Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 02 Ocak 2016
Geçerli Tarih: 09 Mayıs 2024, 01:31
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=22424
MELANKOLİ Mİ ÖFKE Mİ?[1]
TEMEL DEMİRER
“Yeni bir adım atmak
ve yeni bir söz söylemek,
insanların en korktuğu şeylerdir.”[2]
Virginia
Woolf, “Yaşamak neden böyle içler acısı, neden bir uçurumun yanı başından geçen
daracık bir yol gibi,” sorusunu dillendirirken; Jack London’ın, “Biz kaçınılmaz
olanız. Biz sizin endüstriyel ve sosyal hatalarınızın sonucuyuz. Biz sizin
yarattığınız toplumdan çıktık. Biz devrin başarılı başarısızlıklarıyız, bu
rezil medeniyetin belalarıyız. Bizler, ahlâksız sosyal seçilimin yaratıklarıyız.
Biz güçlüler ile karşılaştık. Sadece güçlü olanlarımız dayanabildi.
Biz, uygun
olanların hayata devam edeceklerine inanıyoruz. Siz, maaşlı kölelerinizi
kirliliğin içinde ezerek hayatınızı devam ettirdiniz. Sizin hâkimiyetinizdeki
savaşın kaptanları, kanlı büyük vurgunlarını işçilerinizi köpekler gibi vurarak
yaptılar. Böylelikle ayakta kalabildiniz. Sonuçtan şikâyet etmiyoruz,
doğruluğunu kabul ediyoruz ve biz de aynı doğa kanunu içindeyiz. Ama şimdi bir
soru ortaya çıkıyor; varolan sosyal çevrede hangimiz hayata devam etmeliyiz?”
diye bugüne dair verdiği yanıt sürdürülemez kapitalizm koşullarında yaşatılanları
veya ötesi ve berisiyle mevcut hâl(imiz)i gayet iyi betimler…
Bir
edilgenliğin elem ve kederiyle nitelenen melankolide somutlanan; dik durmayan,
aktif/ faal olmaktan uzak, kızıp öfkelenemeyen ya da Stéphane Hessel’e
kulaklarını tıkayan bu hâle dair Nilgün Cerrahoğlu’nun satırları verilinin
izahıdır sanki:
“Yüreğinizde
yitirdiğiniz şeylerin dindiremediğiniz sızısı varsa… Ve gözyaşlarınızı
içinize akıtmak istiyorsanız… Tam şu günlerde
kendinizi ’boşlukta, ucunu kimin tuttuğu bilinmeyen bir
balon gibi’ hissediyorsanız… ‘Eski adıyla melankoli, yeni adıyla
depresyon’un katman katman ayırdına varın ve katmanları soyun… Ülkedeki
altüst oluşla, kendi altüst oluşlarımız böyle çakıştığında, hüzün, keder,
efkâr… Bir ’melankoli’ dağı olup çıkıyor”![3]
Ne denli güzellenirse güzellensin bu hâl, Suruç’tan
Ankara Garı’na uzanan kesitte öfkenin yerine melankoliyi ikameye kalkışan
tehlikeli, uzak durulması gereken bir hâldir!
ÖTESİ VE BERİSİYLE MEVCUT HÂL
Chuck
Palahniuk’in, “Hiçbir şey durağan değil. Her şey eskiyip dağılıyor,”
saptamasıyla nitelenmemesi mümkün olan mevcut hâl(imiz)in, yaşa(tıl)dığımız
tarihten muaf olmadığı/ olamadığı bir “sır” değildir.
Veya
kimilerinin “90’lara mı dönüyoruz?” sorusunun yanıtı “Öncesi sanki farklı
mıydı, hep 90’ları yaşadık bu coğrafyada”dır!
Kabaca
sıralarsak: 1915 Ermeni (Soykırımı), 1938 Dersim, 1 Mayıs 1977, Maraş 1978,
Çorum 1980, Madımak 1993, Gazi 1995, Roboskî 2011, Reyhanlı 2013, Gezi 2013,
Soma 2014, Diyarbakır 2015, Suruç 2015 ve Ankara Garı 2015 katliamları! (Dikkat
kabaca dedim, kuşbakışı sıraladıklarımın fazlası var, eksiği yoktur!)
Ve tabutlarda
dizilmişiz! Ankara’da 102’yiz! Suruç’ta 33’üz! Roboskî’de 34’üz! Soma’da 301’iz!
Ermenek’te 18’iz! Madımak’ta 35’iz! Diyarbakır’da 4’üz! Reyhalı’da 54’üz! Çorum’daki
57’yiz! Maraş’taki 105’iz! 1 Mayıs’taki 35’iz! 2015’in 9 ayda iş cinayetlerinde
ölen 1317 işçiyiz...
Bu katliam
listesine dikkat edin; yarısı, 2002-2015 aralığında yoğunlaşmaktadır. Bir başka
deyişle, AKP iktidarı 13 yıllık iktidarına, neredeyse yüz yıllık vukuat kadar
katliam sığdırmıştır!
