Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 16 Kasım 2015
Geçerli Tarih: 09 Mayıs 2024, 00:53
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=22228
ŞİDDET NEDEN KAPİTALİZMİN “OLMAZSA
OLMAZI”DIR?[1]
SİBEL
ÖZBUDUN
“Doğrunun savunulmadığı yerde
yalan dünyayı dolaşır.”[2]
Son beş gündür
burada nelerin tartışıldığına bakıyorum da... Soykırım, holocaust, savaş,
katliam, faşizm, şiddet, işçi kıyımı, hapishane, göç, ekolojik yıkım, kentlerin
çöküşü, imha, sansür, kriz, işsizlik, ataerki, seks ticareti, etnik çatışma,
kavimkırım... Yaşadığımız günlerin düşünce ve tahayyül dünyamızı bir karabasana
dönüştürdüğü aşikâr...
Neler oluyor?
Bundan 20 yıl kadar önce iktisatçılar başta olmak üzere sosyal bilimcilerin
çoğunun “tek kutuplu dünya”dan, “devletlerin küçültülmesi”nden,
“çokkültürcülük”ten, “dünyanın bitimsiz bir piyasa ekonomisi çevresinde
bütünleştiği evrensel barış”tan, “tarihin ve ideolojilerin sonu”ndan söz ettiği
“kapitalist barış” yanılsaması, nasıl oldu da kan revan bir distopyaya, bir
karabasana dönüştü?
Şu an, evet,
yalnızca 2015 yılında dünyanın 25 bölgesi, savaş, iç savaş ve çatışmalarla ya
da çatışma riskiyle sarsılıyor: Boko Haram ayaklanması (Nijerya), Ukrayna,
Suriye, Gürcistan-Abhazya çatışması, Kobane, Irak, Kolombiya, Kuzey Mali,
Libya, Cezayir, Mısır, Orta Afrika, Somali, Uygur Sorunu (Çin), Veziristan
(Pakistan), Yemen, Filistin, Türkiye, Kuzey Kore, Ürdün, Lübnan, Meksika
(uyuşturucu bağlantılı), Myanmar, Güney Sudan,Tayland...[3]
Üstelik de
şiddet, yalnızca savaş, iç savaş ya da silahlı çatışmalarla sınırlı değil.
Hergün yüzlercesi ölüm ya da açlıktan kaçmaya çabalarken gözlerimizin önünde
çırpına çırpına Akdeniz’e gömülen göçmenler, çatışma bölgelerinden kaçırılarak
parçalanıp organları satışa çıkartılan çocuklar, polis terörü, işkence, seks
köleliği, kadın cinayetleri, uluslararası uyuşturucu ticareti, iş
cinayetleri...
Aslına
bakılırsa Sahra Altı Afrika’da yaşayanların yarıdan fazlasının günde 1.25
doların altında bir gelirle yaşamak zorunda kalması, dünya ölçeğinde 1 milyar
350 milyon kişinin, yani dünya nüfusunun dörtte birinin de günde 1 doların
altında bir gelirle, yani açlık sınırının altında yaşamını sürdürmeye çalışır
olması; yeryüzünde her yıl on milyon kadar çocuğun açlığa bağlı nedenler veya
önlenebilir hastalıklar yüzünden ölmesi ya da dünyada 85 insanın toplam
servetinin 3.5 milyar insanın, yani dünya nüfusunun yarıya yakınının servetine
denk olması, yalnızca bu dahi bizatihi şiddettir; şiddetin daniskasıdır, en
yalın, en çıplak ve en acımasız hâliyle!
Yeryüzünü bir
örümcek ağı gibi sarmış sivil toplum örgütleri bu köklü ve yaygın şiddet
görüngülerinin “netice”leriyle uğraşadursunlar; sanırım sorun, -her biçimi
alabilen, her kalıba dökülen şiddetin “fail”ini saptayabilmekte.
“Şiddetin
kaynağı” sorgulandığında, çoğunluk, muğlak bir “insan doğası”na başvurur, işin
kötüsü, sosyobiyoloji de insanın -daha çok da insanın erkeğinin- “doğası
itibariyle” şiddete yatkınlığı konusunda bol miktarda kanıt sunabilmektedir -
ama sosyobiyoloji öyledir işte, insanın “özünde” barışçıl olduğunu da
kanıtlayabilir, kan içici olduğunu da...
Daha ciddi
açıklama girişimleri, psikanalizden dem vurabilirler - Ödipal karmaşa, cinsel
dürtülerin bastırılması, eril kontrol mekanizması, biyo-iktidar aracı olarak
şiddet vb. vb.
Ancak bu
açıklama girişimlerinin pek çoğu, şiddet görüngülerinini sosyo-ekonomik ve
sosyo-politik bağlamları içerisinde ele alma yükümlülüğünden yan çizmekle
malul. Tam da son dönemlerde yükselişe geçen neoliberalizm apolojilerinin
yapmaya çalıştığı gibi.
“Yükselen paradigma,” diyor Henry C. Clark,
“… ‘Kapitalizm’in genelde şiddetli değil, barışçıl insan ilişkilerinden yana
bir kuvvet olduğunu önermekte. Cinayetler konusunda son bulgular cinayet
oranlarıyla piyasa toplumu arasında ters bir ilişki olduğunu gösteriyor.
