasen.
Engels’in Komünist Manifesto’nun 1888 tarihli İngilizce basıma notunda altını
çizdiği gibi, proletarya derken “hiçbir üretim aracına sahip olmadıkları için
ancak emek güçlerini satarak yaşayabilen modern ücretli emekçiler sınıfı
kastedilmektedir.” Tanım bu kadar açıktır. Ayrıca bu tanıma işsizler de dâhil
edilmelidir. Çünkü işsizlik, dar anlamda sanayi olmasa bile, bir bütün olarak
kapitalist üretim ve dolaşım alanının çeperinde hazır kıta bekleyen bir “yedek
ordu” anlamına gelir.[7]
İşçi sınıfının
türdeş değil, değişik katmanlar ve bölünmeler içeren tarihsel bir oluşum olarak
gördüğü gerçeklik için Marx, kapsayıcı bir kategori olarak kolektif işçi
kavramını önermişti.
Üretim
ilişkileri bağlamında benzer deneyimleri paylaşan insanlar bütününe denk düşen
kolektif işçi sınıfının, sınıf olabilmesi için ortak bir bilinç oluşturmasına
gerek yoktur. Sınıf, sınıf bilincinden önce de vardır. Bu durumdaki gruba
kendisinden sınıf (class in itself), sınıf bilincini oluşturabilmiş sınıfa ise
kendisi için sınıf (class for itself) denebilir.
Üretim
sürecine olan katkıları, üretimden aldıkları pay ve üretim ilişkileri ya da
üretim araçlarının mülkiyetine sahiplikleri bakımından konumları birbirine
benzeyen, bu konumlarının bilincinde olan insanların oluşturduğu toplumsal
gruplardan biri olarak işçi sınıfı hakkında V.İ. Lenin de, “Toplumsal üretimin
tarihi olarak belirlenmiş bir sistemi içindeki konumuna göre, üretim
araçlarıyla (büyük ölçüde yasalarla saptanıp formüle edilmiş) ilişkilerine
göre, emeğin toplumsal örgütlenmesindeki rollerine göre ve dolayısıyla
toplumsal servetten edindikleri payın kapsamına ve payı elde ediş tarzına göre
birbirinden ayrılan büyük insan gruplarına sınıf denir. Sınıflar, toplumsal
ekonominin belirli bir durumunda konumlarının farklılığı sayesinde bazılarının
emeği diğerleri tarafından gasp edilen insan gruplarıdır,” notunu düşer.
Özetle
insanların, ekonomi-politik poziyonlarını kategorize etmede kullanılan bir
terim olan sınıf ve sınıflandırmanın sanatını siyasallığını da içermediğini
“iddia” etmek mümkün değildir.
*
* * * *
“Fransız yazar ve filozof Georges Bataille,
sanat ve emek ilişkisini karşılaştırarak incelerken her ikisinin de insanı
insan yapan sürecin temel etkinlikleri olduğunu söyler”ken;[8]
“Sanat, yazgısına boyun eğmeyen, yaşadığı yaşamdan hoşnut olmayan canları
besler. Muhaliftir. Asi ruhludur. Yalnızca siyasal anlamda değil, insanla
ilgili bütün alanlarda bir sürekli başkaldırı yoludur.”[9]
Çünkü
“Estetik, bir bedenin tüm duyu organlarıyla yeryüzünü duyumsama edimidir.
İktidarın şiddetli şoklarıyla hissizleştirdiği ve neredeyse iptal ettiği
bedenlerimizi yeniden duyarlı hâle getirmektir… Çünkü duyumsamak, isyan
etmektir.”[10]
İsyan eden
sanatın, siyasallığını/ sınıfsallığını tartışmaya kalkışmak “abes”le
iştigalken; sanat daha iyi yaşama tutkusunun da kurgulandığı bir alandır. Bu
yüzden barış düşüncesi ve imgesi bir sorunsal olarak sanat ve sanatçının
gündeminden hiç eksik olmamıştır. Sanatın geçmişi, sanatçının ve yazarın
baskıya zulme ve savaşa karşı tavrını çok net olarak ortaya koyan örneklerle
doludur.
F.
Dostoyevski’ye göre insan, özgür bir varlık olarak kötüden sorumludur. Ona
göre, kötü olan her şeyle mücadele edilmelidir.
W. Goethe
büyük sanatçıların hepsinin insanlık sorununa yöneldiklerini, bu yönelimin
dünya barışını sağlamada önemli katkılar sağlayacağını söylüyordu.
A. Camus’nün
sanatçıya yüklediği misyon, savaşa, zorbalığa karşı çıkma işlevi açık seçiktir.