10 Ekim 2015
Ankara Katliamı Cumhuriyet tarihinin en büyük siyasi cinayeti en alçakça
katliamı olarak tarihe geçti… Miting ve yürüyüşleri engellemek için on binlerce
polisi seferber eden hükümet bu kez polisi adeta geri çekmişti. Katliamın
ardından hükümetten “bu saldırı devletimize ve milletimizin tümüne
yapılmıştır,” türünden artık kanıksadığımız sade suya tirit açıklamalar geldi.
Soralım o
hâlde! Bu saldırı ve katliamlar neden milletin sadece bir kesimine yöneliyor?
Neden Türkiye’de sadece muhaliflerin, solun, sendikaların eylemlerinde ve
yürüyüşlerinde silahlar, bombalar patlıyor. Neden hep muhalefetin gösterileri
saldırıya uğruyor? Gelin Türkiye tarihinin kana bulanan miting ve yürüyüşlerine
bakalım, sadece yürüyüş ve mitinglere yapılan saldırılara. Bu saldırılar kime
karşı yapılmış?
Henüz bombalı
ve silahlı saldırıların yaygınlaşmadığı 1950’lerde muhalefet bindirilmiş
kıtalara linç ettirilirdi. 6-7 Eylül malum. Bir başka linçten ise İnönü zor
kurtulacaktı. Dönemin muhalefet lideri İsmet İnönü’nün konvoyu 4 Mayıs 1959’da
İstanbul Topkapı’da DP’li bir güruhun saldırısına uğramış, polis yeterli önlemi
almadığı için İnönü linç edilmekten zor bela kurtulmuştu.
Demokrat
Parti’nin son dönemlerinde muhalefet üzerinde baskı yoğunlaşmıştı. 28 Nisan
1960’da DP’nin baskıcı uygulamalarına karşı protesto yürüyüşü düzenleyen
üniversitelilere ateş açılması sonucu iki genç, Turan Emeksiz ve Nedim Özpolat
öldürüldü.
16 Şubat
1969’da ABD 6. Filosu’nu protesto etmek için anti-emperyalist gençlik
dernekleri tarafından valilikten izin alınarak düzenlenen yürüyüşe Taksim’de
ellerinde taş ve sopalarla bekleyen ve önceden organize olan sağcılar saldırdı.
Polis saldıranları engellemedi ve ABD karşıtı gösteri sağcılar tarafından kana
bulandı. Ali Turgut Aytaç ve Duran Erdoğan adlı iki genç yaşamını yitirdi. Ölen
gençlerden biri bıçaklanırken bir toplum polisinin olayı seyrettiği haberi gazetelerde
yer aldı. Bu saldırı tarihe Kanlı Pazar olarak geçti.
23 Haziran
1975’te Bülent Ecevit CHP’nin Gerede mitinginde konuşurken taş ve sopalı
saldırılar yanında kalabalığın üzerine ateş açıldı. Ecevit olaylardan yara
almadan kurutulurken iki kişi yaşamını yitirdi.
1 Mayıs 1977
ile birlikte muhalefetin ve solun düzenlediği yürüyüş ve mitinglere yönelik
saldırılar yeni bir evreye sıçradı. İşçi bayramını kutlamak için Taksim’de
toplanan on binlerce insanın üzerine ateş açılması ve çıkan panik sonucu 36
kişi öldü. 1 Mayıs 77 katliamı aydınlatılmadı ve hiç kimse ceza almadı. 1 Mayıs
77 Türkiye tarihinin en büyük katliamı olarak tarihe geçmişti. Ne yazık ki öyle
kalmadı!
1 Mayıs
1989’da 1 Mayıs’ı Taksim’de kutlamak isteyen göstericilere polis saldırdı ve 18
yaşındaki işçi Mehmet Akif Dalcı öldürüldü.
2 Temmuz
1993’te Pir Sultan Abdal şenlikleri sırasında Sivas’ta Madımak Oteli’ni kuşatan
gözü dönmüş kitle tarafından otelin ateşe verilmesi sonucu 33 muhalif ve solcu
yazar ve aydın diri diri yakıldı. Polis ve asker bu göz göre göre işlenen
cinayete engel olmadı.
1 Mayıs
1996’da Kadıköy’de 1 Mayıs’ı kutlamak için toplanan kitleye polis tarafından
müdahale edildi. Üçü polis tarafından açılan ateş sonucu, biri gösteri
sonrasında işkencede olmak üzere dört gösterici öldürüldü: Dursun Odabaş, Hasan
Albayrak, Yalçın Levent ve Akın Rençber.
Yakın tarih
ise malum: 5 Haziran 2015 HDP Diyarbakır mitingine yapılan canlı bomba
saldırısında iki kişi yaşamını yitirdi. 20 Temmuz 2015’te Suruç Katliamı: Bir
toplantı sırasında yapılan canlı bomba saldırısıyla 34 sosyalist genç yaşamını
yitirdi. (Dikkat edin, bu listede Kirli Savaş boyunca Kürdistan’da
gerçekleştirilen kıyımlar yer almıyor!)
Bütün bunlar
tesadüf mü? Neden hep muhaliflerin, solun, sosyalistlerin eylemlerinde,
yürüyüşlerinde patlıyor bombalar ve silahlar?
