Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 11 Ekim 2015
Geçerli Tarih: 02 Mayıs 2024, 14:58
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=22071
MANDELA: “GENCİ BİZİMDİR, YAŞLISI SİZİN
OLSUN”![*]
TEMEL
DEMİRER
“Ben bir komünist değilim
ama bizi onlardan başka
anlayan da olmadı.”[1]
“Şimdi, nerden
çıktı bu Mandela meselesi?” diyen olacaktır elbet…
Latince de ironi için kullanılan, “Plusquam
perfectum/ Çoktan geçmiş zamanlar”dan söz etmenin gerekli olduğundan
kuşku duymadığım koordinatlarda Hugh White’ın, “Geçmişi değiştiremezsin ama
gelecek hâlâ avucunun içindedir,” anımsatması hâlâ “olmazsa olmaz”.
“Neden” mi?
W. Goethe’nin,
“Tarih araştırıcısı için tarihle efsanenin yanyana olduğu nokta son derece
çekicidir,”[2] notu eşliğinde
Christopher Hill’in, “Tarih her kuşakta yeniden yazılmalı, çünkü geçmiş
değişmez ama şimdi değişir; her kuşak geçmişle ilgili yeni sorular sorar,”
gerçeğinin altını çizdiği için…
Bu kadar da
değil!
Richard Leakey
ile Roger Lewin, “Geleceğimizden emin olabilmemiz için geçmişimizi bilmemiz
gerekir,”[3] derlerken; “Geçmişi
denetim altında tutan, geleceği de denetim altında tutar; şimdiyi denetim
altında tutan, geçmişi de denetim altında tutar,”[4]
diye ekler George Orwell da…
Evet, tam da
bunun için “eski”sinden, yenilenme ihtimaline uzanan koordinatlarda Mandela
gerçeğini irdelemekte, anımsayıp/ anımsatmakta büyük yarar vardır.[5]
Mandela sadece bir “ikon” değil; aynı
zamanda (devrimin yerine “demokrasi”nin ikamesinde) bir “örnek”!
Öldüğünde,
“Güney Afrika’da ‘ulusun babası’nın ardından siyahlarla beyazlar birlikte
ağlıyor. Baba anlamına gelen ‘Tata’ ile Mandela’nın geldiği kabilenin ona
koyduğu ad olan ‘Madiba’yı birleştirerek, Tata Madiba’nın ardından yas
tutuyorlar”;[6] “Mandela için
düzenlenen resmi anma törenine ‘kavgalı siyasiler’ dahil 91 ülke lideri
katıldı. Obama, ‘Bir tarih devini övmek çok güç’ dedi,”[7]
türünden haberlerin dört yanı kuşattığı tabloda onun için şu notların düşülmesi
tesadüfî değildi!
Mustafa K.
Erdemol’un, “Mandela, siyah ya da beyaz herkesin hayatına mutlaka dokunup
geçmiş, insanlık tarihinin çok önemli ikonlarından biriydi. Yaşamında neyi
savunduysa hepsinin karşılığı vardı…”
Rodhri
Jones’in, “Apartheid karşıtı mücadelesiyle olduğu kadar apartheid sonrası
uzlaşmasıyla da Mandela, çağımıza daha iyi bir gelecek yönünde liderlik etti…”
Aslı
Aydıntaşbaş’ın, “Mandela, sadece ırkçı beyaz rejime karşı bir hak mücadelesi
yürüttüğü için değil, bunu yaparken ülkesini ‘birleştirdiği’ için istisnai bir
tarihi figür…”
Gündüz
Vassaf’ın, “XX. yüzyılda, hemen herkesin nezdinde dünyanın en çok saygısını
kazanmış lideriydi. Dünle bugün arasında tarih cambazlığı yapmadı. Yarına
sansürlenmiş vasiyet bırakmadı. Anketlerle gömleğinin rengini değiştiren,
nerede ne söyleyeceğini ona göre seçen pop politikacı olmadı. İnandırıcıydı.
Çelişkilerini gizlemedi. Terörist de oldu, devlet başkanı da,” satırlarındaki
üzere!
İyi de Mandela
neden bu kadar “önemli”ydi? Bunun tarihsel arkapanında ne(ler) vardı?
GÜNEY AFRİKA TARİHİ
Bölgeye (Güney
Afrika’ya) XVII. yüzyılda Protestan Hollandalı, Fransız ve Almanlar yerleşir.
‘Boer’ler diye
bilinen topluluğu oluşturarak ülkeye hâkim olurlar. Kıymetli madenler, Batı
Afrika’ya açılan yollar, Cap ve Kahire bağlantısı iştah kabartıcıdır.
Nitekim
İngiltere Güney Afrika’yı kendi egemenlik alanlarından biri kılmaya çalışır. Ve
ülke 100 yılı aşkın bir süre Boerler-yerli halk, İngiltere-Boerler ve
İngiltere-yerli halk arasındaki kanlı egemenlik mücadelelerine sahne olur.
Güney Afrika 1910 yılında Boerler’in egemenliğinde bağımsızlığa kavuşacaktır.
1910’da
İngiliz kolonisi olan Güney Afrika’da anayasa ile politik güç beyazların
eline geçince, tarihin en acımasız sistemlerinden birisi kurulur.
1948 yılında
hükümet Appartheid’i (ayrımcılık) ilan eder.
1959’da siyah
ahaliye, Bantulara pasaport taşıma zorunluluğu getirilir.
Şehir
merkezlerine giremezler, kendilerine ayrılan bölgelerde yaşamak, takdir edilen
işleri yapmak zorundadırlar.
Siyahların
örgütlenmesi ve tepkisi gecikmez. Afrika Ulusal Kongresi kurulur ve (Bantuların
partisi) mücadeleye başlar.
1960’ta
pasaport yasasına karşı yapılan miting sırasında gerçekleştirilen ve 60 kişinin
ölümüyle sonuçlanan Sharpeville katliamı, 1964’te AUK’nin başkanı Mandela ve 7
yöneticisinin tutuklanıp, ömür boyu hapse mahkûm edilmesi, 1976’da Boerlerin
dilinin okullarda zorunlu dil olması üzerine karşı Saweto’daki ayaklanmalar bu
mücadelenin kritik anlarını oluşturur.
80’lerin
sonunda çatışmalar tahammül edilmez noktaya gelir ve çözüm arayışları kendisini
dayatır.
1989’da
Klerk’in cumhurbaşkanı olmasından sonra örgütlenmeye ilişkin kimi yasaklar
kaldırılır.
Ve 1990’da, 27
yıllık hapis hayatından sonra Mandela serbest bırakılır.
Aynı yıl
hükümet ile AUK arasında müzakereler başlar.
1991 yılında
Appartheid rejimi kaldırılır.
Kurulan
anayasal meclis iki yıl içinde eşitlikçi yeni anayasayı hazırlar.
1994
seçimlerini Nelson Mandela’nın başkanlığını yaptığı ANC, oyların yüzde 62’sini
toplayarak büyük bir üstünlükle kazanır ve Parlamento’ya seçilen 490 üye,
görevi iki yıllık bir süre içerisinde anayasayı hazırlamak ve onaylamak olan
bir Kurucu Meclis (Constitutional Assembly) oluşturur.
Ümit Kardaş’ın
ifadesiyle, “1995 Ocak ayında halkın görüşlerini almak için geniş kapsamlı bir
iletişim kampanyası başlatıldı. Kırsal alandaki nüfus yoğunluğu, ‘siyah’ halkın
hiçbir zaman siyasi hak kullanmamış olması, eğitim eksikliği, ekonomik ve
kültürel farklılıklar gibi engellere rağmen süreçte amaç halkın bilinçli
katılımını sağlamak olarak belirlendi ve 10 aylık bir süreçte yoğun bir katılım
sağlandı.
