Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 12 Ekim 2015
Geçerli Tarih: 05 Mayıs 2024, 21:20
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=22078
SANAT SOKAĞIN SESİ, BAŞKALDIRAN ÇIĞLIĞIDIR[1]
TEMEL DEMİRER
“bir kez geçer, bir insan bir karşı’ya,
ondan sonra artık her şey karşı’dır.”[2]
Sürdürülemez kapitalist vahşetin üretimi ve
üreteni değersizleştirdiği hiçleş(tiril)me kesitinden geçiyoruz.
İnsan(lık) için birçok şey kapkara
geleceksizlikte ifadesini bulurken; insan(lık)ı insanlaştıran/ yapan değerler aşınıyor.
Kapitalizmin koşullandırdığı çıkara temelli
ilişkiler, insan(lık)ın içini boşaltırken; devasa bir yabancılaşma/
yozlaşmayla yüz yüzeyiz.
TDK sözlüğünde “yoz” kelimesinin karşılık
olarak dört anlam çıkar karşımıza: i) “Olduğu gibi kalarak işlenmemiş olan”;
ii) “kaba, adi, bayağı”; iii) “soysuz, yozlaşmış, dejenere”; iv) “kısır”… Bu
özellikleriyle “yoz” boyun eğer, sorgulamaz, sürüleştirir.
Olumsuz değişim anlamında başkalaşım olarak
da kullanılan yabancılaşma/ yozlaşma tehlikeli şeydir. Bir şeyin gerçek özelliklerinden uzaklaştırılması
veya uzaklaşmasıdır.
Yabancılaşma/ yozlaşma ile varolan
değerler yitirilirken; etik olandan uzaklaşma, aslını yitirme, amacından sapma,
erdemlerini kaybetme durumu devreye girer...
Yozlaşma ya da dejenerasyon, kültürel
birikimin ve değer yargılarının en büyük katilidir. Toplumları çözülmeye iten
labirenttir.
Emperyal politikalarla bağıntılı olan
“Kabalaşma/ Odunlaşma” alt başlığında da irdelenmesi mümkün olan (80’lerden
90’lara bütün çarpıcılığıyla yaşanan) kültür yozlaşmasıyla şiddetin
yaygınlaşması, artık sıradan bir olay sayılır olması; insan ilişkilerinde saygı
ve sevginin ender görülen bir olguya indirgenmesi; bencilliğin ve çıkarcılığın
onaylanan bir davranış biçimini alması; insanların medya aracılığıyla tanıdıkları
başka dünyaların insanlarına öykünmesi vb’leriyle belirginleşen yozlaşma,
kötüye gidişin, bilimsellikten uzaklaşmanın, dogmatizme yol almak yanında
dürüstlük, fedakârlık gibi insanî özelliklerin gerileyişinin zeminidir.
* * * * *
Tıpkı bugünlerde yaşa(tıl)dığımız gibi…
Yazar Alain de
Botton’un, “Türkiye’de bir baskı ortamı var, büyük bir mücadele yaşanıyor,”
notunu düştüğü bugünler!
Celal Üster’in,
“Erdoğan’ın bale sanatına ‘belden aşağı’ dediği günlerden bu yana 20 yıl geçti.
12 yıldır ‘inşa edilmekte’ olan ‘Yeni Türkiye’nin geldiği yer: ‘Tango, ayakta
zina’!” diye tarif ettiği bugünlerde
iktidarın borazanı Ömer Lekesiz, “Sanatı salt seküler/ materyalist bir
ezber içinden değil, kendi hakikâti (istidat - hayal - gerçeklik üçlüsü)
içinden sahih şekliyle yeniden doğru okuyabilelim”; Sabancı Holding Yönetim
Kurulu Başkanı Güler Sabancı da, “Sanatın önemli özelliği yaşamımızı
zenginleştirmesi,” zırvasını dillendirirken; yani kimileri sanatı kutsala,
kimileri ise piyasaya irca etmeye çalışırken, hızla sıralayalım:
i) TRT’de
yayınlanan ‘Diriliş Ertuğrul’ dizisinde oynayan Hamit Demir, Berkin Elvan için
hazırlanan videoda yer aldığı gerekçesiyle işine son verildi![3]
ii) “Kültür
Bakanlığı Gezi eylemlerine destek veren tiyatrolara yine ceza kesti”![4]
iii) Devlet
Tiyatroları’nın 2014’ün Kasım ayındaki oyun planından - Shakespeare’in, iktidar
hırsıyla suç işleyerek yükselen ‘Macbeth’in paranoyaklaşarak aklını yitirmesi
ve trajik sonunu anlatan- ‘Macbeth’ oyunu çıkarıldı![5]
iv) Fazıl
Say’ın eserleri Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası’nın programından
çıkartıldı![6]
v) İhraç
istemiyle İstanbul Büyükşehir Belediyesi Yüksek Disiplin Kurulu’na sevk edilen
ve hakkında soruşturma açılan oyuncu Levent Üzümcü, Şehir Tiyatroları
çalışanlarının Gezi Direnişi’ndeki tavırları beğenilmediği için toplam 550
çalışanın iki buçuk yıldır teşvik ikramiyelerinin, maaşlarının ödenmediğini
söyledi![7]
vi) Kültür ve
Turizm Bakanlığı Strateji Geliştirme Başkan Vekili İsmail Demirel 9 Aralık