Eğer bu
saldırılar milletin tamamını hedef alıyorsa, neden sadece muhaliflerin
mitingleri, yürüyüşleri, toplantıları kana bulanıyor? Neden milletin bir bölümü
mitinglerde ölüyor? Neden bu katliamlar ve saldırılar sırasında devletin kolluk
kuvvetleri asıl işlerini hep ihmal ediyor?
Bu
cinayetleri, katliamları önle(ye)meyen, yurttaşlarını koru(ya)mayan ve
katilleri bul(a)mayan devlet-hükümet sorumludur, dahası zan altındadır.[4] Katliamların sorumlusudur,
katildir!
Söz konusu
katliamların birçoğunu bizler yaşadık, gördük. Bir bölümünün tanığı olduk.
Katliamların acılarını iliklerimize kadar duyumsadık.
Ancak bu kadarla sınırlı değil: Katliamlarla
coğrafyamızda travmalı bir toplum gerçeği devreye girerken; Özdemir Asaf’ın, “Öyle
bir ilkyaz ol ki korkut yaprakları/ Öyle bir son yaz ol ki tut
yaprakları,//Sararıp dökülürken güz rüzgârlarında/ Ardında savrulsunlar, unut
yaprakları.// Sevinçlerinde onlar vardı, hüzünlerinde onlar/ Seninle
yeşerdiler, seninle soldular// Olsunlar senden sonra da umut yaprakları,”
dizelerindeki uyarıyı “es” geçenler için melankolide bunun getirisi olup çıktı.
MELANKOLİ FASLI
Samuel
Beckett’in, “Ertelenmiş umutlardır perişan eden insanı,”[5]
diye tarif ettiği düzlemde öfkenin yerini ikame edilen ruh hâli ya da yaşam
sevincinin, mücadele ruhunun yitirilmesi veya sürekli sıkılma hâli, acılara
alışmak; gereksizlik ve işlevsizlik hissine kapılmadır melankoli.
Depresyon
hırkasına bürünerek içinden çıkılmaz olan şeylerin acı verdiği ruh hâli olarak
melankoli: Yaşama isteğinin azaldığı, üzüntülerin çoğaldığı zamanlarda içine
düşülen durumdur; modern insan(lık)ın kronik hastalığıdır. Mesela sürekli
karamsarlık hâli, hüzün, can sıkıntısı vb’leri gibi.
Bir hâl olarak
melankoli; duygu durum bozukluğudur; rahatsız, diken üstünde, huzursuzluk
kâbusudur; psikolojik bir travmadır; sürekli üzgün olmak diye tanımlanan ruhsal
durumdur.
Nefes almak
dahil, her şeyin anlamını kaybetmesi veya depresyonun sürdürülebilir hâli ya da
en karanlık ve kritik son kademesi olan melankoli insanı gerçeklerden
uzaklaştırır.
Melankoliyle
yüzleşmeyi ertelersiniz. Daha ileri versiyonda ağlayıp rahatlarsınız da hatta,
ama yüzleşmediğiniz gerçek orada öylece duruyordur. Sizi köşeye sıkıştırdığında
yine kendinizi melankolinin kollarına atarsınız. Gayet tehlikelidir bu açıdan
düşünüldüğünde.
Victor
Hugo’nun, “Melankoli, hüzünlü olma mutluluğudur,” biçiminde tanımladığı
hüzünkolizmdir; karalara bağlanmaktır; kafada karamsarca bir şeyler kurup, söz
konusu kuruntularla beslenmektir.
Melankolik insan
“sakin bir hayat sürebilmek” için yalnızlığı seçer. Ancak yalnız olduğunda da
hayatla ve insanlarla olan ilişkilerini sorgulaması ve sürekli düşünmesi,
kendini suçlaması varoluşunun nedenini araması vb’i sebeplerden ötürü, bir
türlü dinginliğe ulaşamaz. Sıkıntıları ve bunalımları sona ermez.
Yunanca’da
“tatlı acı” anlamına gelir melankoli insan(lık)ı yiyip bitirirken; Emil Michel
Cioran’a göre, “Egoizmin düş hâli”dir; hüznün uç noktasıdır;
tıp ise “depresyonun ilerlemiş hâli” teşhisi koyar…
İlk defa MÖ V.
yüzyılda Hipokrat tarafından telaffuz edilen melankoli, insanı müthiş
yorar, bıktırır, soluksuz bırakır.
Melankolinin
anahtar kelimeleri: Yalnızlık, ayrılık, anlamsızlık, keşkeler ve tarifsiz
edilgen keder ile hüzündür, mutsuzluktur, umutsuzluktur.
Hüznün baş
tacı edilmesi; labirentteki çıkışsızlık olarak türlü çıkılamayan çözümsüzlük
hâlidir; melankoli çaresizliğin parçasıdır, enstrümanıdır…
Yunanca “kara
safra” manasına gelen; melan: kara; kholia: safra sözcüklerinden oluşan
melankoli kelimesi her şeyi karanlık tarafından görmektir.
İnsan ruhunu
etkisi altına alan bir melankoli nostaljiden beslenir. Ayrıca paramparça bir
hayatın, çıldırtan yalnızlıkları, tekil ve edilgen bünyenin içsel yolculuğu;
varoluşsal bir buhran ve çözümsüzlük olarak melankoli yoğun depresyon hâli;
umutsuz olma durumudur da.