Devletler arası savaş konusunda ‘kapitalist barış’ın varlığı, yani bir ekonomi
ne denli açık ise savaşa o denli uzak olduğu konusunda bir çeşit uzlaşı
biçimlenmekte. Devrim ya da ayaklanmalara gelince, ‘kapitalizm’in bunların
olasılığını arttırmaktansa, düşürdüğü ortaya çıktı (...) İç savaş sözkonusu
olduğunda, küreselleşmeye açık olmak, bu türden çatışmaların hem olasılığını,
hem de yıkıcılığını azaltmakta. Hatta soykırım konusunda, karşılaştırmalı
araştırmalar ticarete açık piyasa toplumlarının çağımızın bu tanımlayıcı
dehşetinden uzak durmaya, piyasa yönelimi daha düşük toplumlara göre daha
yatkın olduklarını ortaya koymakta.”[4]
Tez, oldukça
eski, biliyorsunuz. İnsana Leviathan’dan bu yana “devletli” sınai toplumlarını
uygarlığın, barışçılığın, sanatın, erdemin, insan rafineliğinin,
yaratıcılığının, verimliliğinin... kısacası kapitalist “uygarlığın” bütün
değerlerinin biricik temsilcisi olarak gösteren bütün bir Aydınlanma
literatürünü ve bizleri sınai kapitalizmin erdemlerine ve üstünlüklerine ikna
etmek için çırpınan 19. Yüzyıl İngiliz otodidaktı Herbert Spencer’i
anımsatıyor.
Ancak bu Clark
ve kaynakçasını oluşturan tüm bu “gecikmiş Aydınlanmacılar”ın, aklamaya
çalıştıkları kapitalist Kuzey’i Güney’den ayrı, yalıtık ve ışıltılı bir
dünyaymış gibi görmek-göstermek gibi “küçük” bir kusuru var. Elbette, Fransa,
bugün “soykırım” tehdidinden göreli olarak uzakta. Ama Ruanda, ülkede
yüzbinlerin katledildilmesinin doğrudan sorumlu olduğu İnsan Hakları İzleme
Örgütü raporu (1999) ve Ruanda Savaş Suçluları Mahkemesi tarafından açığa
çıkartılan Fransa’nın ne kadar uzağında?
Ya da elbette
ABD’de fanatik dinci bir grup, örneğin İncil’den bab’ları ezbere okuyamayan
yurttaşların kellesini meydanlarda uçurmuyor; Katolik ya da Yahudi kadınları
esir alıp cariye pazarlarında satmıyor. Ama IŞİD’i meydana getiren koşullar,
ABD’nin Ortadoğu enerji koridorlarını denetim altına alma çabasından ne kadar
bağımsız? Ya da 11 Eylül saldırılarının ardından darmadağın ettiği Afganistan,
olmadığını sonradan itiraf edeceği kimyasal silahlar için parçalayıp taş
üzerinde bırakmayacağı Irak ABD’ye ne kadar uzak?
Doğrudur,
İngiltere’de etnik gruplar, kabileler, dinsel gruplar silahlı çeteler oluşturup
birbirleriyle pek boğazlaşmıyor, sıradan insanları haraca bağlamıyor. Bunlar,
Sahra altı Afrika ya da Orta Doğu gibi “piyasa ekonomisine göreli daha kapalı”
bölgelerde görülen olaylar. Peki ama çetecilerin kullandıkları silahlarda, BM
Güvenlik Konseyi’ndeki üç ortağı ile (ABD, Fransa, Rusya Federasyonu) birlikte
dünyadaki konvansiyonel silah satışlarının yüzde 78’ini gerçekleştiren
İngiltere’nin hiç mi payı yok?[5]
Bu sorular
çoğaltılabilir elbette. Ve her biri, günümüzde şiddet ile kapitalizm arasındaki
yaygın ve derinlemesine bağa işaret eder.
Gerçekten de
kapitalizm ile şiddet arasındaki ilişki herhangi münferit bir bağlam (Alman
Nazizmi, İtalyan faşizmi, Latin Amerika ülkelerinde darbeler kotaran CIA
faaliyetleri...) ya da özgül durumla sınırlandırılamayacak kertede yaygın ve
derinlemesinedir. Bunu görmek için kapitalizmin tarihine bakmak yetecektir.
Rosa
Luxemburg’un ilkel sermaye birikimi evresi olarak tanımladığı merkantil
kapitalizm, ya da dünyanın kapitalist olmayan bölgelerinin kapitalist sistemle
entegrasyonu, bizatihi bir katliamlar, soykırımlar, gasp, hırsızlık ve
köleleştirme tarihidir. Cristoph Colombus’un Amerika kıtasına ayak bastığı 1492
yılını izleyen 200 yıl içinde kıtadaki yerli nüfusun 80 milyondan 5 milyona
indiğini söylemek yeterli olur mu? Veya yerliler kölelik koşullarına
dayanamadıklarından ya intihar ettikleri, ya yığınlar hâlinde öldürüldükleri,
ya da üremeyi durdurup yeni efendilere taze köleler sağlamayı reddettikleri
için Afrika’dan plantasyonlar ve madenlerde çalıştırılacak milyonlarca siyahi
köleler ithal edildiğini? Batı Afrika topraklarından kaçırılan Afrikalıların,
mümkün olduğu kadar çoğunu sığdırmak için gemi güvertelerine kaşık nizamında
dizildiği; maden ve büyük toprak sahiplerinin kendilerine o denli ihtiyaç
duydukları “işgücünü” getirecek gemileri limanlarda dört gözle bekledikleri ve
en işe yarar, en güçlü kuvvetli erkekleri, en kalın sırtlı kadınları oracıkta
kurulan pazarlarda satın alıp plantasyonlarına ya da maden ocaklarına
götürdüklerini...