2014’de tüm personeli toplantı salonuna çağırarak, “personele ahlâk tehdidinde
bulundu”. Demirel’in personele, “Herkes kadın - erkek ilişkilerine dikkat
etsin. Ahlâksızlık yaparsanız, kafanızı koparırım, sizi sürerim. Kadınla erkeği
bir arada görmeyeceğim” dediği belirtildi![8]
vii) Kültür ve
Turizm Bakanı Ömer Çelik, Devlet Tiyatroları ile özel tiyatrolardaki “sansür”
girişimleri hakkında “Necip Fazıl oynansın demek baskı mı” derken, “oyunlarda
cinsel şiddete asla izin vermeyeceğini” belirtti![9]
viii) Kültür
ve Turizm Bakanlığı’nın, Antalya DOB Müdürü Ayan’ın “geçmişte arkadaşlarıyla
birlikte plajda çektirdiği fotoğraflar ve bu fotoğrafları kişisel Facebook
hesabında yayımladığı” gerekçesiyle DOB Genel Müdür Vekili Ada’ya “Aslı Ayan’ı
görevden alın” baskısı yaptığı belirtilirken, görevden alınan Mersin DOB Müdürü
Şanal da geçen sezon “sanat kurumlarını yok etmeyi amaçlayan Türkiye Sanat
Kurulu (TÜSAK) Yasa Tasarısı Taslağı’na hayır” bildirisine imza atan isimler
arasındaydı![10]
ix) Çanakkale
Savaşları’nın 100. yılı nedeniyle gerçekleştirilen ve bütçesini Gençlik ve Spor
Bakanlığı’nın karşıladığı belirtilen ‘1915 Bir Hilal Uğruna’ adlı etkinlik için
Kültür ve Turizm Bakanlığı’ndan Güzel Sanatlar Genel Müdürlüğü ile Devlet Opera
ve Balesi Genel Müdürlüğü’ne “etkinliğe katılın” talimatı geldiği öğrenildi.
Kurumların, “Gerekirse temsiller iptal edilsin, ancak bu etkinliğe katılınsın”
denilerek katılımın zorunlu tutulduğu etkinliğe, DOB’dan baletlerle birlikte
Modern Dans Topluluğu’ndan yaklaşık 9 sanatçı katılırken; Devlet Halk Dansları
Topluluğu ile Ankara Üniversitesi Devlet Konservatuvarı öğrencilerinin de yer
aldığı ekipte, sanatçılar temsili bir hoca eşliğinde sahnede “namaz kıldı”![11]
Böylesine bir
tabloda; baskı, zulüm ve yozlaşmanın
dört bir yanı kuşattığı bir coğrafyada ve yerkürede, sanat bir direnme biçimi
değil de ne olabilir ki?
*
* * * *
Hayatımda hiç
şüphe duymadığımı gerçeklerden birisi, sanatın sokağın sesi, başkaldıran
çığlığı olduğudur.
Sanat sokak(lar)ın haşarı, ele avuca sığmaz
çocuğudur. Çocuğun, çocuksu düşlerin tek yardımcısı sokaktır.
Kim ne derse
desin sokağı “sokak” yapan unsurların
başında; Edith Piaf’ın, “Ben sokaktan geliyorum. Bunu herkes biliyor. Ne
olmuş yani? Benden hoşlanmıyorlarsa ilgilenmesinler. Öyle yapacaklar zaten.
Halktan gelmek utanç verici değil; pislik içinde, cehalet içinde kalmayı
istemek utanç vericidir,”[12]
sözleriyle betimlenen çocuksu isyankâr
cüret gelir. Çünkü ötesinde berisinde
çocuksu isyankâr cüret varsa
anlamlıdır sokak...
Yaramazlığı, kavga, küfrü, ısrarı, koşmayı,
düşmeyi vd’lerini öğrendiğimiz mekândır.
Hayatı öğrenme kılavuzudur sokak. İnatçı bir
damarı vardır sokağın; yakıcı bir damar, gerçek bir damar. Çünkü herkesin
içinden geçtiği hayatın avlusudur.
Hayattır, hayatın kendisidir. Sert, zorlu ve
tehlikeli olduğu söylenir hep; doğrudur.
Ne verirseniz onu alırsısınız sokaktan, hayal
kırıklığına uğratmaz sizi…
Sokağın ne kadar içindeyseniz o kadar
içindesinizdir hayatın…
Yolu karanlığa düşenlerin ya da sıkıcı
hayatların durağanlığında kavrulanların, dört duvar binalarda ekmek parası diye
eriyen hayatlarını ızdırap dolu bakışlarla seyreyleyenlerin kurtarıcısıdır
sokak.
Derin bir nefestir bünyelere. Her şeydir ve
hiçbir şeydir görmesini bilene.
Arapça “suk-ak”tan yani “dar geçit”ten gelen
sokağın ayrı ayrı bir rengi ve sesi vardır.
Her sokağın bir melodisi vardır. Bir ismi
vardır, her sokağın. Biz insanlar gibi.
Nabız ile tansiyonun en iyi yansımasıdır.
Direniş mekânıdır; hayatın kalbidir.
Ya da Cemal Süreya’ya, “hiçbir şeyim yok akıp
giden sokaktan başka/ keşke yalnız bunun için sevseydim seni,” dedirtendir…
Birleştiren, insanları aynı hizaya çeken o
müthiş gücüyle iktidarın korku kaynağı “sokak” deyip geçmeyin; orası evsizlerin
evi; yurtsuzların yurdu olabilen biricik mekânıdır.