O ne susmayı, ne de yansız kalmayı benimsemez. Acı çeken kitleler sustukça
birilerinin onlarının yerine konuşması gerektiğini söyler-ama sanatı bir tür
toplumsal din dersine dönüştürmeme koşuluyla.
Mihail Şolohov, bir yazarın
kendisini karşıt güçlerin çarpışmasının üstünde, Olimpos Tepeleri’ne yükselmiş
ve insan ızdıraplarına kayıtsız kalan bir tür ilah olarak değil, kendi halkının
evladı, insanlığın ufacık bir parçası olarak görmesi gerektiğini, bir görevinin
de dünyada barış için savaşmak ve barış savaşçılarını sözlerinin ulaşabildiği
her yerde yüreklendirmek olduğunu belirtir.[11]
*
* * * *
Sanat,
kimilerine göre hâlâ “bir muamma” olarak sunulmaya kalkışılsa da; antik
Yunan’da sanatı ifade eden ‘tekhne’ kelimesi, Latince karşılığıyla ‘ars’,
“doğayı dönüştürmek” anlamına gelirken; Gerçek hayatta olmayan mükemmelliklere
ulaşmayı mümkün kılan olgudur sanat; Paul Klee için, “Görüneni yinelemek değil,
görünebilirlik sağlamak” ya da Theodor W. Adorno’nun, “Hakikât olma yalanından
kurtarılmış sihirdir,”[12]
diye betimlediğidir.
Sanatçı düş
kuran, tahayyül eden, hayallerini bir şekilde ortaya somut olarak koyan
insandır. Hayatı anlamlandırır ve yaşanabilir kılarlarken; siyasal ve sınıfsal
bir iş yaparlar.
Sözcükler,
biçimler önemini yitirdiğinde; renklerin, seslerin, bütün bu formların ve
araçların ardındakine erişilebilindiğinde ortaya çıkabilen gerçek sanat, Ahmet
Oktay’a göre, “İnsana insanı ve hayatı ve bunların manasını öğretmekle
muvazzaftır.”
Bu özelliğiyle
de anlamsızlığa anlam katabilme için hayaller kurmak, hayaller kurulmasını
sağlama çabasıdır. Yaratıcısı da insandır. Sanat, insanın diğer aktiviteleri
gibi bir yapıp-etmedir.
Sanatın varlık
alanı sürekli değişen bir varlık alanıdır, çünkü insan hayatı sürekli olarak
bir değişim içerisindedir.
Sanat, insanı
günlük işlerin, küçük ve büyük kaygıların, hayatın, realitenin katılığının
üzerine çıkarır. İnsanın günlük hayatta göremediği basit şeyler-olaylar için
gözünü açar, ele aldığı şeyin içerisindeki “mana”ya ulaştırır.
*
* * * *
Ne kadar özgür
olursa o kadar yaratıcı olan sanat; işe yaramadıkça sadeleşir, kısalır; özetin
özetine, slogana döner.
Susan
Sontag’ın, “Gerçek sanat rahatsız etme yeteneği taşır,” diye betimlediği,
yaratmaktır; yürekle, beyinle, yetenekle ve çalışmanın verdiği güçle…
Sanatçı, güzel
şeylerin yaratıcısıdır; ispatlamaz, gösterir; telkin etmez, düşündürür; hüküm
vermez, hüküm vermeye yol açar.
Cansu
Fırıncı’nın ifadesiyle, “Sanat belki insanları topyekûn değiştiremez. Dünyayı
da değiştiremez belki. Ama daha iyisini yapar. Tutar bir insanın dünyasını
değiştirir. İşte dünyayı yalnızca ve yalnızca, dünyası değişen insanların
birlikteliği değiştirebilir.”
Sanat yapıtı
sınıflı toplum koşullarında yaratıldığı gibi, sınıflı toplum koşullarında
alımlanır ve yeniden üretilir. Sanatı sanat yapan, bizim için vazgeçilmez kılan
o sanat eserini üreten sanatçının bile eser üzerinde mutlak iktidara sahip
olamamasıdır! Sanat boyunduruğu reddeder!
Geleceği
içinde barındıran bir silah olarak sanat vazgeçilebilir bir şey değilken; nihai
kertede sınıfsaldır; gerçek bir sanat eseri üretmek bilgi, yetenek, birikim,
tecrübe, “sanatçı ruh” ile ait olduğu sınıfın değerlerini “olmazsa olmaz”
kılar.
Yaşadığını
hissetmek/ hissettirmektir; yoğun emektir; duyguların hayalgücü, yaratıcılık ve
estetik ile aktarılması, ifade edilmesidir.
S. Freud’a
göre, “Uyanık rüya görme hâli”dir; yani köprü yapılarak geçilecek bir yerde
uçmayı hayal etmektir; başkaldırıdır. Çünkü sanat insanın özgürlüğe kanat
çırpışıdır.