Televizyonda,
radyoda, ulusal-yerel basında ve afişlerde yer alan reklam kampanyalarında,
‘Tarihe izinizi bıraktınız, şimdi sıra fikrinizi belirtmekte’ ve ‘Anayasal
haklarınıza karar vermek sizin hakkınız’ gibi insanlara bu fırsatın önemini
anlatan sloganlara başvuruldu. Bu kampanyalarda özel reklam ve iletişim
şirketlerinden yararlanıldı. Süreç sonunda yetişkin halkın çoğuna ulaşıldı.
Yaklaşık 1.7 milyon dilekçe toplandı, elemeler sonucu bunlardan 11 bin öneri
çıkarıldı.”[8]
ELMAS’IN “ÖNEMİ”(!)
Tarihsel açıdan
Güney Afrika’yı “Beyaz Adam(lar)” için bu kadar önemli kılan elmastı!
Hatırlayın:
“Amerika’da altın ve gümüşün bulunması” der ve ekler Karl Marx ‘Kapital’de,
“yerli halkın kökünün kazınması, köleleştirilmesi ve madenlere gömülmesi…
kapitalist üretim çağının pembe renkli şafak işaretiydi”.
Aynı nedenle,
‘Sermaye Birikimi’nde “1869-70 tarihinde Kimberley’de elmas yatakları, 1882-5
tarihinde de Transvaal’da altın yataklarının bulunması Güney Afrika tarihinde
yeni bir dönem açtı,” der ve devam eder Rosa Luxemburg: “Elmas ve altın
yataklarının bulunmasıyla Güney Afrika kolonilerindeki beyazların sayısı
sıçramalarla artış gösterdi… Mütevazı köylü ekonomisi derhâl geri plana
itilmiş; madencilik sermayesi ön plana çıkmıştı”…
XIX. yüzyılın
sonlarında, Güney Afrika’da madenciliğin başlangıç dönemlerinde,
Witwatersrand’de madencilik yapan az sayıda firma vardır. Yüzyılın sonlarına
gelindiğinde ise bölge dünya altın üretiminin yüzde yirmisinden fazlasının
gerçekleştirildiği bir coğrafya hâline gelir. Üretimin yarısı, söz konusu
dönemde atılan piyasa ve rekabet çığlıklarının aksine, tek bir konsorsiyumun
elinde toplanır. Dahası, bu dönemde faaliyet gösteren madencilik firmalarının
toplam bütçeleri Güney Afrika’da Natal ve Orange Free State’te kurulmuş
kolonilerin bütçelerinden daha büyüktür. Madencilik ülkedeki en büyük
endüstriyi oluşturur, dört eyaletteki demiryolları ve limanlardakinin
toplamından daha fazla kâr elde eder.
Coğrafyadaki
en önemli madencilik firması İngiltere’nin Cape’te kurduğu koloninin valisi
olan ve Cape’in Napolyon’u olarak adlandırılan Cecil Rhodes’un sahibi olduğu De
Beers Consolidated’tir. Firma 1888 yılı itibarıyla Kimberley’deki elmas
üretimini tek başına kontrol eder duruma gelir. Nitekim Lenin ünlü Emperyalizm
kitabında, Rhodes’un yakın dostu olan bir gazetecinin, 1895 yılında Rhodes’un
aşağıdaki ifadelerini aktardığını belirtir: “Dün Londra’nın East Rand’indeydim
(işçi semti) ve işsizlerin düzenledikleri bir toplantıya katıldım. Ekmek için
çığlıktan ibaret olan ateşli konuşmaları dinledikten sonra eve gittiğimde,
emperyalizmin önemine daha da inandım… Birleşik Krallığın 40 milyonluk nüfusunu
ölümcül bir iç savaştan koruyabilmek için, biz sömürge politikacıları, fazla
nüfusu yerleştirebileceğimiz, fabrika ve madenlerde üretilen ürünler için yeni
pazar oluşturacak yeni topraklar kazanmak zorundayız… Eğer iç savaş istemiyorsanız, emperyalist olmak zorundasınızdır.”
Bölgedeki
madencilik firmaları, ilerleyen dönemlerde madencilik alanındaki kalifiye
işlerde istihdam etmek üzere Carnwill ve California gibi şehirlerden bölgeye
maden işçileri getirirler. Sanayi devrimi sonrasının “yedek işgücü ordusu”nu,
bugünkü Güney Afrika’nın ise beyaz nüfusunun bir kısmını oluşturan bu
işçilerden farklı olarak, Mozambik, Malawi, Leshoto, Swaziland gibi
coğrafyalardan, elbette topraklarından zorla koparılarak, getirilen siyah
işçiler ise madencilik sanayisinin gereksinim duyduğu ucuz emek gücünü
oluşturur. Dahası, Rhodes, bu ikincisini sürekli kılabilmek için bugünkü
Botswana, Zimbabwe, Zambia, Malawi gibi ülkeleri kapsayan alanda bir beylik
kurar. 1887 yılında Witwatersrand’deki maden ocaklarında çalışan işçi sayısı 3.000
civarındadır. Kısa bir süre sonra, 1880’in sonunda, sadece elmas madenlerinde
çalışan siyah sayısı, 9.000’i sürekli yerleşimci olmak üzere, yaklaşık 22.000’e
varmıştır. Yüzyılın sonuna gelindiğinde ise Witwatersrand’de çalışan siyah
maden işçilerinin sayısı 97.000’e beyaz maden işçilerinin sayısı ise 12.000’e
ulaşır. Bölgede çalışan maden işçisi sayısı 1960’larda 2.5 milyona ulaşır.
1913 yılında
çıkarılan bir yasa, Arazi Yasası, yukarıdaki manzaranın en önemli
tamamlayıcısıdır. Yasayla, coğrafyadaki toprakların yüzde 7.3’ü siyah
rezervleri olarak tanımlanır, siyah nüfusun bu topraklar dışındaki bölgelerde,
yani kentlerde, toprak satın alması ve yaşaması yasaklanır. Benzer şekilde
beyaz nüfus da rezerv alanlarından toprak satın alamayacaktır. Coğrafyanın
yaklaşık yüzde doksanını oluşturan nüfusu toprakların sadece yüzde yedisine
sıkıştıran bu yasanın getirilerinden ilki, siyah nüfusun beyaz nüfustan ayrışan
bir kitle hâline gelmesidir. Dolayısıyla yasa Güney Afrika’daki kurumsallaşmış
ırk ayrımcılığının başlangıcını oluşturur.
Bununla
birlikte yasanın asli amacı, rezerv topraklarında yaşayan siyah nüfusu
işçileştirerek, maden üretiminin gerekli kıldığı ucuz ve kalifiye olmayan
işgücünü sürekli kılmaktır. Ancak, rezervlerde, kendi topraklarında geçimlik
tarım yapan siyah nüfus başlangıçta bu toprakların dışında yaşamak, hele de
madenlerde çalışmak, yani işçileşmek konusunda hiç istekli değildir. Sadece
devletin toprak üzerine koyduğu vergileri ödeyebilmek için ücretlerine ihtiyaç
duyulan bekâr ve genç erkekler, şeflerin zorlamasıyla madenlerde çalışmaya
giderler. Rezerv topraklarının siyah nüfus için yetersiz hâle gelmeye başlaması
ise, daha çok siyahın kent merkezinde bulunan madenlerde çalışmak zorunda
kalmasına yol açar. Zaten yasayla amaçlanan tam da budur.