Kolay mı? Hayatın tüm karmaşasıyla var olduğu
yerdir sokak.
İş
bu nedenle Albert Camus’nün, “Sokaklardan başka yerde bilinç yoktur, çünkü
tarih sokaklardadır,” saptaması sanat için de geçerlidir.
Ancak ne yazıktır ki sokak bugün, artık
içinde yaşanan değil, hayali kurulan bir mekâna dönüş(türül)müştür. Post-modern
zamanlarda sokakta artık hayat yok, birtakım hayaller ve -genellikle de- hayal
kırıklıkları vardır.
Kabul etmek zorundayız: Post-modern
zamanlarda sokak uzun zamandır, üstüne üstüne gelen bir kalabalık, tehditkâr bir
tekinsizlik, sürekli bir savunma hâli, süregen bir polis gözetimi… Sokak uzun
zamandır başkalarının, egemenlerin işgali altındadır…
Ancak herkesin önünde olan ve fakat herkesin
arkasında saydığı bir gerçek olarak sokak hâlâ sokaktır ve müthiş bir imkân
olarak ezilenlerin, sanatının ve başkaldırın münbit zeminidir.
*
* * * *
Yeri geldi
altını defalarca çizerek ifade edeyim: Ezilenlerin
sanatının ve başkaldırılarının sokaksız sesi çıkmaz, var olmaz…
Nâzım Hikmet Ran’ın “çeneni avuçlarının içine
alıp,/ duvara dalıp,/ kalma!
çeneni avuçlarının içine alma!/ kalk!/
pencereye gel!//
gel!/ dinle havaları:/ havalar seslerin
yoludur,/ havalar seslerle doludur:/ toprağın, suyun, yıldızların/ ve bizim
seslerimizle...
pencereye gel!/ havaları dinle bir:/ sesimiz
yanındadır,/ sesimiz seninledir,” dizelerindeki ses hızı saniyede 340 metre
olan varlığın habercisidir veya bir nefes ya da nefesin adandığı bir
ömürdür...
Kelimelerden bağımsız iletişim aracı olarak “Ses
insanın kimliğidir,” diyenler haksız değildir; ciğerlerden gelen havanın ses
yolundaki titreşim ve evrenin ortak dilidir o…
A. Beliy’in, “Çığlığın şiddeti anlamın
üstündedir,” notunu düştüğü ses yaşadığınız acıları, sevinçleri, ağlamalarınızı
misal, gülüşlerinizi, düğümlenmiş boğazınızı, anılarınızı hep kayda geçirir...
Kolay mı? Edip Cansever’in, ‘Tragedyalar’ın
da işaret ettiği üzere, “İçimizde sakladıklarımızın birazı sesimiz”.
Ses var oluş
hâlimize mündemiçtir… Bu yanıyla da bir duruştur…
*
* * * *
Sokağın sesi ve ezilenlerin arz-ı hâli ve
duruşu olarak sanatın bir kültürel aidiyeti vardır, olacaktır da.
Karl Marx’ın, “Doğa dışında insanın ortaya
koyduğu her şey kültürdür”; Terry Eagleton’ın da, “Doğa kültür üretir, kültür
de doğayı değiştirir,”[13] notunu düştükleri kültür, insan(lık)ın doğa
karşısında hayatta kalabilmesini ve çevreye uyumunu sağlarken, sınıfsal açıdan
bir gruplandırma çeperidir.
Kelime anlamı yetiştirmek, üretmektir. Bir
gelenek çok uzun süre uygulama alanı bulur, alışkanlık hâline gelir, nesilden
nesile aktarılır. Başkaları tarafından da kabul edilirse; zamanın derinliği
içinde kültür olur.
Ne sadece bilgi, ne de ezberlenip tekrar
edilmiş tecrübe formülleridir kültür. O, bireyin zamanda ve mekânda insanlık
için elde ettiği bilgi ve duygudaki derinlik ve genişliğinde görülür. Yani
bütün bilgilerin ve tecrübelerin insan ruhunda ve zekâsında hazmedilmiş,
benimsenmiş, öz varlığa sinmiş hâlidir.
Kültür, bir topluma önceki kuşaklardan
geliştirilerek aktarılan; toplumun üyelerinin çoğunluğunca değerli bulunan
eylem ve değerleri kapsarken; dil, din, soy, gelenek, görenek, sanat vb’i
anlayışın bir araya geldiği bütünüdür; dil, iletişimi oluşturur.
İletişim de kültürü.
İnsan(lık)ın ortak birikimini temsil eden;
bizi çevreleyen dil(ler), inanç(lar), değer(ler), anlam(lar) vd.’den oluşan
mirastır. Beğeni ve eleştirme yeteneklerinin, öğrenim ile yaşantılar yoluyla
geliştirilen biçimidir.
Kültür, kuşaklar boyunca toplumun edindiği
yaşam bilgisinin birikmesiyle ortaya çıkan ve aynı zamanda yaşamın
süregitmesine yardımcı olan üründür. Çeşitli normların, kurumların ve bireysel
davranış biçimlerinin bir araya gelmesiyle oluşmaktadır. İnsanın çevresiyle
uyum kurabilmesi için gerekli uyum öncesi koşulları oluşturmaktadır. Söz konusu
normlar, kurumlar ve bireysel davranış biçimleri, aynı zamanda, insanın
çevresiyle kurduğu uyumun ortaya çıkardığı ürünlerdir.