*
* * * *
Tristan Tzara’nın, “Sanat ve hayat
birdir”…
Kazimir Maleviç’in, “Hayat, sanatın
ta kendisidir”...
Jacques Derrida’nın, “Sanat hayatın
kendisidir, ama hayata karşıt bir hayatın”...
Friedrich Nietzsche’nin, “Bir tek
hayat vardır, o da sanattır...
Fernando Pessoa’nın, “Sanat hayatın
ikamesidir”...
Lev Tolstoy’un, “En yüce sanat,
hayatın sanatıdır”...
Georg Simmel’in, “Sanat, hayat
olmayan, hayatı bir şekilde yıkan, hayata karşı çıkan bir şey üretir”...
Arthur Schopenhauer’ın, “Hayatın
çektirdiği azabın yegâne tedavisi sanattır”...
Oscar
Wilde’ın, “Sefil ve alçaltıcı olan hayatın tek sırrı sanattır”...
Georges
Bataille’in, “Sanat hayata karşı bir öfkedir.” “Hayat sanatın yalanlarından
arındırılamaz”...
André Breton’un,
“Sanat en basit ifadesi olan aşka çevrilmelidir... Aşk, her insanı hayatla
kaynaştıran yegâne düşüncedir,”[13]
diye tanımladıkları sanat özgürleşmedir… Sanatsal yaratımın önkoşulu,
özgürlüktür.[14]
*
* * * *
Sanatın temel
amacı öğretmek, eğitmek, eleştirmek veya değiştirmek değildir. Ama sanatın
olduğu yerde bütün bunlar kaçınılmaz olarak ortaya çıkar.
Öğrenmek
istemeyen, eğitilmeye yanaşmayan, eleştiriye gelemeyen, değişiklikten korkanlar
için sanat her zaman bir tehdit ve tehlike olarak algılanmıştır. Bunun dışa
vurumu ya aşağılayıcı bir küçümseme veya alaycı bir kayıtsızlık veyahut
yasaklama, kısıtlama, tahrip etme, taciz etme şekline dönüşen bir güç
gösterisidir.
Ancak sanat
kanatlarıyla bu duvarları yıkarak özgürleşmiştir.
Tam da bunun
için sanat, bilinç ve kaygıdır.
Sonra da
Andrei Tarkovski’nin, “Dünya mükemmel olmadığı için sanat vardır”...
Tom Robbins’in,
“Sanatın amacı, hayatın vermediğini vermektir”...
Muriel Barbery’in,
“Sanat yaşamdır; ama bir başka ritimde”...
Connie Palmen’in,
“İyi bir sanat yapıtı, gerçeğe temas eden bir sanat yapıtıdır”...
Kostas
Mourselas’ın, “Sanat sadece bir zevk değildir. Sanat bütün kapalı kapıları açan
bir anahtardır”...
Günter Grass’ın,
“Sanat bir suçlamadır. Bir dışavurum, bir tutkudur,” diye tanımladıklarıdır.
*
* * * *
Ve nihayet
Bertolt Brecht’in, “-karanlık dönemlerde peki,/ şarkı da söylenecek mi?/
-elbette şarkılar da söylenecek/ belgeleyen karanlık dönemleri,” dizelerindeki
bilinç ve kaygıyla yaratılmayan hiç bir şey sanat ya da sanat eseri olamazken;
“Muhayyilenin, cazibenin, estetiğin ve ahengin olmadığı yerde sanat yoktur,”
diye ekler W. Goethe ‘Faust’unda…
5 Kasım 2015
17:09:09, Ankara.
N O T L A R
[*] 13
Kasım 2015 tarihinde Metin Altıok Kültür ve Sanat Evi’nin İzmir’de düzenlediği
“Sanatın Sınıfı” başlıklı konferansta yapılan konuşma… İnsancıl, Yıl:26, No:306,
Ocak 2016…
[1] Herbert
Marcuse.
[2]
Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 17.
baskı, 2014., s.268.
[3]
Zeynep Oral, “Zorba Gider Sanatçı Kalır”, Cumhuriyet, 28 Ağustos 2015, s.16.