Siyah nüfusun
kentlerde sürekli yaşaması ve çalışmaya geldikleri dönemlerde ailelerini
beraberinde getirmeleri yasaklandığından, madenlerde ancak mevsimlik işçi
olarak çalışabilecekler, işleri bittiğinde köylerine (rezervlerine) geri
döneceklerdir. Güney Afrika emek tarihi literatüründe göçmen işçilik olarak
adlandırılan bu sistem, madencilik sermayesinin elde ettiği artı değerin
artmasında oldukça önemli rol oynar. Çünkü, söz konusu yasa, emek gücünün
yeniden üretim maliyetlerinin, işçinin rezerv topraklarındaki ailesi tarafından
karşılanması/ üstlenilmesi anlamına gelir.
Bir başka
ifadeyle madene giden işçinin, çocuk/yaşlı bakımı, tarımsal üretimin
sürdürülmesi gibi geride kalan işleri ya da işçinin, örneğin, madenden
hastalanarak dönmesi sonrasında oluşan bakım maliyetleri rezervdeki aile
tarafından üstlenilmektedir. Tüm bunların sermayeye getirisi ise, istihdam
ettiği işçiler için, konut, sosyal güvenlik, kreş ve benzeri maliyet
öğelerinden kurtulmaktır. Tam da bu nedenle aynı dönemlerde Güney Afrika
Madenciler Odası madenlerde çalışan siyah işçilerin işlerinin bitmesinin
ardından rezervlerine dönmelerinin teşvik edilmesi gerektiği, aksi takdirde,
madencilerin artan ihtiyaçları ile birlikte kent merkezlerinde kalıcı
olacakları yönünde açıklamalar yapar. Kuşkusuz bunun en önemli sonucu
ücretlerin yükselmesi olacaktır.
Göçmen emeği
sisteminin madenlerin kurulu bulunduğu yerleşim bölgelerindeki tamamlayıcı
öğesi ise çalışma kampları sistemidir. Bu sistem madenlerde çalışmak üzere
rezerv bölgelerinden göç eden işçilerin, çalışma dönemleri boyunca, madenlerin
yakınına inşa edilen barakalarda toplu olarak konaklamasına dayanır. Işıksız ve
penceresiz olan, genelde sadece mekânın ortasına yakılan bir kömür yığını ile
ısıtılan, tuvalet, yıkanma, temizlik benzeri ihtiyaçlar için ayrı bir yeri
olmayan bu barakalarda, çoğu zaman 20 ile 50 arasında işçi konaklar. İşçilerin
çoğu zaman beton üzerinde uyuduğu, özel eşyaları için ayrı alanlarının
bulunmadığı, dolayısıyla sıklıkla hırsızlık ve benzeri sorunlarla karşılaştığı,
farklı kabilelerden gelen işçiler arasında çatışmaların yaşanabildiği
barakalarda, kamp yöneticisi, kamp yönetici yardımcısı, kamp polisi, oda
sorumluları gibi statüler de bulunur.
Söz konusu
statülerin en önemli fonksiyonu ise, kamplarda bulunan işçilerin birbirleri ile
ya da çalıştıkları şirket ile sorun yaşamalarının önüne geçmek suretiyle
denetim altında tutulmasıdır. İşçilerin başta dayak olmak üzere
cezalandırılması ise, çalışma kamplarında işçileri kontrol altında tutmak için
kullanılan bir başka yöntemdir. Sadece 1903 yılında yüzde 59’u kamplardaki
kalabalık, ani hava değişimi ve benzeri nedenlerle ortaya çıkan menenjit ve
zatürree; yüzde 11’i kötü beslenmeden dolayı ortaya çıkan bağırsak enfeksiyonu;
kalan kısmı da iş kazası, vitamin eksikliği, tüberküloz nedeniyle olmak üzere
5022 siyah işçi hayatını kaybeder. 1911 yılında ise her bin işçinin 67’den daha
fazlası zatürree nedeniyle hayatını kaybeder.[9]
HAYATI, MÜCADELESİ
Tam adıyla
Rolihlahla Mandela, 18 Temmuz 1918’de Thembu kabilesinin şefinin oğlu olarak
başladığı yaşamını ‘Apartheid’e karşı mücadeleye adadı. Ailenin eğitim alan ilk
çocuğu olan Mandela’ya Nelson adını bir sömürge geleneği olarak öğretmeni
verdi. Apartheid’a karşı mücadelesi ise ona kabilede yaşlı saygın üyeler için
kullanılan ‘Madiba’ ve ‘Güney Afrika’nın Babası’ gibi unvanları kazandırdı.
Rolihlahla
Dalibhunga adıyla doğdu; ancak öğretmeni kendisine, İngilizce “Nelson” ismini
verdi.
Annesi
Hıristiyan Metodist mezhebine bağlı olduğundan, Metodist yatılı okullarda
okuduktan sonra Güney Afrika’da siyahların öğrenim görebildiği tek üniversitede
hukuk eğitimi gördü.
Yerli halkın
beyazlara karşı hak mücadelesini savunan Afrika Ulusal Kongresi’ne (ANC) ilk
kez 25 yaşındayken ve eylemci olarak 1943 senesinde katıldı. Daha sonra ANC
Gençlik Kolu’nu kurdu ve başkanlığını üstlendi.
İlk eşi Evelyn
Mase ile 1944 yılında evlendi, üç çocuk sahibi olan çift 1957 yılında boşandı.
Witwatersrand
Üniversitesi’nin hukuk bölümünü bitiren Mandela, ülkenin ilk siyah avukatı
olurken, 1952’de Olivier Tambo ile birlikte Johannesburg’da açtığı Güney
Afrika’nın ilk siyah avukatlık bürosu, apartheidın ‘olağan şüphelilerinin’
haklarını savunan bir merkez gibi çalıştı. Mandela, 1944’te Afrika Ulusal
Kongresi’ne (ANC) katılıp gençlik kollarını kurdu. 1950’de ANC Başkanı seçildi.
Mart 1960’ta ‘paso taşımadıkları takdirde tutuklanmalarını’ öngören yasayı
protesto eden 69 öğrencinin öldürüldüğü Sharpeville katliamından sonra ANC
yasadışı ilan edildi. Bu olay, Mandela’nın silahlı mücadeleyi savunmasının
önünü açtı. 1961’de ANC çatısı altında ve Güney Afrika Komünist Partisi’nin
(SACP) bazı üyeleriyle Ulusun Mızrağı (MK-Umkhonto We Sizwe) örgütünü kurdu.
Mandela, amacı
apartheid’a karşı silahlı mücadele yürütmek olan MK’nın kurulmasına gerekçe
olarak ‘barışçıl taleplerine şiddetle karşılık verilmesini ve hükümetin
kendilerine başka seçenek bırakmamasını’ gösterdi. Mandela ‘Özgürlüğe Uzun
Yürüyüş’ adlı otobiyografisinde MK’nın kuruluşuna dair şunları yazmıştı: “Asla
asker olmamış, asla bir savaşta yer almamış, asla bir düşmana silah sıkmamış
olan bana, bir ordu kurmak görevi verilmişti. Bu kıdemli bir general için bile
altından kalkması güç bir görevken, askeri bir acemi için hayli hayli öyleydi.
Mızrak simgesi, Afrikalıların beyaz istilacılara karşı yüzyıllar boyu bu basit
silahla direnmiş olmalarından ötürü seçilmişti.”[10]
Bir başka
anlatımla 1950’li yıllara gelindiğinde ırk ayrımcılığı etkisini göstermeye
başlamıştı. Nelson Mandela, Afrika Ulusal Kongresi’nde etkin rol almaya
başladı. Daha militanca bir örgütlenmeyi savunan Mandela, defalarca tutuklandı,
siyasi faaliyetlerde bulunması yasaklandı.
Beyazların ve
siyahların beraber yaşadığı bir Güney Afrika hayalini paylaşan Güney Afrikalı
komünist beyazlarla yakınlaştı.
Mandela ve
Tambo, birlikte, siyah çoğunluğu baskı altında tutan, beyazların kurduğu Ulusal
Parti’nin uygulamaya başladığı ırk ayrımcılığı (apartheid) sistemine karşı
kampanya yürüttüler.