Özetle
melankoli, derin bir keder içinde hüzünlü, acı çeken, yalnız, umutsuz bir
insanın içinde bulunduğu durumdur. Yaşam biçimi hâline geldiğinde, insan(lar)ı,
çevresinden uzaklaştırır..
Bu nedenle
Nâzım Hikmet Ran’ın, “Biz ne limonuz, ne mum, ne çınar/ Biz, insanız, çok
şükür/ Biliriz, umudumuzu ilacımıza katmasını/ Yaşamak gerek!/ diyerek ayak
direyip dayatmasını,” dizelerindeki gibi yaşayan devrimcilerin, melankoliye
sarılması, melankolikliğe prim vermesi mümkün değildir.
Tıpkı 19 Kasım
1915 tarihinde Amerika’da Salt Lake City’de tutulduğu cezaevinde kurşuna
dizilerek infaz edilen işçi önderi Joe Hill, infazdan bir kaç gün önce bir
arkadaşına yazdığı mektupta “Yas tutmayın, örgütlenin” diye haykıran kararlılığındaki
üzere![6]
ELEMİN, KEDERİN EDİLGENLİĞİ
Adalet
Ağaoğlu’nun “İnsan için ‘bugünün gerçeği parçalanmış bir gerçek’tir artık,”[7] saptamasındaki yabancılaşma tablosunda melankoli, Lukretius’un
“Nil fit ad nihilum/ Hiçbir şey, hiçbir şeye dönüşmez.” “Nil de nihilo fit/
Hiçten hiçbir şey çıkmaz,” diye tanımladığı bir pasifliktir. Altta
kalan, hareketsiz, edilgen ezikliktir. Keder, acı, dert, elem üzüntüdür; insana
acı veren, mutsuz edici olaylar bütünüdür.
Rıfat
Ilgaz’ın, “Çare yok,/ Tüm acılara direneceksin önce/ Daha çok,/ Acınmalara
direneceksin, iki,/ Yokluğa, yoksunluğa… Üüüç!/ Güler yüz göstermeyeceksin/
Yüzüne gülenlere, dört!/ En önemlisi/ Ezenlere karşı direneceksin, beş!”
dizelerindeki varoluş hâline bütünüyle yabancılaş(tırıl)mış pasiflikle, “Hayır”
diyemeyen; hayatı brüt yaşayan melankoli; resesif yani çekinik,
baskılanan, baskı altında kalan, kendini belli etmeyen, etkiden yoksun, zayıf,
silikliktir.
Melankoli, boğucu, insanı girdaba sokan,
sıkıntılı bir duygudur; sessiz, sedasız, sakin bir üzüntüdür; sukûneti
çaresizliğindendir. Hayal kırıklığının açtığı yaralarla, hoşlanılmayan bir
durum karşısında yaşanan his ve bunaltıcı bir hâlin depresifliğidir.
Melankoli fena hâlde bulaşıcıdır.
Dermansızlık hissi uyandıran, yoksunluktur. İsyanını dillendirememektir.
Sema
Kaygusuz’un, “Kederliler fenalık karşısında acı çekerler,”[8]
notunu düştüğü insani bitiren, tüketen bir hisler toplamı yani acı, üzüntü,
dert, sıkıntı, ıstırap, tasa vb’leri melankoli büyüdükçe çoğalan,
çoğaldıkça rakıya meze olan umutsuzluktur!
Ece
Temelkuran’ın, “Pek kederli bir sözcüktür umut. Çünkü bütün sözcüklerden daha
hızlı çağırır umutsuzluğu. Hele ‘umut var mı?’ diye sormuşsa aramızdan biri,
bilin ki çoktan düşmüştür omuzlar,” diye tariflediği hâle “Hayır” diyememektir!
DİK DURMAK İÇİN
Bunlar elbette insanî hâllerdir. Ancak
dünyayı değiştirmek isteyenlerin hikâyesinde insanlar olduğu gibi değil, hep
-dik durarak!- olması gerektiği gibi olmuşlardır.
M. Bakunin’in,
“Başkaldırı, hayatın doğal eğilimidir. Bir karınca bile, üstüne basan ayağa
kafa tutar,” cümlesinde formüle ettiği dik durmak insan(lık) için başı eğik
olmamak, umutların tükenmesine müsaade etmemektir; insanî bir duruş olarak
maymundan insana geçişin (homo erectus) en önemli adımıdır…
Kaldı ki
homo-insan, erectus-dik duran demektir. Dik duran primattır. Yani en büyük
eksikliğin giderilmesidir; insanlaşma edimidir.
Dik durmak, esnek olmayı tavsiye edenlerin
kavrayamadığıdır; insanı insanlaştıran bir duruştur. Kendine güvenle de alâkâlı
bir hâldir. Herkesin harcı değildir. Boyun eğmemek, itaat etmemektir. Bedeli
ağırdır; örneğin, “Bir gün gelecek,/ bir balıkçı türküsünü dinler gibi
yumacağız gözlerimizi./ Ödediğimiz diyet;/ yüzümüz hep dingin, duru ve temiz
kalsın diyedir./ O yüzden biz böyleyiz./ O yüzden ‘biz hiç adam olmayacağız’,”[9]
dizelerindeki üzere bir uçurumun kıyısında ağaç gibi, yalnız, tek başına dimdik,
eğilip bükülmeden varolabilmektir...