“Kölelik benimsendiğinde, özgür emeğin bir
seçeneği olarak benimsenmedi. ‘Köleliğin nedenleri,’ diye yazmaktadır Gibbon
Wakefield, ‘ahlâksal değil, iktisadi koşullardır; kötülük ya da erdeme değil,
üretime taalluk ederler.’ 16. yüzyılda Avrupa’nın kıt nüfusu gözönünde
bulundurulduğunda, Yeni Dünya’da şeker, tütün ve pamuğu ekecek özgür
emekçilerin miktarı, geniş ölçekli üretime yetmiyordu. Kölelik bunun için
gerekliydi ve Avrupalılar önce yerlilere, ardından da Afrika’ya yöneldiler.
(...) Kölelik ırkçılıktan kaynaklanmadı; işin doğrusu, ırkçılık köleliğin bir
sonucuydu. Yeni Dünya’da özgür-olmayan emek, kahverengi, beyaz, siyah ve
sarıydı; Katolik, Protestan ve pagandı...”[6]
Merkantil
kapitalizmin yükselişi, Batı Avrupa (ve giderek kolonilerde) bir başka sürece,
iktidarın merkezîleşmesi, modern merkezî devletlerin biçimlenişi sürecine eşlik
ediyordu; yükselen burjuvaziler, sınaî 19. yüzyılda bu oluşumları başarıyla
“ulus-devlet” formuna dönüştüreceklerdi. Max Weber’in “doğası gereği zor
kullanımının meşru tekelini elinde bulunduran örgütleniş” olarak tanımladığı
merkezî devletler. Ancak “modern” devletler, savaş aygıtları olarak
prekapitalist devletlerden geri kalmadıklarını kısa sürede kanıtlayacaklardır. 19. yüzyıl boyunca, yani 100 yıl içerisinde
-iç savaşlar ve isyanlar dahil- tam 351 kez savaşmışlardır:[7] her yıla
ortalama 3.5 savaşın düştüğü bu tablo, Clark’ın sözünü ettiği “kapitalist
barış”ın bir hayli uzağındadır!
19. yüzyıl
savaşlarının büyük bölümü, ulusal sınırların, bir başka deyişle ulusal
pazarların belirlenmesi ve kritik kaynakların denetimi konusunda rekabet
çatışmaları, geri kalanı da sömürge topraklarında patlak veren ayaklanmaları
bastırmak için girişilen savaşlardır.
Ancak ulus
devletlerin, önceleyen devlet biçimlenişlerinden ayırt edici bir özelliği
olarak zor kullanımının meşru tekelini elinde bulundurma savları, onları
yalnızca “dış”arıda değil, aynı zamanda “iç”eride, ezilen, sömürülen sınıfların
kalkışmalarına karşı bir baskı aygıtı olarak işlemelerine olanak tanıyacaktır.
Örneğin Avrupa’da bir orman yangını gibi hızla yayılan 1848 devrimlerinin
bastırılması, onbinlerce yoksulun, işçi ve emekçinin canına mal olmuştur!
Bu kadar
değil... Ulus devletler, aynı zamanda “ulus”u yaratma aygıtı olarak da bir
baskı ve şiddet aygıtı işlevini görmüştür. Bir yandan “ulus”un “yabancı”
unsurlardan arındırılması; bir yandan da sermayenin “uluslaştırılması”
anlamında... Örnek mi? Çok yakın çok bildik, çok yakıcı, çok acı: Türk
ulus-devletinin oluşturulması sürecinde Osmanlı Ermenilerinin İttihat Terakki
katilleri elinde topluca katledilmesi. Yani 20. yüzyılın ilk soykırımı!
Türkiye’nin “ulusal” sermayesi, böylelikle katledilen, sürülen Ermenilerin (ve
de “mübadeleyle sınırların dışına sürülen Rumların, kaçırılan Yahudilerin...)
geride bıraktıkları “emval”in temellüküyle oluşmuştur!
Modern ulus
devletlerin aynı zamanda sınaî kapitalizmin kurumları olması, tahrip gücü ve
etkileri her gün biraz daha artan bir silah sanayine hükmetmelerinin önünü
açmıştır. Böylece hem savaşlar, hem de isyan bastırma harekâtları her seferinde
biraz daha kıyıcı bir hâl alacaktır. Böylelikle, 20. yüzyıla gelindiğinde, “(I.