Mandela, 1956
yılında 155 eylemciyle beraber en ağır düzeyde vatana ihanetle suçlandı ama
hakkındaki suçlamalar, dört yıl süren duruşmaların ardından düşürüldü.
Irk
ayrımcılığına karşı direniş, her geçen gün büyüdü; özellikle de siyahların
nerede yaşayıp nerede çalışacaklarını sınırlayan yasalara karşı tepkiler
güçlendi.
Mandela, 1958
yılında Winnie Madikizela’yla evlendi, ancak ANC’nin 1960 senesinde yasa dışı
ilan edilmesiyle, diğer parti üyeleriyle beraber saklanmak zorunda kaldı.
Irk
ayrımcılığı giderek daha fazla hissedilmeye başlandı; 1960 senesinde 69 siyahın
polis tarafından öldürüldüğü Sharpeville katliamı, bir dönüm noktası oldu.
Bu olay,
barışçı direnişin de sonunu getirdi. O sırada ANC’nin başkan yardımcısı olan
Mandela, ordu ve hükümet hedeflerine karşı silahlı mücadele başlattı, ANC’nin
silahlı kanadını kurdu.
Bir süre sonra
hükümeti devirmeye ve halkı kışkırtmaya çalışmakla suçlanarak tutuklandı ve
hapse atıldı.
Mandela,
Afrika Ulusal Konseyi’nin on üyesinin ırk ayrımı güden rejimi yıkmak amacıyla
yaptıkları eylemlerden dolayı yargılandıkları meşhur Rivonia davası sırasında,
savunmasını yaparken, demokrasi, özgürlük ve eşitlik konusundaki görüşlerini şu
sözlerle dile getirecekti:
“Ben, tüm insanların
uyum ve eşit fırsatlara sahip şekilde beraberce yaşadığı, demokratik ve özgür
bir toplum idealini benimsedim. Bu, uğrunda yaşamak ve ulaşmak istediğim bir
idealdir. Ama gerektiğinde bunun uğrunda ölürüm de.”[11]
Nelson
Mandela, 1964 yılının kışında, 46 yaşındayken ömür boyu hapis cezasına
çarptırıldı.
Böylece
Mandela için 18 yılı Robben Adası’nda geçen 27 yıllık hapishane yaşamı başladı.
Mandela, Cape Town açıklarındaki adaya ayak basar basmaz beyaz gardiyanlardan
“Ada burası, burada öleceksiniz!” sözlerini duydu. Nitekim ‘ölüme gönderildiği
gerçeği’ hapishanede taşocağında çalıştırılması ve vereme yakalanmasıyla
kendini gösterdi. Ölümüne yol açan enfeksiyonun da akciğerlerinde oluşan kalıcı
hasardan kaynaklandığı sanılıyor. Sırasıyla Robben, Pollsmoor ve Victor Verster
hapishanelerinde geçen yıllarına nasıl dayandığını mektuplarında şöyle
anlatıyordu: “Bizi mahkûm edenlerden daha geniş bir insanlık kavramının parçası
olduğumuzu bilmek, bize güç ve sebat veriyordu... Hapishanenin kendisi, sabır
ve azim konusunda müthiş bir eğitim sağlıyor. Burası kişinin kararlılığını
sınavdan geçiriyor.” Ancak ‘güç ve sabrın yetmediği’ anlar da yaşayan Mandela,
hasretlerini itiraf ediyor: “Özlemden kalbimin yavaşladığı hatta duracak gibi
olduğu zamanlar oldu. 1935’te olduğu gibi Umbaşe Nehri’nin sularında yıkanmak
istiyorum.”
46664 numaralı
mahkûm olan Mandela, eşi Winnie’ye yazdığı bir mektupta ise çaresizliğini
anlatıyor: “Çocuklarıma ve sana yardım edemediğim için her bir parçamı ve
ruhumu kurumuş hissediyorum. Tamamen güçsüz oluşum ne acı.”
Hapisteyken de
mücadelenin başarısı için çalışmalarını sürdürdü. O günleri anlatırken,
“hapishane şevkimizi kırmaktan çok zafer kazanılana kadar bu mücadeleyi
sürdürmede bizi daha kararlı hâle getirdi” dediğini biliyoruz.
Hapishanedeki
hayatı, dışarısıyla tüm ilişkilerin kesildiği tam bir tecride dönüşmüştü. Saat
bulundurması bile yasaklanan Mandela, kararlılığını göstermek için başlangıçta
kendisine bir duvar takvimi çizmişti. Sonraları dışarıdan bir takvim
getirtmesine izin verildi ve hapiste kaldığı süre boyunca üzerine notlar alarak
takvim kullanması alışkanlık hâline geldi. Tecrit o kadar yoğundu ki örneğin
1976’da gerçekleşen Sweto İsyanlarını, Mandela ve arkadaşları yıllar sonra
duyabilmişlerdi. Roben Adası’ndaki ilk yıllarında da radyo dinlemeleri ve
gazete okumaları yasaklanmıştı.
Mandela’nın
rejim görevlileri dahil herkesin saygı duyduğu bir kişi hâline gelmesinin
çarpıcı örneklerinden biri de Roben Hapishanesi’nde ilk karşılaştıkları
muameleye verdiği tepkidir. Mahkûmlara sığır muamelesi yapılan hapishanede
aşırı şiddete karşı derin haysiyet duygusu ve demir gibi iradesiyle direnen
Mandela, gaddarlığa, zorbalığa, taciz ve suiistimallere karşı koymuş; böylece
tek bir kişinin bile kötü şartları nasıl değiştirdiğini göstermişti.
Bu arada
Nelson Mandela’nın 27 yıllık hapishane hayatı boyunca kendisini en fazla
etkileyen şiirin de William Ernest Henley’e ait ‘Yenilmez’ şiiri
olduğun öğreniyoruz.
İşte o şiir:
“Beni saran gecenin içinden mezar kadar kara, baştan başa./ Şükrederim hangi
Tanrılar verdiyse bana fethedilmez ruhumu./ Ne ürktüm, ne bağırdım şartların
pençesine düştüğüm anda bile./ Kaderin sopasıyla kanadı da başım, yine de boyun
eğmedim./ Öfke ve gözyaşı dolu bu yerin ötesinde beklemiyor başka hiçbir şey./
Gölgelerin dehşetinden yine de korkmaz bir hâlde buluyor/ ve bulacak beni
yılların yılgınlığı ve tehdidi./ Kapı ne kadar dar olsa da,/ Cezalarım ne kadar
ağır olsa da./ Kaderimin efendisi de benim ruhumun kaptanı da!
Mandela ve
diğer ANC liderleri ya hapiste ya da sürgündeyken, Güney Afrika’da direniş son
bulmadı; yüzlerce insan öldürüldü, binlerce kişi yaralandı. Ancak Mandela,
hapiste olmasına rağmen direnişin sembolü olarak öne çıktı.
Hapsedildiği
Robben Adası’nı, adeta bir eğitim merkezine dönüştürmesini bildi. Mandela
mahkûmların oluşturduğu politik eğitim sınıflarının başında yer alıyordu. Bu
arada sürgünde olan eski ortağı Tambo, 1980 yılında Mandela’nın serbest
bırakılması için uluslararası bir kampanya başlatmıştı.
Uluslararası
toplum Güney Afrika’da ırk ayrımcılığı güden rejime karşı ilk kez 1967 yılında
yaptırım uyguladı.
Baskılar 1990
yılında sonuç verdi, Güney Afrika hükümeti, sonuçta işbirliği yapabileceği tek
siyah liderin Nelson Mandela olduğunu idrak etti.