Bunun için
eylemli, iş yapan, üretken... Çalışkan, canlı, etkin… Hareketli, dinamik,
heyecanlı olmak; yani pasif olmadan işler hâlde, çalışır durumda olmak gerekir.
Hem de “Ey,
biz ki her gün ıstırap çekenler, her gün aşağılananlar. Biz, bir araya geldiğimizde
mahşer gibiyiz ve hiç kimsenin gücü bize yetmeyecektir. Biz, diğer her şeyi
içine alıp eritebilecek o dev okyanusuz,”[10]
diyen cüretkârlıkla…
Aristo’nun,
“Herkes kızabilir, bu kolaydır. Ancak doğru insana, doğru ölçüde, doğru
zamanda, doğru nedenle ve doğru şekilde kızmak, işte bu kolay değildir,”
uyarısı “es” geçilmeden; umutlanmak fiilinin yerine geçebilen eylem olarak
sözünü ettiğim cüret, insanî bir kızgınlıktır; sinirlenmek, öfkelenmektir!
ÖFKE(LENİN)!
Umudun iki
güzel kızı vardır: Öfke ve cesaret! Öfke, olanlara dayanabilmek, cesaretse
değiştirebilmek içinken; Ulrike Meinhof’un, “Üzgün olmaktansa öfkeli olmayı
yeğlerim,” haykırışını asla unutmayın!
Çünkü, “Öfke,
ilk (en başta gelen) politik duygudur,” Jean-Luc Nancy’in de belirttiği gibi…
Cüret ile
beslenen öfke bilinçli, bir insan tepkisidir; keskin ve vazgeçilemez ruh
hâlidir.
Sessizce
büyür; insanı güçlü kılar; korkunun panzehiridir Murathan Mungan’ın
dizelerindeki üzere:
“öfkeni tutma
öfkeni yaşa/ bu kadar çok şey olurken/ hiçbir şey olmuyormuş gibi yapma/ bunca
kızgınken/ bunca kızdırılmışken/ tavanlara bakıp duygularını bastırma/ bırak
ortaya çıksın/ öfke de duygumuz bizim/ aşk gibi, sevgi gibi, şefkat gibi/
üstelik hepsinden daha haklı/ bu pisliğin ortasında/ öfkeni tutma, öfkeni yaşa/
bu kadar çok şey olurken/ hiçbir şey olmuyormuş gibi yapma
öfkenin
şiirini/ kalbin şiddetini/ teslim etme/ yapmacık kurallara/ zaaflarına fırsat
tanı/ pişmanlık, acizlikten/ daha soylu, daha derin/ sana dayatılan başkasının
hayatı/ bu sen değilsin/ ne de bütün bunlar senin seçimin/ alkışların itaat
olduğu yerde/ yuh çekmeyi öğrenmelisin/ öfkesi olmayanın inanma sevgisine de/
her öğüde yarım kulak ver/ bu şarkı da dahil olmak üzere/ öfkeni tutma, öfkeni
yaşa
hiç olmazsa
öfke dolu bir şarkı söyle/ bu kadar çok şey olurken.../ hiç olmazsa öfke dolu
bu şarkı söyle/ hiçbir şey olmuyormuş gibi yapma.../ kendin ol ve öfkeni
tanımla.”
Evet, evet dik
durmamızı sağlayan anlamlı öfke iyidir, duyumunu arttırır insanın...
Özgürlüğe
giden yolun önemli adımıdır; birikendir; onuruna düşkünlüktür.
Yaşamak,
yaratmak için güç verendir; doğurgandır; dölleyicidir; dürüsttür; doğruyu
söyletir.
Hoşnut
olunmayan durumlara karşı verilen temel duygulardan biridir; vazgeçmemek
içindir öfke; varoluşa dair güçlü bir imgedir; dinamiktir; enerji verir.
İnsan(lık)ı
ayık tutan bir duygu olarak örgütlenmiş ve en güzel hâli isyandır.
Buda, “Ruhun
kiri” olarak tanımlasa da; Horatius, “Öfke, kısa süren bir deliliktir”;
Ovidius, “Öfke, kırılgan buz gibi, geçer gider zamanla,” dese de insanın sosyal
bir varlık olması sebebiyle, toplumda dalga dalga yayılabilecek bir duygu ve
tepki olarak, patlama yeteneğini haizdir öfke.
Dünyayı
değiştirenlerdendir; bitiren ve başlatandır; içerisinde kırmızıdan başka bir
renk barındırmayandır.
Engellenmeye,
saldırıya uğramaya, tehdit edilmeye, yoksun bırakılmaya, kısıtlanmaya verilen
yanıttır.
Acı “Yıkıl”
derken; öfke “Ayağa kalk, yık” der; unutmayın: Acı, hissedilir; öfke,
hissettirir.