Dünya) Savaşa katılan ulusların nüfusu yaklaşık 800 milyonu buluyordu. Silah
altındaki asker sayısı ise 70 milyona yakındı. Ölenlerin sayısı 10 milyon,
yaralananların sayısı ise 20 milyon civarındaydı. Milyonlarca insan da açlıktan
ve salgın hastalıktan öldü.”[8] Birinci Dünya Savaşı emperyalist güçler
arasındaki paylaşım sorunlarını çözemeyince, II. Dünya Savaşı patlak verdi. Bu
savaşta ise “100 milyondan fazla insan askere alındı, 70 milyona yakın insan
hayatını kaybetti, iki kez nükleer silah kullanıldı ve sadece bu yolla 300 bin
kişi katledildi.”[9]
Yalnız nükleer
silahlar mı? Hitler’in sermayenin “Aryenleştirilmesi” tahayyülü, İkinci Dünya
Savaşı sırasında altı milyon Yahudi’nin temerküz kamplarında yok edilmesine yol
açmış, böylelikle Ermeni soykırımının ardından 20. yüzyılın ikinci büyük
soykırımı gerçekleşmiştir. Halkları/ emekçileri terörize etme yöntemi olarak
Faşizmin kapitalist dünyanın siyasal dağarcığına armağan edilmesi de cabası!
İkinci Dünya
Savaşı’nı isleyen 55 yıl içerisinde, hem de “Dünya Barışı”nı tesis edip
gözetmek üzere Birleşmiş Milletler gibi uluslararası örgütleri oluşturma
çabalarıyla alay edercesine gerçekleşen savaş sayısı 200, ölü sayısı ise (yüzde
90’a yakını siviller olmak üzere) 30 milyondur.
Şu hâlde 20.
Yüzyılda sadece savaşların bilançosu 100 milyonun üzerinde ölüdür ve ölüm,
yüzyıl sonlarına doğru artık siviller arasında kol gezmeye başlamıştır... Hemen
vurgulayayım, bu sayı kayıt altına alınan ölümleri kapsamaktadır ve savaşa
bağlı (açlık, salgın hastalıklar, göç vb.) nedenlerden kaynaklanan ölümler
dahil değildir.
Yalnızca
savaşların... Yanısıra, özellikle II. Dünya Savaşı sonrası biçimlenen sosyalist
sistemin etki alanını sınırlamak/geriletmek üzere, “Hür Dünya”nın dümenin ele
geçiren ABD’nin geliştirdiği ve küresel ölçekte uyguladığı antikomünist
operasyonları da 20. yüzyıl şiddet bilançosuna eklemeyi ihmal etmemek gerek!
İşte özetin
özeti!
ÇARPICI BİR BİLANÇO |
|
YUNANİSTAN,
1947 |
ABD
Başkanı Truman’ın ülkede sol güçlere karşı savaşan sağcılara destek vermesi. |
İRAN,
1953 |
Demokratik
olarak seçilmiş İran Cumhurbaşkanı Musaddık’ın devrilerek Şah Rıza
Pehlevi’nin başa geçirilmesine yol açan ve 300 ila 800 arası kişinin yaşamına
mal olan CIA darbesi. |
GUATEMALA,
1954 |
Çoğu
yerli yaklaşık 200 bin Guatemalalı’nın yaşamına mal olacak 36 yıllık iç
savaşı tetikleyen ABD destekli darbe. |
VİETNAM,
1954-58 |
CIA’nin
Kuzey Vietnam’daki sosyalist yönetime karşı Güney Vietnam’da bir kukka rejim
oluşturması. |
LAOS,
1957-73 |
Ardında
geniş bir halk desteği olan solcu Pathet Lao’ya karşı birbirini izleyen
darbeler. Başarıya ulaşmamaları nedeniyle ABD’nin Laos’u yoğun bir biçimde
bombalaması. Bombalamalar sonucu Laos nüfusunun neredeyse tümü mülteci
konumuna düştü. |
HAİTİ,
1959 |
Duvalier’nin
ABD ordusunun desteğiyle iktidara geçip 100.000 kadar Haitiliyi katledişi. |
KONGO
(ZAİRE), 1961 |
CIA’nin
demokratik yoldan seçilmiş devlet başkanı Patrice Lumumba’ya düzenlediği
suikast sonucu ülke dört yıllık bir kargaşaya sürüklendi. |
DOMİNİK
CUMHURİYETİ, 1963 |
CIA
demokratik yoldan seçilmiş başkan Juan Bosch’u devirerek baskıcı bir sağ
cuntayı işbaşına getirdi. |
EKVADOR,
1964 |
Bağımsız
politikaları ABD yönetimince sakıncalı bulunan Başkan Arosemana’nın CIA
destekli bir darbeyle devrilerek askeri cuntanın oluşturulması. |
BREZİLYA,
1964 |
Demokratik
yolla seçilmiş Başkan Joao Goulart’ın CIA destekli bir darbeyle devrilerek
ülkede kanlı askeri cuntalar döneminin başlaması. CIA’nin ülkeyi kan gölüne
çeviren “ölüm mangaları”nı eğittiği sonradan ortaya çıkacaktır. |
ENDONEZYA,
1965-66 |
500
bin ila 1 milyon sivilin komünizm sempatizanı oldukları gerekçesiyle
katledildiği CIA destekli darbe. |
KONGO
(ZAİRE), 1965 |
Diktatör
Mobutu Sese Seko’nun CIA destekli bir darbeyle göreve gelişi. |
YUNANİSTAN,
1967 |
Demokratik
hükümetin CIA destekli bir darbeyle devrilerek yerini Albaylar Cuntası’na
bırakması. |
KAMBOÇYA,
1970 |
CIA’nin
ülkesini Vietnam savaşının dışında tutan Prens Sihanuk’u devirerek yerine Lon
Nol’un kukla yönetimini geçirmesi. |
BOLİVYA,
1970 |
Solcu
Başkan Juan Torres’in CIA destekli askeri darbeyle devrilmesi. İktidara
getirilen diktatör Hugo Banzer 2000 kadar muhalifi tutuklayıp işkence ve
tecavüze uğradıktan sonra katlettirecek. |
ŞİLİ,
1973 |
Latin