Kültür dinamiktir. Tıpkı toplumsal değişme
gibi, kültür de değişmektedir. Toplumsal değişime bağlı olarak değişmektedir.
Toplumun yapısal özellikleri ise, varolan ekonomik yapıca belirlenir. Ekonomik
ilişkiler, üretim ilişkileri toplumun yapısını belirlerken, kültürü oluşturan
normları, kurumları ve bireysel davranış biçimlerini de belirlemektedir. Gerçek
belirleyici ekonomi, ekonomik düzen, bu düzenin öngördüğü ya da zorunlu kıldığı
üretim ilişkileri olmalıdır.
Özetle dil, değerler, inançlar, davranışlar,
normlar hatta ifadeler kültür öğelerini oluşturur. Kültür, bizi saran
insanlardan öğrendiğimiz toplumsal bir mirastır. İçinde bulunduğumuz kültür o
toplumdaki insanlar gibi düşünmemize, davranmamıza neden olması yanında;
tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün değerler ile bunları
yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal
çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünüdür.
Kültür, doğanın yarattıklarına karşılık,
insan(lık)ın yarattığı her şeyken; değişik anlamlarda kullanılır.
Mesela tarihsel gelişme sürecinde yaratılan
bütün maddesel ve tinsel değerlerle, bunları yaratmak ve sonraki kuşaklara
aktarmada kullanılan araçların tümü gibi...
Raymond Williams’a göre, kültür sözcüğünün
164 farklı tanımı varken; İngiliz dilindeki en karmaşık kelimelerden birisidir.
XVIII. yüzyıla kadar toprağı işlemek, ıslah etmek ve tarım yapmakla ilgili olan
kültür kavramı aydınlanma düşüncesiyle birlikte toplumsal değer ve davranış
biçimlerini ifade etmek için kullanılır olmuştur.
Özetle kültür bulanık bir kavramken; herkesi
tatmin edecek şekilde yapılmış bir kültür tanımı bulmak zordur. Bununla beraber
şimdiye kadar ortaya atılan bütün tanımlar gözden geçirildiğinde hemen hepsinde
ortak olan yönleri ve kültürden neyin anlaşılması gerektiğini görmek mümkündür.
Kültür kavramı insanlığın var oluşundan beri
vardır. Sosyal bir varlık olan insan topluluklar oluşturması ve bu
topluluklarda yaşaması için belli bir yaşam tarzı benimsemek durumunda
kalmıştır. Bu benimseme öğrenilen ve kazanılan bir dizi davranış göstermesini
gerekli kılmıştır. Topluluğu bir arada tutan bu kavramlar kültürün
özelliklerinden bir kaçıdır.
Kültür kavramı, insan ve çevresi ile ilgili
her şeyi kapsamına alır. İnsanların tüm yaratıcı etkinlikleri ve bu etkinlikler
sırasında ortaya çıkan değer yargıları kültürün birer parçasıdır. Kültür, insan
topluluklarının tarihsel geçmişi, gelişme özellikleri, üretim biçimleri ve
toplumsal ilişkileri ile ilgilidir.
C. Wissler’in, “Bir halkın yaşama tarzıdır,”
notunu düştüğü kültür: Öğrenilir, aktarılır, süreklidir, tarihidir,
toplumsaldır, işlevseldir, değişkendir, evrenseldir, yani kültürsüz toplum yoktur.
Doğanın oluşturduğu tüm nesnelerin dışında
kalan ve insan tarafından meydana getirilen her şeydir Kültür; yani tarihin
akışı içinde toplum tarafından yaratılan bütün değerler ile onların
yaratılması, kullanılması ve aktarılmasına ilişkin araçları kapsar; toplumun
yaşam biçimidir.
Geniş ve sınırları belirlenemeyen bir kavram
olması nedeni ile kültürün çok değişik ifadelerle yapılan tanımlarım
görmekteyiz. E. B. Taylor’a göre, “Kültür toplumun bir üyesi olarak insanlığın edindiği
bilgi, sanat, ahlâk, gelenek ve benzeri alışkanlıkları kapsayan karmaşık bir
bütündür.”
Bunların da ötesinde birçok anlamı var
elbette. Edinilen bilgilerin toplamı olduğunu düşünürsek, en kaba tabirle;
kültürün birçok şeyin toplamı olduğunu unutmamalıyız.
Evet kültürün ne olduğuna, neyin kültür ürünü
sayılabileceğine karar vermek çok güç. Ama her şeyi bir kültür öğesi olarak
görmek de oldukça tehlikelidir.
Kaldı ki Peter Burke’ye göre, “Kültür tarihi
kavramı eskiden yüksek kültür anlamına geldiği hâlde, zamanla aşağıya doğru
yayılmış ve ‘aşağı’ yani halkı kapsamaya çalışmış; yakın dönemde ise
yanlamasına genişleyerek güzel sanatları ve bilimleri içine almıştır. Bugün
artık iletişim kuramı, sanat kuramları, film çalışmaları ve kuramları, kültür
antropolojisi, müze ve arkeoloji çalışmaları bir toplumda kültür hayatının ve
hâliyle kültür tarihinin konu alanı içindedir. Ayrıca, ideoloji, ulus, ırk,
toplumsal sınıf, etnik köken gibi konuların da kültür tarihi içinde yer
aldığı rahatça tahmin edilebilir.”