Kolay mı? Edip
Cansever’in, “bir aşk gibi yaşamak gerek öfkeyi,” notunu düştüğü imkân olarak
tutuşturulmuş bir ateş gibidir; göndere çekilmiş isyan bayrağıdır öfke…
Öfkeyi
besleyen etmen sayısı öfkenin süresini ve şiddetini doğrudan etkilerken; onu,
polis şiddeti yok edemez. Zorbalık bastıramaz. Yalancı özürler dindiremez.
Öfke, seçim sonuçlarında görünmez. Televizyonlar vermez. Kara propaganda öfkeyi
gizleyemez. Öfke var ya öfke, öfke bir gün muhatabını bulur. Bulduğunda ise
kaçacak delik ararsınız.
Ne yazıktır ki “Sine ira et studio/ Öfkesiz
ve hevessiz” “insan(cık)lar”ın çoğaldığı bugünde milyonlarca insan
öfkelenmiyor, ağlamıyor, hiçbir şey yapmayıp; sadece zamanın geçmesini
bekliyorlarken; Turgut Uyar’ın, ‘Hızla Gelişecek Kalbimiz’indeki “hızla
gelişecek kalbimiz/ kalbimiz hızla.// ve yeni uyanışların ve yeni doğmuşların/
ve herkesin ve herkesin/ sesleriyle birlikte/ bir haziran uygulayacak/ kimse
bölemeyecek ve kalbimiz/ hızla gelişecek.
yıkıntılara
karışan eski bir bahar/ büyük olmaya elverişli bir bahar/ eskiden yaşanılmış ve
her şeye rağmen/ insanlara göre bir bahar/ suların kana kestiği yahut/ suların
kana kestiği bir bahar./ hızla gelişecek kalbimiz// birden gerçekliğini
algılayarak/ saat çalınca ve görünce güneşi/ birden vazgeçilmezliğini
algılayarak/ önemli ve gerekli buluşunu kendini/ birden hatırlayarak/ geleceğe
hazırlayınca olanca göğüslerini/ ve her şeye ve ölüme kalbimiz/ hızla
gelişecek/ çağımıza pek uygun bir hızla/ gelişecek kalbimiz/
kalbimiz/
yerin ve göğün alt edilmez bir dirilikte olduğu/ tutkumuz, direnmemiz,
ellerimiz, kalbimiz. / kalbimiz/ kalbimiz hızla gelişecek,” dizelerini
daha yüksek sesle haykırarak; 91 yaşında ‘Indignez-Vous!/ Öfkelenin!’diyebilen
Stéphane Hessel’e kulak vermeliyiz’!
HESSEL’İN ÇIĞLIĞI
‘Öfkelenin’in
yazarı Stéphane Hessel, İkinci Paylaşım Savaşı sırasında Fransız direniş
hareketlerine katılmış, faşizme karşı mücadele etmiş, işkenceye uğramış,
toplama kamplarında kalmış, savaş sonrası Birleşmiş Milletler’de İnsan Hakları
Evrensel Bildirisi’nin yazılmasına katkıda bulunmuş ve hayatı boyunca
ezilenlerin yanında yer almış bir eylemci, düşünür.
Hessel, kendi
yaşamından verdiği ve tarihsel arka planını dünyamızın egemenleri tarafından
şekillendirildiği yılların sonucunda öfkelenmesi için birçok neden olduğundan
bahseder. Totaliter rejimlerin insanlığa uyguladıkları acımasızlıklar,
savaşların yarattığı yoksulluk ve kıyım, kapitalizmin yarattığı sosyal
eşitsizlik gibi daha nice neden kuşkusuz Hessel’in öfkelenmesi için yeterli
olmuştu.
Siz bakmayın
malum Engin Ardıç’ın, “Hessel, bir ‘sahte feylesof’tur... Ortaya koyduğu matah
bir fikir yoktur. Yaptığı, ekonomi sarpa sarınca bozuk çalmaktan ibarettir.
Kriz geçsin, unutulur gider,”[11]
demesine!
Fransız
entelektüel Regis Debray’in, “İnsanlık onurunu kurtaran adam”[12] diye betimlediği Stéphane Hessel
1917 Berlin doğumlu bir Rönesans adamı. Bu sıfatı hak etmesini sağlayan
pilotluk, diplomatlık, arabuluculuk, danışmanlık, eğitimcilik, filozofluk ve
sosyalistlik gibi birçok meziyeti var.
Hessel’in
babası Franz Hessel bir yazar ve çevirmen. Annesi Helen Grund ise ressam,
müzisyen ve yazar. Almanya’da giderek artan Yahudi düşmanlığından
(anti-semitizm) da etkilenerek olsa gerek, aile 1924’te Paris’e yerleşmiş ve
Avrupa’nın bu köklü ve avangard şehrinde yetişen Stéphane Hessel, küçük
yaşlardan başlayarak Avrupa’nın önde gelen sanatçı ve entelektüelleriyle tanışma
ve kendini birçok alanda yetiştirme şansı yakalamış. Hessel 1937’de Fransız
vatandaşlığına geçmiş ve 1939’da Öğretmen Okulu’na girmiş ancak İkinci Dünya
Savaşı nedeniyle eğitimine ara vermek zorunda kalmış.