Amerika’nın ilk seçimle işbaşına gelen sosyalist başkanı Salvatore Allende’ye
karşı CIA tarafından düzenlenen darbe ile, ülkedeki binlerce muhalifin
öldürülmesinden sorumlu General Augusto Pinochet’nin işbaşına getirilmesi. |
AVUSTRALYA,
1975 |
CIA,
demokratik yoldan seçilmiş solcu Başbakan Edward Whitlam’ın hükümetini
devirmesi. |
ANGOLA,
1975 |
ABD
Dışişleri Bakanı Kissinger’in talimatları doğrultusunda CIA’nin Portekiz’den
bağımsızlığını yenikazanmış olan Angola’da iç savaş başlatması. Çatışmalar,
300 bin Angolalının yaşamına mal oldu. |
NİKARAGUA,
1979 |
Marksist
gerilla örgütü Sandinistaların diktatör Somoza’yı devirmesi üzerine, CIA’nin
Somoza’nın “ulusal muhafızları”ndan devşirdiği “contra”lar eliyle ülkede uzun
süreli bir iç savaşı başlatması. |
EL
SALVADOR, 1980 |
Başpiskopos
Oscar Romero’nun sağcı lider Roberto d’Aubuisson’un adamlarınca öldürtülmesi
üzerine patlak veren iç savaşta CIA ve ABD silahlı kuvvetleri hükümet
güçlerini destekledi. Savaş boyunca CIA’den eğitim almış ölüm mangaları,
özellikle kırsalda 63.000 kadar insanı katledecekti. |
PANAMA,
1989 |
ABD,
kendi iktidara getirdiği, ancak son dönemlerde ABD’den bağımsız davranma
eğilimi gösteren diktatör General Manuel Noriega’yı devirmek amacıyla
Panama’yı istila etti. |
HAİTİ
1990 |
Solcu
rahip Jean-Bertrand Aristide seçimleri ezici bir çoğunlukla kazanmasına
karşın, CIA destekli ordu tarafından devrildi. Haiti bir kez daha askeri
diktatörlüklere teslim edildi. |
1990’lar, aynı
zamanda sosyalist bloğun çözülmeye uğradığı ve eski sosyalist coğrafyanın
mikro-milliyetçilikler ve etnik boğazlaşmalara boğulduğu yıllar oldu. Yalnızca
Sırp milislerin 8.000’in üzerinde Boşnak’ı BM’nin gözleri önünde katlettiği
Srebrenitsa katliamını hatırlamak, yetecektir. Değişen dünya dengeleri, enerji
hatlarının denetimi üzerine yeni rekabet ve ABD’nin eski Sovyetler’i ihata etmek
üzere Afganistan’daki radikal İslamcı gruplarla kurduğu, bugün IŞİD’de zehirli
meyvasını veren kanlı ittifakın Orta Doğu ülkelerinde yol açtığı köktendincilik
temelli vahşetten ise, söz etmeli mi?
Bitmedi;
bitmiyor da! Bugün yeryüzünü bir kan ve acı deryasına dönüştüren kapitalist
şiddet, büyük ölçüde dünyanın en kârlı “business”i olan silah ticaretine
yaslanmıyor mu? Birleşmiş Milletler’in “uluslararası barış ve güvenliği
korumak”tan sorumlu Güvenlik Konseyi’nin Çin dışındaki dört üyesi, Fransa, Rusya,
İngiltere ve Fransa dünyadaki konvansiyonel silah satışlarının yüzde 78’ini
gerçekleştirirken, Güvenlik Konseyi üyesi olmayan Almanya’nın dünya silah
ticaretindeki yüzde 5’lik payını de bu orana kattığınızda, yeryüzündeki ölüm
makinelerinin yüzde 83’ünün beş büyük kapitalist gücün elinden çıktığı
görülecektir.[10]
(Ne ki Çin de 21. yüzyılın ilk on yılında gösterdiği yüksek “performans”
sayesinde listede hızlı bir ilerleme kaydedecek, 2010-14 yılları arasında
Almanya ve Fransa’yı geride bırakacaktı.) Günümüzde bu silahların çoğu, Afrika
ve Asya ülkelerine akmaktadır ve dünyada silaha harcanan para 1 776 milyar
doları bulmuştur: küresel gayrısafi hasılanın yüzde 2.3’ü![11]
‘Barış ve
Ekonomi Enstitüsü’nün (IEP) raporuna göre 2014’te askeri harcamalar 3 trilyon
doları, iç güvenlik harcamaları ise 1.3 trilyonu buldu. Suç ve şiddet
olaylarının küresel “ciro”su, 2 trilyon doları bulmakta. En şiddetli bölge
Ortadoğu ve Kuzey Afrika olurken 2014’te çatışmalar nedeniyle 180 bin kişi
öldü, bu rakam 2010’da 49 bindi. Terör nedeniyle gerçekleşen ölümlerde yüzde 61
oranında artış yaşandı. IEP direktörü Steve Killelea’ya göre en şaşırtıcı bulgu
dünyadaki ‘barış eşitsizliği’. Killelea, Batı Avrupa’daki bazı ülkelerin
tarihte görülmemiş barış seviyelerine ulaştığını, bu ülkelerde cinayet oranları
ve güvenliğe yapılan harcamalarda rekor bir düşüş yaşandığını aktardı. Rapora
göre, şiddet oranında yüzde 10’luk bir düşüş dünya ekonomisine 1.43 trilyon
dolar kaynak sağlayacak. Bu rakam Yunanistan’ın borcunun altı, dünyadaki en yoksul
1.1 milyar kişinin toplam gelirinin üç katına eşit.[12]
Bir başka
deyişle, büyük kapitalist güçlerin dünyaya “çeki düzen verme” (bunun adı,
bildiğiniz üzere “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i”!) hevesleri, yeryüzünü -önceki
yüzyıllarla karşılaştırıldığında- cehenneme çevirmektedir. 20. yüzyıl, tarih
kayıtlarına “dünya tarihinin en kanlı yüzyılı” olarak geçmişti;[13] 21.