Toparlarsak Walter Benjamin’in, “Kültür
alanında hiçbir nesne yoktur ki kökeninde barbarlık olmasın,” biçiminde
tanımladığı olgunun küreselleşme ile birlikte dünyanın herhangi bir bölgesinde
saf olarak bulunması olanaksızlaşan; ortak bir tarihin paylaşılması sonucu
üretilmiş değerler bütünüdür.
Artık yeni dönemde kültür yerel ve küresel
arasında bir formda bulunmaktadır. Kültürler küresel değerlerin bombardımanı
altında ezilirken; bir yandan da tarihsel birikim ve aidiyet korunmaya
çalışılmaktadır. Hatta bu etki-tepki döngüsü daha önce kültürlerinin farkına
varmamış kişilerde kültürel aidiyet duygusunu ortaya çıkarabilmektedir.
Bunlara ek olarak sürdürülemez kapitalizmin
bugününde kültür, her şeye benzerlik bulaştırırken ve Theodor W. Adorno,
“müşterilerin kasten ve tepeden birleştirilmesi” olarak tanımladığı “kültür
endüstrisi”nin altını çizerken; popüler kültür, burjuva topluma hâkim olan
gelip geçici, içi doldurulmamış, genellikle medya organları ve popüler
yazarlarca pompalanan söylencedir.
Ve yukarıda işaret ettiğim üzere kültür de,
sınıfsal farklılıklardan ari değildir. Yani toplumun tüm için “tek ve ortak bir
kültür” yoktur; olamaz da…
Evet Eduard Steuermann’ın, “Kültür için ne
kadar çok şey yapılırsa, onun için o kadar kötü,” notunu düştüğü tabloda
Theodor W. Adorno da ekler: “Kültür, planlanıp yönetildiğinde zarar görür; ama
kendi hâline bırakıldığında, kültürel olan ne varsa yalnızca etkisini değil
varlığını da yitirmeye yüz tutar. Ne çoktandır kompartımanlaşma fikriyle
yerleştirilmiş, naif kültür kavramını eleştirmeden kabul etmeli ne de
bütünleşik örgütlenme çağında kültürün başına gelenler karşısında muhafazakârca
kafa sallamaya devam etmeli.”
“İyi de Türk(iye) toplumunda muteber olan
nedir” mi?
Hiçleştiren “Popüler Kültür(süzlük)”dür!
*
* * * *
O hâlde;
bunların “böyle” olduğu sürdürülemez kapitalizmin yerküresinde ve coğrafyamızda
heşeyin hiçleştirilerek “Popüler
Kültür(süzlük)”ün dişlileri arasında öğütüldüğü koordinatlarda sanatın
sokağın sesi, başkaldıran çığlığı olmasından doğal ve kaçınılmaz ne olabilir
ki?
Hayaller kurmak, hayaller kurulmasını
sağlayan “Sanatın, ifade edemeyeceği hiçbir şey yoktur,”[14] Çünkü algının, duygunun, başkaldırının aklı fikri ve yüreğidir sanat.
Kolay mı?
Tom Robbins’in, “Sanatın amacı, hayatın
vermediğini vermektir.” “Hayatın tekinsiz evinde gıcırdamayan tek basamak
sanattır.” “Sanat, insanın galip geleceği tek yerdir.”
Andre Gide’in, “Sanat daima baskının
sonucudur. Onu, ne kadar serbestse o kadar yukarılara yükselir sanmak,
uçurtmayı havalanmaktan alıkoyan şeyin ip olduğunu sanmaktır.”
Muriel Barbery’in, “Sanat yaşamdır; ama bir
başka ritimde.”
Günter Grass’ın, “Sanat bir suçlamadır. Bir
dışavurum, bir tutkudur. Sanat ak kâğıtlar üzerinde dağılıp dökülen kara
kalemdir.”
Connie Palmen’in, “İyi bir sanat yapıtı,
gerçeğe temas eden bir sanat yapıtıdır ve gerçek, bir kişiye atfedilemez;
üzerinde isim etiketi yoktur.”
Jean-Paul Sartre’ın, “Sanatsal yaratışın
belli başlı dürtülerinden biri, hiç kuşkusuz dünyaya oranla daha önemli
olduğumuzu duyma gereksinimidir.”
Fernando Pessoa’nın, “Sanat, var olmak denen
iğrenç şeyden kurtulmamızı sağlayan bir yanılsamadır.”
Elfriede Jelinek’in, “Çoğunluğun gözünde
sanatın başlıca çekiciliği, bildiklerine inandıkları bir şeyi yeniden fark
etmektir.”
Jean Baudrillard’ın, “Çağdaş sanatın bütün
riyakarlığı da burada: hükümsüzlüğe, anlamsızlığa, saçmalığa talip olmak, zaten
hükümsüzken saçma olmak için çırpınmak. Yüzeysel terimlerle yüzeysellik
iddiasında olmak. Ama hükümsüzlük herkesin harcı olmayan esrarlı bir vasıftır.”
Alain de Botton’un, “En büyük sanat yapıtları
bizim kim olduğumuzu bilmeksizin doğrudan bize seslenen yapıtlardır.”
Elias Canetti’nin, “Gerçek sanat, sevmenin
beraberinde getireceği nefreti biriktirmeksizin sevebilmek olurdu.”
Kostas Mourselas’ın, “Sanat sadece bir zevk
değildir. Sana bütün kapalı kapıları açan bir anahtardır.”