Mayıs 1941’de
General Charles de Gaulle’ün Londra’daki Özgür Fransa toplantısına katılmış,
karşı casusluk, bilgi toplama ve eylem bürosunda (BCRA) çalışmış, fakat daha
sonra 1944’te Fransa’da Nazilere esir düşerek uzun süre işkence görmüş ve
asılmaktan son anda kurtulmuştur. İki kez Nazi kampından kaçan ama yeniden
yakalanan Hessel, savaş sonrasında karısı ve üç çocuğuna kavuşur, daha sonra da
Dış İşleri Bakanlığı giriş sınavını kazanarak diplomat olur. Henüz ilk
görevinde Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ni hazırlayan
komisyona katılır. Daha sonraları diplomatik görevlerle uzun yıllar New York’ta
bulunur.
Cezayir savaşı
sırasında Cezayir’e destek verir ve Fransız Sosyalist Partisi’ne (PS) katılır.
Emekli olduktan sonra insan hakları meselelerinde aktif mücadeleye devam eder
ve anılarını ve gördüklerini yazmaya -‘Danse Avec Le Siecle (1997), ‘O Ma
Mémoire’ (2006)- ve yeni nesillere aktarmaya gayret eder. 2000’lerde ise
özellikle İsrail’in giderek artan şiddeti nedeniyle kamuoyunun ve
entelektüellerin dikkatini Filistin sorununa çekmeye çalışır. Hessel’in yeni
nesiller ve geniş kitlelerce tanınması ise 2010 yılında yazdığı ‘Indignez-Vous/
Öfkelenin!’ başlıklı kitabın milyonların okuduğu bir kült eser hâline gelmesi
ve 2011 yılında Nobel Barış Ödülü’ne aday gösterilmesiyle olur.
Nihayet, 2013
yılında 95 yaşında şu uyarıları ardında bırakarak hayata gözlerini yumar!
“Direniş, öfkeden doğar… İşlere karışın,
kızın öfkelenin!...”
“Yaratmak direnmektir. Direnmek
yaratmaktır…”
“Direnmek, bir anlamda insan topluluklarının
kendini sürekli yeniden yaratması demektir... İnsanlık tarihin akışını
değiştirmeye kadirdir. Tarih sorumlu yurttaşların eseridir…”
“Doğrudur, öfkelenme nedenleri bugün o kadar
açık seçik olmayabilir ya da dünya çok karmaşıktır. Kim emir veriyor? Bizi
yöneten akımlar arasında bir ayrım yapmak her zaman kolay değildir.
Faaliyetlerini açık seçik biçimde anladığımız küçük bir seçkin topluluk yok
artık karşımızda. Büyük bir dünyada yaşıyoruz ve böyle bir dünyada ve her şeyin
birbirine bağımlı olduğunu hissediyoruz. Bugüne dek görülmemiş bir karşılıklı
bağımlılık içinde yaşıyoruz. Ama bu dünyada katlanılması mümkün olmayan şeyler
var. Bunları görmek için iyi bakmak, aramak gerekir. Gençlere sesleniyorum:
Biraz arayın, bulacaksınız. En kötü tavır kayıtsızlık, ilgisizliktir, ‘Bir şey
yapamam, elimden bir şey gelmez, ben kendi işime bakarım’ demektir. Böyle
davrandığınızda insanlığı oluşturan temel değerlerden birini yitirirsiniz.
Bunun için gerekli olan değerlerden birini, öfkelenme yeteneğini ve bunun
sonucu olan siyasal ve toplumsal bir davaya hizmet etme çabasını yitirirsiniz…”
“Gençlere şöyle diyorum: Çevrenize bakın,
öfkenizi haklı çıkaracak konular bulursunuz: Göçmenlere bakın, kaçak işçilere,
Çingenelere yapılan muameleler gibi. Sizi güçlü bir yurttaş hareketine
götürecek olan somut durumları bulursunuz. Arayın, bulacaksınız!”
“Ya hep birlikte, ya da hep birlikte
çıkacağız bu açmazdan. Bir koşulla! Direnişin ilk aşaması öfkelenmek, yaşanan
haysiyetsizliklere kayıtsız kalmamak, infial duymaksa ikinci ve belirleyici
aşaması eyleme geçmektir!”[13]
“SONUÇ
YERİNE” NOTLAR
Hasan Hüseyin
Korkmazgil’in, “Elbet bir bildiği var bu çocukların, kolay değil öyle genç
ölmek,” dizelerindeki gibi karşı durmak, itiraz etmek, devrimci bir muhalif
olabilmek işte tam da böylesine mümkündür!
Ezber bozup,
iktidarın kabullere karşı çıkan; egemen(lik)le aynı görüşte olmayan; karşıt,
yani aleyhtar olan böylesi bir duruş, olması gereken biçimiyle yaşamın “olmazsa
olmazı”dır.
Kolay mı?
Karşıt olmak, uyum göstermemek, aykırı davranmak, pürüz çıkartmak, ak koyunlar
arasında göze batan kara koyun olmak, baş kaldırmakken; devrimci muhalif, “Nihil habenti nihil dest/ Hiçbir şeyi
olmayanın, kaybedecek bir şeyi yok demektir,” gerçeğine yaslanan
mülkiyet duygusu gelişmemiş insandır; iktidara karşı ve –her türlü iktidarı yok
etmek üzere- iktidar olmaya namzet olandır.