Dönemin Güney
Afrika devlet başkanı FW de Klerk, ANC’ye konan siyaset yasağını kaldırdı,
Mandela serbest bırakıldı ve Güney Afrika’da tüm ırkları temsil eden bir
demokrasi kurulması için görüşmeler başladı.
Mandela ve ANC
liderleri, silahlı mücadeleyi askıya aldıklarını açıkladı.
1990’da
hapisten çıkarken hislerini “Beni özgürlüğe kavuşturacak kapıdan geçerken, öfke
ve nefreti geride bırakmazsam, hapiste kalmaya devam edeceğimi biliyordum” diye
aktaran Mandela, müzakere stratejisini “Düşmanınla barış istiyorsan, birlikte
çalışmak zorundasın. O ancak böylelikle ortağın hâline gelir” diye açıkladı.
Beyazlara kin
gütmek yerine onlarla eşitlik içinde bir hayat kurmaya çalışan efsane lider,
kendisini azizleştirmeye çalışanlara da “Hep deneyen bir günahkârım” diye
itiraz etmişti.
O dönemde
Mandela, 1992 yılında adam kaçırma ve ikinci derece fiili saldırıda bulunmakla
suçlanan ikinci eşi Winnie’den boşandı.
Ayrıca 1992’de
Atatürk Barış Ödülü, Mandela’ya verilmek istendi; ancak Mandela ödülü reddetti.
Ödülün daha önce darbeci General Kenan Evren’e, NATO’nun eski Genel Sekreteri
Joseph Luns’a verildiğini de değerlendiren Mandela, başkanı olduğu ANC’nin
sözcüsü Gill Marcus aracılığıyla şu açıklamayı yaptı:[12]
“Nelson
Mandela bütün hayatını demokrasi, insan hakları ve baskılarla mücadeleye
harcamıştır. ANC, Mandela’nın kendisine verilen ödülü kabul etmediğini ve
Türkiye’yi ziyaret planlarının olmadığını açıklamak istemektedir. ANC’nin
tavrının modern Türkiye’nin kurucusu, reformcu Kemal Atatürk’le ilgili herhangi
bir olumsuzlukla ilgisi yoktur.”
1993 yılının
Aralık ayında Mandela ve de Klerk, Nobel Barış Ödülü’ne layık görüldü.
Bundan beş ay
sonra Güney Afrika tarihinde ilk kez tüm ırklardan adayların katıldığı
demokratik seçimler düzenlendi ve Mandela ezici çoğunlukla cumhurbaşkanlığına
seçildi.
1999 yılında
başkanlık görevinden çekilen Mandela, o tarihten sonra Güney Afrika’nın en üst
düzey elçisi olarak görev yaptı, HIV/Aids’e karşı kampanyalarda yer aldı,
ayrıca ülkesinin 2010 Dünya Futbol Kupası’na ev sahipliği hakkını kazanması
için de özel çaba sarfetti.
2001 yılında
prostat kanseri teşhisi konulsa da faaliyetlerine ara vermedi, Kongo Demokratik
Cumhuriyeti’nde, Burundi’de ve diğer Afrika ülkelerinde barış müzakerelerinde
yer aldı.
Nelson
Mandela’yı özel kılan, birçoklarının kendisini ayrı bir yerde görmesine yol
açan yanı, ırk ayrımı güden eski yönetime karşı kırgın, buruk ifadeler
kullanmamasıydı.
Mandela, BBC’ye
verdiği bir mülakatta böylesi bir bağışlayıcı tutuma nasıl vakıf olduğunu şu
sözlerle anlatıyordu.
“Eğer onları
affetmezsek, kırgınlık ve intikam duyguları hep var olacaktır. Biz ise, geçmişi
unutalım, şimdiye ve geleceğe bakalım ama geçmişte yaşanan acımasızlıkların da
bir daha yaşanmasına asla izin vermeyelim, diyoruz.”
Nelson
Mandela’nın cumhurbaşkanlığı döneminde en büyük sorun, yoksullar için konut yetersizliği
ve büyük şehirlerde yaygın olan gecekondu mahalleleriyle baş edilememesiydi.
Mandela, 80.
doğum gününde Graca Machel’le üçüncü evliliğini yaptı.
Hükümet
işlerinde sorumluluğu yardımcısı Thabo Mbeki’ye bırakırken, kendisi daha
sembolik roller üstlenmeye başladı; uluslararası ortamda Güney Afrika’nın yeni
imajının inşasına ağırlık verdi.
Bu bağlamda
ülkedeki çokuluslu dev şirketleri, yatırımlarını sürdürmeye ikna etti.
89. doğum
gününde dünyanın en zor sorunlarının çözümünde danışmanlık yapacak “Âkil
İnsanlar” grubunu oluşturdu.
Mandela,
2004’te 85 yaşındayken, ailesine ve dostlarına daha fazla zaman ayırabilmek
için faal kamu yaşamından çekildiğini açıkladı.
Nelson Mandela
son olarak 2010 Dünya Kupası’nın kapanışında halkıyla buluştu.
2011 Ocak’ında
ciddi bir göğüs enfeksiyonu geçiren Mandela, bir yıl sonra da karın
bölgesindeki rahatsızlıkla bağlantılı olarak kontrolden geçmişti.
2012’nin
sonlarında yine hastaneye kaldırıldı Mandela ve safra kesesi ameliyatı olduğu
açıklandı.
Mandela,
zamanının hemen tamamını doğduğu yerin yakınlarındaki Qunu köyünde geçiriyordu.
Mandela’nın
vücutça zayıf olmasına, belleğinin de zayıflamasına karşın, ziyaretçileri
kendisini çok keyifli bir havada bulduklarını anlatıyorlardı.
Akciğer
enfeksiyonu nedeniyle 8 Haziran’da hastaneye kaldırılan Mandela, 1 Eylül’de
taburcu edilerek evine gönderilmişti. 5 Aralık 2013 tarihinde, 95 yaşında vefat
etti.
DEMİŞTİ Kİ
“Dün bir
terörist olduğumu söyleyenler bugün bana hayranlıklarını dile getiriyor” diye
durumla alay eden Mandela, 2003’teki Irak işgaline ilişin, “Başkanı basiretten
yoksun, düzgün düşünemeyen bir gücün, dünyayı bir soykırıma sürüklemek
istemesini kınıyorum. Hem Bush, hem de Blair, BM idealini zayıflatıyor... Ağza
alınamaz katliamlar işlemiş bir ülke varsa, orası ABD’dir. Onlar için
insanların önemi yok. Japonya’da masumları öldürmeye karar verdikleri için mi
şimdi dünyanın jandarmasıymış gibi davranıyorlar?” derken; Mandela’nın
‘Kendimle Konuşmalar’[13]
başlıklı yapıtından kimi satırları aktarırsak:
“Kabilemin
reisi olmam bekleniyordu. Görücü usulü evlilik gibi geldi bana. Kaçtım. Kalsam
kocaman göbeğim, sürü sürü öküz ve koyunlarım olacaktı.”
“Irkçılığa
karşı mücadelemde, hangi örgütlere girmem, hangi kitapları okumam gerektiğini
kimseden öğrenmedim. Disiplinli bir özgürlük mücadelesinde tesadüfler de
önemli, deneme ve sınama da.”
“İlk
yazdıklarıma, konuşmalarıma ibretle bakıyorum. Ukala, yapay, taklit,
evrensellikten uzak, deneyim fakiri, hazmedilmemiş bilgilerimle kitleleri
etkileme kaygısı.”
“Siyasette
başka liderleri eleştirirken dürüst, gerçekçi, yapıcı olmalı.”
“Pasif
direnişten yana olduğumuzu söylemek, devlete karşı işimize yaradı. Bunu ilke
değil taktik olarak benimsedim... Şartlar neyi gerektiriyorsa o yapılır. Hz.
İsa da bezirgânlara karşı şiddet kullandı...”