yüzyıl ise, “gelen gideni aratır” deyişini doğrulayan bir başlangıç yapmıştır,
11 Eylül 2001 ile birlikte...
Siyasal
şiddet, zorunlu olarak istikrarsızlaştırdığı gündelik hayattaki şiddeti
körüklemektedir; buna uluslararası şiddetin beslediği gelir eşitsizliklerini ve
küresel kapitalizmin beslediği küresel yoksullaşma ve yoksunlaşmanın etkilerini
eklediğinizde, göreli olarak kapitalist-emperyalist “refah adaları”nın (ABD,
Batı Avrupa, Japonya...) dışında, dünya halkları için gündelik hayatın sonsuz
ve dizginden boşalan bir cehenneme dönüştüğünü görmek, acı verici, ama hiç de
şaşırtıcı olmayacaktır: Uyuşturucu çeteleri, polis terörü, kadın cinayetleri,
çocuk işçiler, fuhuş, pornografi, aile içi şiddet, suç şebekeleri, haraç ve
gasp olayları, organ mafyası, mülteci dramları, etnik boğazlaşmalar, ırkçılık,
fanatizm...
G. Bataille’in, “İnsanın ancak yok etmek,
öldürmek, tüketmek koşuluyla yaşayabilmesi, trajedinin kendisi değil midir?”
sorusu eşliğinde “gündelik yaşam şiddeti”ne yol veren yoksulluk ve
eşitsizlik verilerini -hızla- aktaralım:
‘Pew Research
Center’e göre, günlük 2 doların altında yaşayanlar yoksul kategorisine giriyor
ve dünya nüfusunun yüzde 15’i yoksulluk sınırında yaşıyorken;[14] Dünyada
eşitsizlik dudak uçuklatıyor. Mesela en zengin Katar ile en yoksul Kongo
arasındaki gelir farkı 100’e yarım![15]
1970’li
yıllarda dünyanın zengin kuzey ülkeleri yeryüzündeki bütün refahın yüzde 60’ına
sahipti. Nüfusça çok daha yoğun fakir güney ülkelerine ise yüzde 40’lık bir pay
biçiliyordu. Belki bu, tıpkı doğada aynı anda dikilen iki ağacın farklı
büyümesi gibi kabul edilebilir bir orantısızlık olarak görülebilirdi. Ancak
2015’de yeryüzündeki bütün refahın yüzde 85’i zengin ülkelerin, yüzde 15’i ise yoksul
güneyin! Orantısızlık bununla kalmıyor. Zengin ülkelerin içindeki servet
dağılımı da olağanüstü dengesiz. Örneğin Amerika’da nüfusun yüzde 1’i, arta
kalan yüzde 99’dan daha zengin…[16]
Örneğin ‘Alman
Refah Eşitliği Derneği’nin (Paritätische Wohlfahrtsverband) ülkenin yoksulluk
haritasını çıkardığı 2006- 2013 yılları raporuna göre, ülkede refah dağılımı
giderek adaletsizleşiyor. Ülkede zengin ve yoksul arasındaki uçurum rekor bir
seviyeye ulaştı.[17]
Ve ‘Dünya
Açlıkla Mücadele Örgütü’nün hazırladığı 2014 Dünya Açlık Endeksi’ne göre, dünya
nüfusunun üçte biri, yani iki milyar insan gizli açlık çekiyor.[18] Gizli
açlık ile yoksulluk bütün insanları ve insanlığı vuruyor ama sadece alım gücü
yerinde olan zenginler sağlıklı gıdaya erişebiliyor. Oysa kronik A vitamini
yetersizliğinden yılda 807 bin çocuk kör oluyor. Yılda 450 bin çocuğumuzu çinko
yetersizliğine bağlı hastalıklardan kaybediyoruz. Yılda 18 milyon çocuk çinko
noksanlığından zihinsel geriliğe maruz kalıyor. Kadınların 50 binini anemi
nedeniyle doğum esnasında yitiriyoruz. Bu insanlar gıdalardan yeterli vitamin
ve mineral alamadığı için gizli açlık çekiyor.[19]
Ayrıca uzun
yaşamanın sırrı konusunda sınırları küresel vahşi kapitalizm çiziyor. Kuzey ülkelerinde
insanlar giderek daha fazla yaşarken, yoksul Afrika ülkelerinde yaşlılık bir
hayal… BM verilerine göre; ülkeler arasındaki ortalama yaş süresindeki
farklılıklar dikkat çekici boyutlarda. Avrupa kıtasında 43’ü geçen ortalama
yaşın Afrika ülkelerinde 15-20 arasında seyrettiği görülürken, zenginler uzun
yaşıyor.[20]
ABD’nin
Columbia Üniversitesi uzmanları tarafından yürütülen araştırmada nörologların
yaptığı çalışma, gelir düzeyinin çocukların beyin gelişimine etkilerini ele
aldı. Sonuçlara göre yüksek gelirli ailelerin çocuklarının beyinleri yüzde 6
daha büyük.[21]
Ve nihayet
‘Bain&Company’ tarafından açıklanan ‘Küresel Lüks Tüketim Malları İlkbahar
Raporu’na göre, lüks tüketimi yıllık 250 milyar dolara yükselirken, BM
verilerine göre 805 milyon aç insanın yıllık gıda masrafı ise 30 milyar dolar.