Miguel de Unamuno’nun, “… ‘Sanatın en iyi
kurtarıcılığı, insana var olduğunu unutturmasıdır, ’ derler. Hayır, sanatın en
iyi kurtarıcılığı, bir insanın var olduğundan kuşkulanmasını sağlamasıdır.”
Iris Murdoch’un, “Bütün sanatlar
uyumsuzlukları ele alır ve sadeliği amaçlar. Sanatın iyisi gerçeği anlatır,
daha doğrusu gerçeğin ta kendisidir, belki de tek gerçektir.”
“Sanat, yalnızca öncelikle değil, mutlak
olarak gerçekle ilgilenir. Sanat gerçeğin bir başka adıdır. Sanatçı, gerçeği
yansıtabileceği özel bir dili öğrenen kişidir.”
“İnsanlığın anlamakta zorluk çektiği şeyleri
sanat, bir anda öğretiverir. Alıştığı dünyanın bir santimetre ötesinde tümüyle
yabancı başka bir dünyanın içinde kendini buluverir insan. Doğa, bir durumdan
öteki duruma ite kaka atlattırılıveren insanlara unutkanlık bağışlayarak
iyileştirir.”
“Sanat sevimli değildir, taklit de edilemez.
Sanat yalnızca doğruyu söyler, mutlak önemli olan doğruları. İnsana ait
şeylerin onarılmasına yarayan ışıktır sanat. Sanatın ötesinde başka hiçbir şey
yoktur.”
Herbert Marcuse’ün, “Sanat ve devrim, dünyayı
değiştirmede -özgürleştirmede- birleşirler. Ancak sanat kendi pratiğinde
kendine ait gereklilikleri bırakmaz, kendi boyutunu terk etmez: işlemsel
olmayan olarak kalır. Sanatta politik hedef sadece estetik biçimde ortaya
çıkar. Hatta sanatçı kendini adamış bir devrimci olsa bile devrim pekâlâ
yapıtın içinde olmayabilir,” notunu düştükleri sanat, nihayetine bir dildir, bir
ses, bir çığlıktır!
Kelimeler yetmez bazen bizlere kendimizi
anlatmak, ifade etmek için! Sanat işte burada başlar.
İdeolojilerin estetize edilmiş hâli olarak
sanat, yapılmış olana, “olağan” denilene müdahale etmektir.
Aristoteles’in, “bir taklit (mimesis)”
olduğunu söylediği sanat, “olağan” denilen sınıflı-sömürücü hayatın
giydirdiklerini soyun(dur)mak içindir. En önemlisi de var olmanın en estetik/
etik hâlidir başkaldıran sanat. Başkasının göremediğini, görüp, göstermek ve
hayatla kendini bütünleştirip, özümsemektir onu…
En kaba anlamıyla, yaratıcılığın ve/ veya
hayalgücünün ifadesi olan estetik bütünüdür. Ayrıca sosyal çöküşün acısının en
açık ve en iyi ifade edildiği yer sanattır Ernst Fischer’in işaret ettiği
üzere:
“Alınyazısı dünyayı değiştirmek olan bir
sınıf için sanatın görevinin büyülemek yerine aydınlatmak, eyleme itmek olması
ne denli doğruysa sanatta büyünün payının bütünü ile bir yana bırakılamayacağı
o denli doğrudur. Çünkü özündeki büyüden yoksun oldu mu, sanat sanat olmaktan
çıkar.
Gelişiminin bütün dönemlerinde ağırbaşlıyken
de, inandırırken de, abartırken de, anlamlıyken de, anlamsızken de, düşleri
işlerken de büyünün her zaman bir payı olmuştur sanatta.
Sanat insanın dünyayı tanıyıp
değiştirebilmesi için gereklidir. ama salt özünde taşıdığı büyü yüzünden
gereklidir sanat.”[15]
İnsan(lık) hayatında çok önemli yeri olan
sanat her yerdedir; önemli olansa sadece onu algılayabilmek, yorumlayabilmek ve
anlayabilmektir. Çünkü sanat insanın duygu ve düşüncülerini özgürce ifade
edebildiği şeydir.
S. Freud için “Uyanık rüya görme hâli”dir.
İçinde geleceği barındıran bir silahtır;
bütün güzel şeylerin bütünüdür; yaşadığını hissetmek, hissettirmektir; hasılı
ifadeler tümüdür.
Bu özellikleriyle muhalefet, itiraz aracıdır.
Evet Fisun
Yalçınkaya’nın, “Sanat bir meydan savaşı” olarak tarif ettiği sanat hep en öndedir, cesurdur, risk alır.
Kolay mı? “Muhayyilenin, cazibenin, estetiğin ve ahengin olmadığı yerde sanat
yoktur,” der W. Goethe…
Özetle, “Sanat belki insanları topyekûn
değiştiremez. Dünyayı da değiştiremez belki. Ama daha iyisini yapar. Tutar bir
insanın dünyasını değiştirir. İşte dünyayı yalnızca ve yalnızca, dünyası
değişen insanların birlikteliği değiştirebilir, ” der Cansu Fırıncı birçok şeyi
açımlayarak.
Sanat, sözün bittiği yerde başlar. Çünkü o
insanın özgürlüğe kanat çırpışıdır; kendisiyle sorunu olanlara bile onları
yetenekleri doğrultusunda özgürleştirerek hizmet etmektedir; temel amacı
öğretmek, eğitmek, eleştirmek veya değiştirmek değildir. Ancak sanatın olduğu
yerde bütün bunlar kaçınılmaz olarak ortaya çıkar.