Günlüğünden:
“30 Haziran
1962, Addis Ababa, Habeşistan: Bombalı tahrip eğitimi aldım.”
“8 Temmuz 1962: Albay Tadesse ve Yüzbaşı
Befekadu ile küçük bir lokantada yemekten sonra sinemaya gittik.”
Konuşmaları ve yazdıklarından:
“Devlet şiddeti
karşısında... Düşmanımız hareketimizi tek tük ayaklanmalar, dünya ise popüler
devrimci mücadele olarak görmeli.”
“Menachem Begin’in İsyan kitabı bana cesaret
verdi... (Siyonistler) Boydan boya İngiliz işgali altında, dağsız, tepesiz
dümdüz topraklarda güçlü bir mücadele gerçekleştirdiler.”
“Militarizmi engelledik. Silahlı gücün merkezi
otoriteye tabi olmasını sağladık. Asıl hedefimizin siyasi güç olduğunu gözden
çıkarmadık.”
“Siyah ve beyaz ırkçılığına, birinin diğerine
egemenliğine her zaman karşı çıktım. Amacım herkesin özgürce eşit olanaklardan
yararlanabileceği bir toplumda yaşaması.”
Hapis yıllarından:
“Beyazlara
aşağılık duygusunu, hakkımızı arama mücadelesiyle yenebildik. Baskıdan korkmak
yerine, direnerek baskıya karşı geldik.”
“Tek başıma
hücre hapsine karşı çıkmadım, çünkü tecridim, ‘Biz teröristlerle konuşmayız’
diyen hükümetle gizli görüşmelerime vesile olacaktı. Hareketle de paylaşmadım.
Reddederlerdi. Görüşmelere tek başıma başlayacak, oldu bittiye getirecektim.”
“En çetin
sorun ulusal birliğin sağlanamaması.”
Mandela’nın şiddete ilişkin son vardığı
nokta:
“Rüzgâr ve
güneş, “Hangimiz daha güçlü?” diye bahse tutuşur. İddia, yolda yürüyen adamın
paltosunu kimin çıkartabileceği. Rüzgâr estikçe eser, estikçe adam paltosuna
sımsıkı sarılır. Sıra güneşindir. Bulutların arasından hafifçe yüzünü gösterir.
Adam gevşer. Güneş ışıldar. Adam düğmelerini çözer. Güneş tepeye gelir. Adam
kendisini kurtarır paltosundan.”
İKONA KENAR NOTLARI
Cengiz
Çandar’ın, “Belki de en özet anlatımı: ‘Comrade, Leader, Prisoner, Negotiator,
Statesman’ yani ‘Yoldaş, Önder, Mahkûm, Müzakereci, Devlet Adamı’...” diye
betimlediği Mandela hakkında “Uzlaşmayı bizzat yaşadı”, “Karşı tarafa,
düşmanına hep el uzattı”, “Hep diyalog kapısını açık tuttu”, “Hiç kalp kırmadı,”
notunu düşer Sezin Öney…
Yani
artısıyla, eksisiyle “Mandela ‘Geçmişi bırak, geleceğe bak’ vizyonuydu.”[14] Bu bağlamda da pragmatistti ve
şöyle diyordu:
“Hapishaneden
çıktığımda beni bekleyen en büyük tehdit, siyahlar eski rejimle ilişkisi olan
herkesi yargılamak istiyordu. Ancak ben bunun önüne geçtim. Eğer böyle
olmasaydı Güney Afrika ya bir iç savaşa sürüklenirdi ya da yeni bir
diktatörlüğe…”[15]
Tam da bu
noktada “Ubuntu”[16] olarak nitelenen
“Mandela’yı büyük yapan neydi?” sorusunu Taha Akyol’un, “Mandela’nın şiddetle
ilişkili olduğu bir dönem vardır. Fakat sonunda şiddeti reddeden ve bu yolla
ülkesinde hak eşitliğini ve birlikte yaşamayı sağlayan büyük bir lider olarak
insanlığın saygısını kazandı,” biçiminde yanıtlaması şaşırtıcı addedilmemeli…[17]
Tıpkı İbrahim
Özdemir’in, “Mandela’ya göre XX. yüzyıldaki belli başlı dikta rejimleri, askeri
darbe ve güç kullanılarak değil, sıradan insanların tüm bu dayatmalara
direnmesi ve özgürlükten yana tavır koymasıyla yıkılmışlardır…”
Ali
Bayramoğlu’nun, “Demokrasi yasta. XX. yüzyılın en büyük barış simgesi, Mandela
öldü… Mandela hem mahpusluğu simgeler, hem inanılmaz bir demokrasi
mimarisini...”
Mehmet
Barlas’ın, “Mandela nasıl sadece Güney Afrika için değil tüm insanlık için
özgürlüğün ve eşitliğin simgesi ise, bana göre De Klerk de dünyadaki
politikacılar için gerçekçiliğin, vizyon sahibi olmanın ve cesaretin simgesi
olmalıdır. De Klerk’in vizyonu ve Mandela’nın önderliği ile bugün Güney Afrika
ırk ayrımının sona erdirildiği, istikrarlı, gelişen bir ülke olmuştur. 53
milyonluk nüfusun yüzde 79’unu oluşturan siyahları, yüzde 9’luk beyaz nüfus
artık insan dışı yaratıklar olarak göremiyor. Mandela sadece Güney Afrika için
değil tüm insanlık için büyük bir önderdi,” ifadeleri gibi…
Ancak dedim ya bunlar boşuna değildi!
Çünkü “Yıllar sonra Mandela’nın temsil
ettiği mücadeleyi, sömürgecilik bakiyesi ırkçı rejimi, Güney Afrika’da
siyahların maruz kaldığı zulmü önemsemeyen, Mandela’nın kişiliğine yüklediği
sıfat nedeniyle statükoyu kollayan siyasal tavır zamanla aşırı bir liberalliğe
savrulacaktı.”[18]
Hatırlatarak
devam edersek:
İlki: “95
yaşında hayata gözlerini kapadı. 27 yıl hapiste kaldı ama ırkçılığa karşı
mücadelesini bitirmedi ve sonuna kadar Güney Afrika’nın demokratik bir
ülke olmasına büyük katkısı oldu. 1990’ların başında hapisten çıkarken “Eğer
nefretimi devam ettirseydim, ruhen hapisten kurtulamayacaktım” diyordu. Aslında
1950’lerde mücadeleye devam ederken Güney Afrika’nın bütün ulusal kaynaklarını
uluslaştırmayı ve geliri de halka paylaştırmayı düşünüyordu. Mücadelesinde
hapsine kadar bir Komünistti,” Ulus Irkad’ın ifadesiyle; ancak arkası gelmedi…
İkincisi:
Mandela’nın, 1962’de Mossad ajanlarından silah ve sabotaj eğitimi aldığı ortaya
çıktı. ‘Ha’aretz’ gazetesi, İsrail ve Güney Afrika arasındaki ilişkileri konu
alan bir yüksek lisans tezi hazırlayan David Fachler’ın (43) İsrail Devlet
Arşivleri’nde bulduğu bir mektubu ilk kez haberleştirdi… İsrail istihbarat
servisi Mossad’ın, Kudüs’teki İsrail Dışişleri Bakanlığı’na yazdığı 11 Ekim
1962’de yazdığı mektup, “çok gizli” damgalıydı ve Mandela bu tarihten iki ay
önce döndüğü Güney Afrika’da, ülkesini pasaportsuz terkettiği için gözaltına
alınmış, ardından sabotaj dahil çeşitli suçlardan mahkûm edilmişti…[19]
Üçüncüsü:
Mandela’nın bilinmeyen servetinin dışında banka hesaplarından milyon dolarlar
çıktı. Bankada 110 milyon doları olduğu ortaya çıkan
Güney Afrika liderinin kızları Makaziwe ile Zenani, miras
kavgasına tutuştu. Özellikle açlıktan ve fakirlikten dolayı suç oranının çok
yüksek olduğu ülkede bu servet bir anda kafaları karıştırırken hayatının
yaklaşık 27 yılını hapiste geçiren liderin bu parayı hangi arada
kazandığı soruları akıllara geldi... [20]
Dördüncüsü:
Mandela ismini markaya dönüştüren kurum ve şirketler arasında büyük kavga var.