Raporda, dünya üzerindeki lüks tüketicisi sayısı ise 140 milyondan 350 milyona
çıkmış durumda. Her 9 insandan biri aç ve her 4 saniyede bir kişi açlıktan
ölüyorken;[22]
“Dünyada en zengin 85 kişinin toplam serveti, en yoksul 3.5 milyar kişinin,
yani dünya nüfusunun yarısının toplam servetine eşittir.”[23] Ya da dünyada 67 ailenin
serveti, 3.5 milyar insanın ekonomik düzeyine eşittir![24]
Ve bir şey
daha: ‘The Forbes’e göre, 2015 yılı başı itibariyle, dünyada 1826 kişi “dolar
Milyarderi”. Bunların 197’si kadın, 46’sı kırk yaşın altında, 536’sı ABD’de
yaşıyor. Doğal olarak bu listelerde, illegal iş yapanlar ile varlıklarını beyan
etmeyenler, paralarını bağışlamış görünenler ve para bolluğu içinde yaşayan
siyasiler yer almıyor![25]
Bu kapitalist şiddet tablosu, hepimize F.
Dostoyevski’nin, “Herkesi öldürüyoruz sevgili dostum. Kimini kurşunlarla,
kimini sözlerle, kimini yaptıklarımızla ve kimini de yapmadıklarımızla,”
uyarısını hatırlatmıyor mu?
Bu tabloda V. İ. Lenin’in, “Silah elde
etmeye ve bunların kullanışını öğrenmeye çalışmayan ezilen bir sınıf, köle
muamelesi görmeyi hakeder.”
“İşçi sınıfının aklını karıştırma
biçimlerinden biri de pasifizm ve soyut barış propagandasıdır… Kesin olarak
söylemek gerekirse, bir dizi devrim olmaksızın güya demokratik bir barışa
ulaşılabileceği fikri tamamen yanlıştır,” saptamalarının altını çizerek bitiriyorum!
Bağrında
biçimlendiği halklar için iyi bir “düş” olarak başlamıştı kapitalist sistem.
İnsanlık, modern kapitalist devletle birlikte “akıl çağı”na erişmişti;
bilimler, sanat ve felsefe, insanlığı kör geleneklerin buyurganlığından,
tiranların kaprisinden, boşinanların hoyratlığından kurtaracak, makinelerin
türbinleri dönerken insanlık doğanın kör güçlerinin elinde oyuncak olmaktan
kurtulup mala doyacak, açık ve hesap verebilir siyasal rejimler suistimalleri
durduracak, parlamentolar halkları yönetime katarak toplumun bütün kesimlerinin
çıkarlarının karar alma mekanizmalarına yansımasını sağlayacak, uluslararası
ticaretin refaha açılan mathesis’i dünya uluslarının bundan böyle ebedî bir
barış içinde zenginleşmesini, mamur müreffeh bir yaşam sürdürmesini
sağlayacaktı...
Olmadı... Bu
iyimserliği va’zeden Rönesans sanatçıları, Reformasyon vaizleri, Aydınlanma
filozofları, 19. yüzyıl sosyologları, iktisatçıları... hepsi küçük bir
“ayrıntı”yı atlamışlardı: kapitalizmin de kendini önceleyenler gibi eşitsizliğe
dayalı, ancak insanlar arasında eşitsizlik sayesinde var olabilecek bir sistem
olduğunu.