Öğrenmek istemeyen, eğitilmeye yanaşmayan,
eleştiriye gelemeyen, değişiklikten korkanlar için sanat her zaman bir tehdit
ve tehlike olarak algılanmıştır. Bunun dışa vurumu ya aşağılayıcı bir küçümseme
veya alaycı bir kayıtsızlık veyahut yasaklama, kısıtlama, tahrip etme, taciz
etme şekline dönüşen bir güç gösterisidir.
Gerçekliğin değiştirilebileceğini,
denetlenebileceğini ve bir oyuna dönüştürülebileceğini gösterendir. Yani hayatı
tekdüzelikten kurtaran sanat, ancak köprü yapılarak geçilecek bir yerde uçmayı
hayal etmektir; “olağan” denilen yabancılaşma/ yozlaşmanın linç girişimine
karşı göğüs germedir. Çünkü Susan Sontag’ın, “Gerçek sanat rahatsız etme
yeteneği taşır,” notunu düştüğü sanat gerçektir; onu başkaldırısıdır.
‘Ses Sese Karşı’ başlıklı
kitabında Aldous Huxley’in Philip Quarles karakterine şöyle betimletir onu:
“Sanat gereğinden fazla gerçektir.”[16]
Özetin özeti: “Bir işi güzel bir biçimde
yapmak” anlamında kullanılan, Arapça kökenli “Sun” sözcüğünden türemiş olan
sanat, ‘Materyalist Felsefe Sözlüğü’nde, “Sosyal bilincin ve insan
faaliyetinin, realiteyi artistik imajlar hâlinde yansıtan ve dünyayı estetiksel
tarzda kavrama ve temsil etmenin en önemli araçlarından biri,” biçiminde
tanımlanır.
Sanatta “gerçekçilik”, bir akım olarak,
idealist felsefenin etkisinin büyük oranda aşıldığı, tarihsel ve toplumsal
gelişmelerin doğaüstü güçlerle değil, nesnel gerçeklerle açıklanmaya başlandığı
dönemde gündeme geldi. Ki, bu dönem, feodalizmin etkisinin giderek kırıldığı,
burjuvazinin hayatın her alanında, ideolojik kültürel hâkimiyetinin geliştiği,
kapitalizmin giderek belirleyici hâle geldiği dönemdir. Bu etki, sanata da
“gerçekçilik” akımı olarak yansımıştır.
Sanatı “ticari meta” dönüştüren biçimler
karşısında, sanatçılar, kapitalist toplumun, burjuvazinin iktidarının eleştirisini
daha yoğun biçimde yapmaya başladı. Bu dönemde gelişen bu sanat da, “eleştirel
gerçekçilik” ismini aldı.
“Eleştirel gerçekçilik” akımı, kapitalist
toplumdaki olumsuzlukları, çok sert biçimde eleştirmesine karşın, yine de
burjuva bir içerik taşıyordu. Eleştirel gerçekçilik akımının temel eksiği ve
yanılgısı, toplumsal gelişimi, tarihselliği içinde, olguların birbirleriyle
tarihsel bağlarını yerli yerine oturtarak ele almamasıydı. Onun yarım
bıraktığını, hayatı yorumlamakla kalmayıp, değiştirmeyi düşleyen “Sokağın
Sanatı” devralacaktır.
Çünkü sokağın
sesi, başkaldıran çığlığı olarak “Sanat,
tıpkı dünya gibi... başına buyruktur,” der Heinrich Heine…
Ve “Sanat direnmektir,” der Gilles
Deleuze…
Sonra da ekler Vladimir Mayakovski,
“Sanat dünyayı yansıtan bir ayna değildir, dünyayı biçimlendireceğiniz bir
çekiçtir,” diye…
Bu hâliyle de sanat, toplumsal
bellekte bir mücadele gücü yaratıp, direnişinin sözcüsü olurken; yaşanılan çağa
tanıklığın estetik yansımasıdır.
Sanat en genel
anlamda hayatta var olmuş, var olan ve var olabilecek her şeyin tanığı ve bu
tanıklığın estetik yansımasıdır. Sanat tarihinin insanlık tarihiyle birlikte
yazılması da bu nedenledir. Dünyayı değiştirmek ve tarihe tanıklık etmek
amacıyla yola çıkıldığında sanat hiç bir zaman tarafsız değildir. Sanatçı
çağına tanıklık ederken, özgürlüğünü ve etkinliğini kontrol altına almaya
çalışan sisteme, kendisine ve topluma dayatılan yaptırımlara karşı muhalif bir
tavır sergilemek zorundadır. Siyasi yaklaşımlar ve neo-liberalizmin toplumsal
baskısı, sınırlamaya çalışsa da, özündeki direnişten doğan sanat toplumsal
gerçeklikle bütünleşerek var olmaktadır.
Bunun için
sanat direnişe, direniş sanata muhtaçken; sanat eylemsel ve işgalcidir. Zamanı
ve mekânı kendi özgürlük sınırlarıyla işgal eder. Bu yönüyle de direnişle iç
içedir; direncin en estetik enstrümanıdır. Direniş sanatı, yalnızca eserler
değil, eserlerin direnişi doğuracağı mekânlar da üretebilmektedir.