Miras üzerinde ailesi, kurduğu vakıflar ve ANC hak talep ediyorken; toplam
servetinin ne kadar olduğu bilinmeyen Mandela parasının bir kısmını Nelson
Mandela Vakfı ve Mandela Rhodes Vakfı’na emanet ederken bir kısmını da
‘muhtemel bir miras kavgasını önlemek için’ 1 milyon euroluk fona yatırmış ve
paranın ancak çok ihtiyacı olduklarında çocuklarına verilmesini şart koşmuştu…[21]
GÜNCEL DURUM
“İyi de Güney
Afrika’nın güncel hâli nasıldır” mı?
“Apartheid
yıkılıp Mandela dünya lideri olmuştu ama Johannesburg’un ‘Zenci mahallesi’ olan
Soweto hâlâ fakir mahallesiydi. hâlâ zenciler ‘township’lerdeki kulübelerde,
Beyazlar ‘town’larda büyük güzel evlerde oturuyorlardı. Apartheid yıkılmıştı
yıkılmasına ama hayatın kaymağını hâlâ ağırlıklı olarak beyazlar yiyordu,”[22] gözlemlerinin aktarıldığı, nüfusu
40 milyona yaklaşan ülkede 10 milyon yoksul yaşıyor…
Nüfusun 25
milyonu elektrikten yoksun…
Siyahlar
arasında okuryazarlık son derece düşük…
Bebek ölümleri
siyahlar arasında beyazlara oranla 10 kat daha fazla…
Yani Mahmut
Alınak’ın, “Beyaz esaretin göz boyayan bazı küçük rötuşlarla devam ettiği”ne
dikkat çektiği coğrafyada “O destansı özgürlük mücadelesi, liderlerini bir
körler ve sağırlar ordusu gibi takip eden halk için tam bir hayal kırıklığıyla
sonuçlanmış ve Mandela’nın başında olduğu ANC iktidarında hayat siyahlar için
daha da kötüye gitmişti.
On yılın
sonunda faturalarını ödeyemedikleri için milyonlarca insanın elektrik ve suları
kesildi. 2003’ te yeni bağlanan telefonların en az yüzde 40’ı artık
kullanılmıyordu. Bankalar, madenler ve sanayi yine beyazların dört eski mega
şirketinin elindeydi. 2005’te siyahlar şirketlerin sadece yüzde 4’ üne sahipti.
Toprakların yüzde 70’i nüfusun yüzde 10’unu oluşturan beyaz azınlığın
elindeydi.
Mandela
iktidarında Güney Afrikalıların ortalama ömrü 13 yıl daha azaldı. AİDS daha çok
can alıyordu. Günlük 1 dolardan az gelirle yaşayan insanların sayısı ikiye
katlandı. İşsizlik oranı yüzde 23’ ten yüzde 48’e e çıktı. 1 milyona yakın
insan çiftliklerden atıldı. Nüfusun dörtte birinden fazlası gecekondularda
yaşıyordu.”[23]
Ayrıca “Güney
Afrika’da günde ortalama 38, yılda 14.000 kişi yollarda öldürülüyor, her gün
770 kişi ise AIDS’ten ölüyor. 5.7 milyon nüfuslu Güney Afrika’nın yüzde 18’i
HIV virüsü taşıyor. Ülkedeki altın kaynaklarının yüzde 90’ı beyazların, İngiliz
ve Amerika merkezli şirketlerin elindeyken; 20 yılı artarak derinleşen ve Batı
dünyasının tabiriyle ölüm çukuruna dönen Güney Afrika’da 1994’de Mandela’nın
seçimden zafer kazanmasıyla birlikte oluşan umutlu tablo ne yazık ki arzulanan
geleceğin tahsis edilmesine yetmemişti,” Güneş Duru’nun ifadesiyle…
Yine ‘Rhodes
Üniversitesi’nden Peter Vale de şunları yazmaktaydı:
“Yeni- ‘yeni’
değilse de ‘apartheid sonrası’- Güney Afrika’da her şey eskisinden çok daha
iyi. Farkı göstermek için bazı istatistikleri hatırlatmama izin verin: Güney
Afrikalıların yüzde 57’sinin evlerine su bedava giriyor. 1995-2000 arası ev-içi
işlerde kullanılmak üzere temiz suya sahip olan hane oranı yüzde 79’dan yüzde
84’e yükseldi. 2000-2001 arasında, bir sene içinde, elektriği olan hane sayısı
yüzde 63’ten yüzde 66’ya çıktı. Yine de 2001’de kırsal hanelerin yüzde 51’inde
elektrik olmadığının tahmin edildiği de hatırlatılmalı. Nüfusun 44 milyon
olduğu tahmin edilen ülkede hâlen 7 milyon insan konutsuz yaşıyor. Yetişkin
nüfusun yüzde 96’sının İnternet bağlantısı bulunmamakta…”[24]
Nihayetinde
-Martin Plaut’un işaret ettiklerinden hareketle- denilebilir ki: “Güney
Afrika’nın aparteid rejimi üzerindeki perdenin 1994’te inmesi, hiçbir kilit
oyuncunun beklemediği bir şekilde gerçekleşti. Hem Afrika Ulusal Kongresi (ANC)
hem de beyazların üstünlüğünü savunan Ulusal Parti’deki muhalifleri, silahlı
mücadele yerine diyalog ve müzakere yoluyla uzlaşıya varabilecek olmalarına
şaşırdılar.
Nelson
Mandela’nın serbest bırakılmasını ve ANC üzerindeki yasağın kaldırılmasını
takip eden müzakerelerde, taraflar sözsüz bir anlaşma yaptılar. Bu anlaşmayla siyasi iktidar siyah çoğunluğa
bırakılırken ekonomik iktidar beyazlarda kaldı. Aşamalı olarak daha eşit
bir refah dengesine ulaşılması planları olsa da, beyazların varlıklarına el
konmayacaktı.
Yine de, ANC
liderliğini kendi saflarına kazanma planları işlemeye başlamıştı bile. Beyaz
kodamanlar, yeni siyasal düzenin üst kademelerinde bulunanları işbirliğine
sokmak için, siyahlara varlık transferine başlamışlardı bile. Yeni politika
‘Siyahların Ekonomik Olarak Güçlendirilmesi’ (BEE) idi. Yorumcu Moeletsi
Mbeki’nin sözleriyle: ‘BEE, aslında ülke ekonomisinin üst katlarına, yani
madenciliğe ve bununla ilgili kimya ve mühendislik sektörlerine ve finansa hâkim
bir avuç beyaz işadamı ile ailelerinden oluşan Güney Afrika’nın ekonomi
oligarkları tarafından icat edildi.’
Mbeki, bu
politikanın ANC’nin iktidara gelmesinden bile önce benimsendiğini vurguluyor.
1992’de, Afrika sermayesinin köşe taşlarından biri olan Sanlam Limited şirketi,
sancak gemisi vazifesi gören ve Nelson Mandela’nın eski doktoru Nthato Motlana
liderliğindeki bir siyahları güçlendirme şirketi olan New African Investment
Limited’ın kurulmasına yardımcı olmuştu. Sonrasında başka anlaşmalar da geldi ve
yeni BEE eliti kısa süre içinde kök saldı.