Unutulan
çıplak gerçek, şudur: Eşitsizliğe dayanan, raison d’etre’i eşitsizliğin yeniden
üretimiyle bağlantılı olan her sistem, ister istemez şiddete dayanacaktır. Bu
bakımdan kapitalizmin kendisini önceleyen sömürücü sistemlerden nitel bir farkı
yoktur. Kapitalist şiddetin sınır tanımazlığıyla tanımlanan farklılık ise, bir
yandan kitle imha teknolojisinin ulaştığı boyutlara, bir yandan şiddeti
sistemli bir biçimde tekeline alan ulus-devlete, bir yandan kapitalist sistemin
içsel “durmaksızın genişleme, lebensraum’unu
yayma, durmaksızın yeni hammadde ve enerji kaynaklarını, enerji koridorlarını,
işgücü depolarını, militer-stratejik bölgeleri denetim altına alma
buyrultusuna, bir yandan da şiddet endüstrisinin kapitalizm için bir sektöre
dönüşmüş olmasına bağlıdır.
Bu dört itim,
kapitalizmin, onu kendisi kılan dört “temel içgüdüsü”dür.
Ve Freud’un
öngörüsünün aksine, bu “içgüdü”ler, bastırıldıkça değil, serbest
bırakıldıkları, karşılandıkları ölçüde, kapitalizm daha şiddetli bir yıkım
makinesine dönüşmektedir!
5 Eylül 2015
09:55:16, Çeşme Köyü.
N O T
L A R
[1] 6
Eylül 2015 tarihinde 10. Karaburun Bilim Kongresi kapanış oturumunda yapılan
sunum… Kaldıraç, No:171, Ekim 2015…
[2] F. Herzberg.
[3] Bkz. Cahit Armağan Dilek’in
ABD Dış İlişkiler Konseyi (CFR) adlı düşünce kuruluşunun hazırladığı 2015 yılı
için beklenen kriz ve çatışmalara ilişkin raporuna dayanan “2015’te Türkiye’de
ve Dğnyada Beklenen Kriz ve Çatışmaların Olasılıkları, Etkileri ve Öncelikleri”
başlıklı makalesi. 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü, 29 Aralık 2014,
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2014/12/29/7941/2015de-turkiye-ve-dunyada-beklenen-kriz-ve-catismalarin-olasiliklari-etkileri-ve-oncelikleri.
[4] Henry C. Clark, “Violence,
‘Capitalism’ and Civilizing Process in Early Modern Europe”, Society (2012) 49:
123.
[5] İngiltere’nin “gelişmekte
olan” ülkelere yıllık silah satışının 1999-2004 arasında dört katına çıktığı
kaldydediliyor. Bkz. Ian Gibson, “Down and Out in Globality: The Violence of
Poverty, The Violence of Capital”, Journal of Peace, Conflict and Development,
sayı 12, Mayıs 2008.
[6] Eric Williams, Capitalism
and Slavery, University of North Caroline Press, 1944: 6-7.
[7] Bkz. “List of Wars,
1800-1899”, https://en.wikipedia.org/wiki/List_of_wars_1800%E2%80%9399
[8] Tuncay Alp, Birinci
Emperyalist Savaş, İşçi Hareketindeki Tutumlar ve Sonuçları, marksist.com, 1
Mart 2002.
[9] Kerem Dağlı, “Kapitalizmde
Şiddet ve Terör Üzerine” Mart 2012,
http://marksist.net/kerem_dagli/kapitalizmde_siddet_ve_teror_uzerine.htm
[10] Ian Gibson, “Down and Out in Globality: The Violence
of Poverty, The Violence of Capital”. Journal of Peace, Conflict and
Development Issue 12, May 2008.
[11] SIPRI Yearbook 2015. Armaments, Disarmement and
International Security, Summary, 2015, s.14-16.
[12] “Çatışmaların Dünyaya Zararı 14 Trilyon Dolar”,
Milliyet, 19 Haziran 2015, s.26.
[13] Ian Gibson, agm.
[14] Meral Tamer, “Küresel Orta
Sınıf Sanılandan Küçük”, Milliyet, 17 Temmuz 2015, s.8.
[15] “Dünyada Eşitsizlik Dudak
Uçuklatıyor”, Birgün, 7 Nisan 2015, s.5.
[16] Mustafa Balbay, “Emek En
Cüce Değerdir!”, Cumhuriyet, 30 Nisan 2015, s.8.
[17] “Almanya’da Yoksulluk
Artmaya Devam Ediyor”, Evrensel, 4 Mart 2015, s.10.
[18] “Yoksulların Derin Yarası:
Gizli Açlık”, Gündem, 6 Mart 2015, s.16.
[19] Abdullah Aysu, “Gizli
Açlık”, Gündem, 13 Mart 2015, s.4.
[20] “Uzun Yaşamanın Sırrı:
Zenginlik!”, Gündem, 26 Mart 2015, s.16.
[21] “Yoksulluk Beyni de Olumsuz
Etkiliyor”, Milliyet, 20 Nisan 2015, s.5.
[22] “Bir Yanda Şatafat Öte
Yanda Açlık”, Gündem, 30 Haziran 2015, s.16.
[23] Haluk Levent, “2015 Yılında
Dünya ve Türkiye Ekonomisi”, Politika, Yıl:1, No:4, 15 Ocak 2015, s.8-9.
[24] Nazım Alpman, “Özgür
Üniversite’de Bahar Dönemi: Zenginlikle Mücadele…”, Birgün, 23 Mart 2015, s.7.
[25] Yaman Törüner, “Dünya Dolar
Milyarderleri”, Milliyet, 13 Nisan 2015, s.10.