İnsan, resmi
ideoloji karşısında muhalif olduğu zaman insanken; karşı durma, karşı koyma
anlamına gelen devrimci muhalefet, alternatifiyle var olur, vardır.
Bunlar
böyleyken; Louise Michel’in, “Özgürlük ve iktidarın birlikte olması
imkânsızdır”; V. İ. Lenin’in, “Devlet varsa özgürlük yoktur. Özgürlük olduğunda
devlet olmayacaktır,” uyarılarının altını ısrarla çizerek; “Son insan ölene
kadar özgürlük asla yok olmayacaktır,” sözlerini anımsatacağım Charlie Chaplin’in,
sizlere…
Ha bir şey
daha: Özgür irade olmadan da devrimci ahlâk olmaz. Özgür irade, devrimci
ahlâkın önkoşuludur. Özgür irade olmadan eylem ve seçimden söz edilemez. Özgür
iradenin olmadığı yerde, eylem ve seçim değil, sadece davranış söz konusudur.
Sadece davranışın olduğu yerde insan Pavlov’un köpeğine dönüşür. Yani insan,
belli bir etki sonucunda belli bir tepki veren ve kendi yolunu çizemeyen bir
canlıya dönüşür…[14]
İşte bunun
için kilit önemdedir eşitlikçi özgürlük…
Nevzat
Çelik’in ‘İtirazın İki Şartı’ndaki dizelerle tamamlıyorum: “çok olmadığımız
kesin/ çok olan tarafta değiliz/ çok olan tarafta olmayacağız/ türkiye’de kürt
olacağız/ kürtlerde ermeni/ ermenilerde Süryanî/ gidip almanya’da türk
olacağız/ hollanda’da surinamlı/ fransa’da cezayirli/ iran’da azeri/ amerika’da
zifiri zenci olacağız/ çoğalan zencide mutlaka kızılderili/ israil’de
filistinli/ köpeğin karşısında kedi/ kedinin karşısında kuş olacağız/ kuşun
karşısında börtü böcek/ hakemler hep karşı takımı tutacak/ ve biz hep yedi
kişiyle tamamlayacağız maçı/ çiçeklerden kamelya olacağız/ az kolumuzun
tarafında/ solda olacağız/ bu itirazın ilk şartı
solda da az
olacağız/ devrimi çoğaltırken çünkü/ bir başka devrime hızla azalacağız/ bu da
itirazın ikinci şartı.”
Ve Edip Cansever’in, “Duyuyor musun?/ İnsanın
insandan aldığı bütün yaraların merhemi/ insandadır diyorum sana,” dizeleriyle
de noktalıyorum diyeceklerimi…
10 Kasım 2015 14:07:25, Ankara.
N O T L A R
[1] 14
Kasım 2015 tarihinde İzmir AKA-DER’in örgütlediği etkinlikte yapılan konuşma… 14 Kasım 2015 tarihinde İzmir’de Silvan’la dayanışma
için gerçekleştirilen oturma eyleminde yapılan konuşma... Kaldıraç,
No:173, Aralık 2015…
[2]
Fyodor Dostoyevski.
[3]
Nilgün Cerrahoğlu, “Melankolinin Zaferi…”, Cumhuriyet, 8 Kasım 2015, s.12.
[4] Aziz
Çelik, “Ölüm Neden Hep Bu Yana Düşer?”, Birgün, 15 Ekim 2015, s.4.
[5]
Samuel Beckett, Godot’yu Beklerken, Çev: Tarık Günersel-Uğur Ün, Kabalcı
Yayınevi, 4. Baskı, 2012.
[6]
Murat Kuseyri, “İşçi önderi Joe Hill: Yas Tutmayın Örgütlenin”, Evrensel, 18
Ekim 2015…
http://www.evrensel.net/haber/263018/isci-onderi-joe-hill-yas-tutmayin-orgutlenin
[7]
Adalet Ağaoğlu, Hayır - Dar Zamanlar 3, İş Bankası Kültür Yay., 2007.
[8] Sema
Kaygusuz, Karaduygun, Doğan Kitap, 2012, s.72.
[9]
İbrahim Karaca, https://www.facebook.com/permalink.php?id=152172068261776&story_fbid=350870958391885
[10] P.
A. Kropotkin, Ekmeğin Fethi, Çev: Mazlum Beyhan, Öteki Yayınevi., 2000.
[11]
Engin Ardıç, “Hesselizm”, Sabah, 25 Temmuz 2013... http://www. sabah. com.
tr/yazarlar/ardic013/075/hesselizm
[12]
Arzu Çakır Morin, “Dünyayı Öfkelendiren Âkil Adam”, Hürriyet, 7 Ekim 2011…
http://www. hurriyet. com. tr/dunyayi-ofkelendiren-akil-adam-19003916
[13]
Stéphane Hessel, Öfkelenin!, Çev: İsmail Yerguz, Cumhuriyet Kitap, 2011.
[14] Örsan
K. Öymen, “Özgür İrade ve Ahlâk Üzerine”, Birgün Pazar, Yıl:12, No:449, 18 Ekim
2015, s.18.