[4]
“Sınırları içinde emek-gücü alım satımının gerçekleştiği dolaşım veya meta
mübadelesi alanı, gerçekten de, insanın doğuştan sahip bulunduğu hakların tam
bir cennetiydi. Burada tek sözü geçen, özgürlük, eşitlik, mülkiyet ve
Bentham’dır. Özgürlük! Çünkü, bir metanın, örneğin emek-gücünün, alıcıları da
satıcıları da yalnızca kendi özgür iradelerine bağlıdır. Aralarındaki
sözleşmeyi özgür ve hukukça eşit kişiler olarak yaparlar. Sözleşme, içinde
iradelerine ortak bir hukuki ifade verdikleri bir sonuçtur. Eşitlik! Çünkü, bir
birleriyle yalnızca meta sahipleri olarak ilişki kurarlar ve aralarında eş
değerde olan şeyleri değiştirirler. Mülkiyet! Çünkü, her biri yalnızca
kendisinin olan şey üzerinde tasarrufta bulunur. Bentham! Çünkü, her ikisi de
yalnızca kendi gemisini kurtarmaya çalışır. Bunları bir araya getiren ve
aralarında ilişki kuran biricik güç, onların bencillikleri, özel kazançları ve
kişisel çıkarlarıdır. Ve böylece, herkes kendi çıkarını kolladığından ve kimse
başkaları için bir şey yapmadığından, şeylerin önceden kurulmuş uyumunun sonucu
olarak ya da her şeye gücü yeten bir tanrı inayetinin himayesi altında, herkes,
yalnızca, onlara karşılıklı avantaj sağlayan, herkes için yararlı, ortak
çıkarlara uygun işler yapar.
Bayağı serbest ticaretçinin sermaye ve ücretli emek
toplumu hakkındaki yargılarını oluştururken kullandığı görüşleri, kavramları ve
ölçeği ödünç aldığı bu basit dolaşım veya meta mübadelesi alanını terk ederken,
görüldüğü kadarıyla, dramatis personae’mizin (oyun kişilerimizin) yüzlerinde
daha şimdiden bir şeyler değişiyor. Bir zamanların para sahibi şimdi kapitalist
olarak önden gidiyor, emek gücü sahibi de onun işçisi olarak arkasından
yürüyor; birinde anlam yüklü bir bıyık altından gülümseme ve iş yapma hevesi,
diğerinde, kendi derisini pazara getirip de yüzdürmekten başka bir şey
beklemesine imkân olmayan bir kimsenin çekingenlik ve tutukluğu.” (K. Marx,
Kapital, Cilt:1, (Emek-Gücünün Satın Alınması ve Satılması) Yordam Kitap, 7.
Baskı, Sf. 177-178.)
[5]
“Sınıf mücadelesi teorisi Marx tarafından değil, aksine Marx’tan önce burjuvazi
tarafından geliştirilmiştir ve genel anlamda konuşacak olursak, bu teori
burjuvazi adına kabul edilebilir bir şeydir. Yalnızca sınıf mücadelesini kabul
eden biri henüz Marksist değildir, zira henüz burjuva düşünce dünyasının ve
burjuva siyasetinin sınırları dışına çıkmamıştır. Marksizmi sınıf mücadelesi
teorisiyle sınırlı tutmak Marksizmin kolunu kanadını kırmak, çarpıtmak,
burjuvazi açısından kabul edilebilir bir şey derekesine düşürmektir. O yüzden,
ancak sınıf mücadelesinin kabulünü ‘proletarya diktatörlüğünün’ kabulüne kadar
ilerleten kişi Marksisttir. Bir Marksist ile sıradan bir küçük burjuva
arasındaki en büyük ayrım budur. Marksizmin gerçekten anlaşılıp anlaşılmadığını
ya da kabul edilip edilmediğini sınama noktasında mihenktaşı budur.” (V. İ.
Lenin, Devlet ve Devrim, Çev: Kenan Somer, Bilim ve Sosyalizm Yay., 9. Baskı,
1995.)
[6]
Terry Eagleton, Marx Neden Haklıydı?, Çev:Oya Köymen, Yordam Kitap., 2011,
s.190.
[7]
Gencer Çakır, “… ‘Prekarya’ Ne Anlatmaktadır?”, DİSK AR, Yıl:2015, No:4, s.157.
[8]
İlham Bakır, “Sanatı Amaçsızlaştırarak Kontrol Etmek”, Gündem, 5 Ağustos 2015,
s.15.
[9]
Celal Üster, “Gölge Etmesin Yeter...”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2015, s.23.
[10]
Rahmi Öğdül, “Duyumsamak, İsyan Etmektir”, Birgün, 7 Ağustos 2015, s.15.
[11] A.
Hicri İzgören, “Sanat ve Barış”, Gündem, 3 Eylül 2015, s.15.
[12]
Theodor W. Adorno, Minima Moralia, Çev: Ahmet Doğukan-Orhan Koçak, Metis
Yay., 2005
[13] Bir
Muamma: Sanat Hayat Aforizmalar, Der: Ali Artun, Çev: Selda Somuncuoğlu-Elçin
Gen-Nur Altınyıldız Artun-Ayşe Boren, İletişimYay., 2015.
[14]
Onur Bilge Kula, “Sanat Özgürleşmedir”, Cumhuriyet Kitap, No:1338, 8 Ekim 2015,
s.18-19.