İş bu nedenle
de Joseph Conrad, “İster bir karakter yaratsın, ister yeni bir yöntem
keşfetsin, ister karmaşık bir durumun özünü yakalasın, sanatçı bir eylem
insanıdır,” derken; “Sanatçının dünyayı değiştirmek için sözcüklerden,
renklerden, notalardan başka bir gücü yoktur,” diye ekler Jean-Luis Joubert de…[17]
*
* * * *
Gündüz
Vassaf’ın, “Demokratik ülkeyiz diyen herkes yalan söylüyor,” saptamasının
altını özenle çizerek diyeceklerimi noktalarsam: Sanatçılar coğrafyamızdaki
gibi alanlarının sınırlarını korkuyla çiziyorlarsa, o ülkede sanat yoktur.
Çünkü baskı karşısında sessiz kalan sanat bir süre sonra egemenin sesi/ soluğu
hâline gelir.
Bunun için
Hamlet’in, “Olmak ya da olmamak” saptamasındaki asıl mesele “korkmak ya da
korkmamak”tan geçerken; sanat kendini var etmek için tekrar sokaklara
çıkmalıdır.
Çünkü “Her
dönemde ve her koşulda sanatçı muhaliftir... Sanatçı sözünü sakınmadan
söylemeli, sözünün de arkasında durabilmelidir.”[18]
Bu olmazsa olmazken; Konrad Wolf’un şu
çarpıcı sözünü asla unutmayın: “Sanat silahtır!”[19]
Soru(n), bu silahı sokaklarda veya Serdar
Ortaç’ın, Demet Akalın’ın, düğün orkestralarının sanat/ ve sanatçı sayıldığı
Türk(iye) toplumundaki kapitalist kokuşmuşluğa karşı kullanıp kullanmamak
meselesidir.
Sürdürülemez kapitalizmin sanat ürünlerini
tüketim maddesine dönüştürdüğü tabloda “sanat” kelimesinin zıttı kapitalizmdir!
Jean Baudrillard’ın ‘Sanat Komplosu’ başlıklı
kitabı, sanatın günümüz kapitalizminin dünyasında nasıl “piç edildiği”ni,
herşeyin “sanat”a döndürülerek sanatın nasıl içinin boşaltıldığını anlatırken;[20] sanat ile kapitalizmin birlikte anılması mümkün değildir.
26 Temmuz 2015 11:22:50, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[1] 30
Temmuz 2015 tarihinde Karaburun-Mordoğan Sokakta Tiyatro Festivali’nde yapılan
konuşma… Arasöz Sanat ve Politika Dergisi, 3 Eylül 2015.
[2]
Özdemir Asaf.
[3]
“Berkin Elvan Videosunda Oynadı, Kovuldu”, Cumhuriyet, 6 Mayıs 2015, s.11.
[4]
Selda Güneysu, “Gezi Alerjisine Devam”, Cumhuriyet, 22 Kasım 2014, s.19.
[5]
Ahmet Cemal, “Macbeth’ten Korkmayın!”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2014, s.15.
[6]
Özgür Mumcu, “Macbeth Oynanmasın”, Cumhuriyet, 3 Kasım 2014, s.7.
[7]
Ceren Çıplak, “Şehir Tiyatroları’nda ‘Gezi’ye Destek Verenlere Maaş Kıyımı”,
Cumhuriyet, 9 Mayıs 2015, s.21.
[8]
Selda Güneysu, “Bakanlıktan ‘Ahlâksız’ Tehdit: Kadın - Erkeği Birarada
Görmeyeyim”, Cumhuriyet, 17 Aralık 2014, s.13.
[9]
Selda Güneysu, “Sansürü Savundu, Say’ı Suçladı”, Cumhuriyet, 20 Kasım 2014,
s.15.
[10]
Selda Güneysu, “… ‘Plaj Fotoğrafı’ İşinden Etti”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2014,
s.16.
[11]
Selda Güneysu, “Operadan Namaza”, Cumhuriyet, 22 Nisan 2015, s.11.
[12]
Simone Berteaut, Kaldırım Serçesi Edith Piaf, Çev: Aydın Emeç, Agora Yay.,
2010.
[13]
Terry Eagleton, Kültür Yorumları, Çev. Özge Çelik, Ayrıntı Yay. 2005, s.11.
[14]
Oscar Wilde, Dorian Gray’in Portresi, çev: Nihal Yeğinobalı, Can Yay., 17.
baskı, 2014., s.21.
[15]
Ernst Fischer, Sanatın Gerekliliği, Çev: Cevat Çapan, Payel Yay. , 11 baskı,
2010.
[16]
Aldous Huxley, Ses Sese Karşı, Çev: Mîna Urgan,
İletişim Yay., 7. baskı, 2015.
[17]
Başak Şahindoğan, “Otoriteye Karşı Sanat”, Evrensel Pazar, 22 Mart 2015,
s.16-17.
[18]
Demet Yalçın, “Gülay Afşar: Sanatçı Lafını Sakınmadan Söylemeli”, Cumhuriyet, 2
Aralık 2014, s.12.
[19]
Sarah Quigley, Orkestra Şefi (Leningrad Senfonisi), Çev: İlknur Özdemir,
Kırmızı Kedi Yay., 2015.
[20]
Jean Baudrillard, Sanat Komplosu, Çev: Elçin Gen-Işık Ergüden,
İletişim Yay., 5. baskı, 2014.