Görünüşte bu
politika başarı kazandı. Yeni bir siyah burjuvazi yaratılması ile, ekonomik
kalkınmanın ganimetlerinin daha eşitlikçi bir şekilde paylaşımı ortaya çıktı.
Buna paralel olarak ANC radikal ekonomi politikalarını terk etti ve zengin
beyazların müreffeh bir yaşam tarzı sürmeye devam etmesine izin verdi.”[25]
Sonuç Haluk
Gerger’in özetlediği gibidir: “Bugün Güney Afrika Cumhuriyeti’nde büyük
çoğunluğu oluşturan mazlumlar, eskinin kölesi-bugünün ‘özgür’ siyah yoksulları,
kendilerinin sandıkları bir rejim ve iktidar altında, büyük sıkıntılar içinde
yaşıyorlar. İki kahraman direniş örgütü, Siyahların Afrika Ulusal
Kongresi (ANC) ile müttefiki Güney Afrika Komünist
Partisi (GAKP)’nin iktidarı, yeri geldiğinde, madencileri, grevci
işçileri, yoksul emekçileri kurşunlatıyorlar. Yoksulluk, yoksunluk, açlık
ve işsizlik, hastalık, gerilik, çürüme, eşitsizlik ve adaletsizlik kol geziyor
Güney Afrika’da…”[26]
İŞÇİLERİN HÂLİ
Çalışabilir
nüfusun yüzde 30’unun işsiz olduğu. Her 2 siyahtan biri işsizlikle mücadele
ederken beyazların sadece yüzde 10’unun işsiz olduğu; beyazların siyahlardan 6
kat fazla gelir elde ettiği; Güney Afrika Devlet Başkanı Jacop Zuma’nın, “Siyah
vatandaşlar henüz yolun başında” ifadesini kullandığı coğrafyada işçilerin/
emeğin hâline ilişkin olarak hızla sıralayalım:
i) Polis
Bakanlığı Sözcüsü Zweli Mnisi, Güney Afrika’da polisin bir platin madeninde
grev yapan madencilere ateş açması sonucu 30’dan fazla kişinin öldüğünü
açıkladı![27]
ii) Ağustos 2012’de
bir platin madeninde çıkan ayaklanmada polisin 34 işçiyi öldürmesinin
sarsıntısını atlatamayan Güney Afrika’da, 3 Eylül 2012’de Johannesburg
yakınlarındaki bir altın madeni yeni şiddet olaylarına sahne oldu. Gold One
altın madeninde polisin grevdeki madencilere müdahalesi sonucu en az 4 işçi
yaralandı. Yetkililer, polisin greve katılan ve katılmayan işçiler arasındaki
çatışmaya müdahale ettiğini, olayda 4 madencinin tutuklandığını kaydetti![28]
iii) Güney
Afrika’daki Lonmin platin madeni işçilerinin grevine saldırarak 34 madenciyi
katleden polis, bir başka madende daha açtığı ateşle iki madenciyi öldürdü.
Lonmin şirketine ait Marikana platin madeninde işçilerin altı haftalık grevinin
ardından maaşlarının artırılması, ülkedeki diğer maden işçilerini harekete
geçirdi. Ülkenin kuzeyindeki Rustenburg bölgesinde bulunan Anglo American
Platin (Amplats) madeni yakınında düzenlenen gösteriye polis göz yaşartıcı gaz,
plastik mermi ve ses bombası ile müdahale etti![28]
iv) Güney
Afrika’da 34 madencinin öldüğü saldırı sonrası gözler adı emek sömürüsü ile
anılan Lonmin şirketine çevrildi. Madencilikle Afrika kıtasının en büyük
ekonomisi hâline gelen Güney Afrika Cumhuriyeti Apartheid döneminden sonraki en
korkunç dramı yaşıyor. Rustenburg kentindeki Marikina platin madeninde 10
Ağustos’ta başlayan grev sırasında 44 kişinin öldüğü olaylar ülkeyi derinden
sarstı. Aylık 484-650 dolar maaş alan işçiler, İngiliz Lonmin Şirketi’nden
ücretlerinin 1512 dolara yükseltmesini talep etmişti. Yaklaşık 3 bin işçinin 16
Ağustos’ta düzenledikleri gösteride polisin ateş açması sonucu 34 kişi öldü.
Olay, akıllara ülkede 1948-1994 arası siyahlara ayrımcı politikaların
uygulandığı Apartheid rejimini getirdi. Grevin ilk günlerinde ikisi polis 10
kişi hayatını kaybetti. Polis şefi, güvenlik güçlerinin “nefsi müdafaada
bulunduğunu” savundu![30]
v) Güney
Afrika yargısı, polisin grevdeki işçilere ateş açması sonucu ölen 44 madencinin
faturasını grevci maden işçilerine çıkardı. Ga-Rankua sulh mahkemesi savcısı
Nigel Carpenter, arkadaşlarının ölümlerinden sorumlu oldukları gerekçesiyle
tutukladığı 270 işçi hakkındaki suçlamasını “öldürmeye teşebbüs”ten, “öldürme
amaçlı kamusal şiddet”e dönüştürdü. Karar hukuk çevrelerinde şaşkınlığa ve
tepkiye yol açtı![31]
vi) Güney
Afrika’nın öteden beri bilinen vahşi altın, elmas ve platin madenciliği bütün
insani sınırları aştı. ‘Kaçak’ altın madeninde 200 çocuk mahsur kalırken,
çıkanların gözaltına alınması üzerine çocuk işçiler kurtarılmayı da
reddettiler… Dünyanın en büyük dördüncü altın ihracatçısı olan Güney
Afrika’daki maden ocaklarındaki kazalar XX. yüzyılda 69 bin kişinin hayatına
mal oldu. Sendikaların verdiği bilgilere göre 2012’de 112 kişi maden
ocaklarında öldü![32]
El netice
“Afrika’nın ‘yükselen gücü!’ yani ‘Neo-liberalizmin’ gözde coğrafyası Güney
Afrika’dan çağdaş güvenlik devletinin dehşet saçan barbarizm görüntüleriyle
betimleniyor...
1994 sonrası
iktidara gelen ‘özgürlükçü’ Afrika Ulusal Kongresi küresel sermayeyle içli
dışlı olup derin ittifaklara girerken Dünya Bankası’nın ‘özelleştirme, esnekleştirme,
kuralsızlaştırma’ politikalarının itirazsız icraatçısı olmuştu.
Siyahlar ve
kadim sermaye sahibi beyazların demokratik anayasadaki ‘eşitlikleri’, yeni
‘kara elmas’ adı verilen siyahi dar bir zümrenin zenginleşmesi ve
‘profesyonelleşmesi’ kadardı.
Nobel ödüllü
post-modern halk önderi Mandela, ‘Suyun özelleştirmesine’ ön ayak olurken Güney
Afrika’nın efsanevi işçi örgütlenmeleri çözülerek, neo-liberal ekonomi
tarafından yutularak, ‘esnek-taşeron-sendikasız-kayıt dışı’ lümpen kitlelere
dönüşecekti.
Elbette ki
ırkçılığın en vahşisi olan ‘ezilenlerin ırkçılığı’, yüzde 45 işsizlik ve
yoksullukla kavrulan halk kesimlerinin Mozambik ve Zimbabve’den kaçıp gelen
göçmen ve mültecilere karşı giriştiği kanlı katliamlarla kendini
gösterecekti...
Geçmişin beyazlara
karşı ırk ayrımcılığı savaşı veren ve özgürlük lideri Cumhurbaşkanı Jacob Zuma,
koyu Zulu milliyetçisi kesilip, eşcinsel ve kadın düşmanı söylemlerle mülksüz
ve yoksul on milyonlarca Güney Afrikalı’yı göçmen karşıtlığıyla örgütleyecekti.
Johanesburg, ‘altın
finans kenti’ olurken kentsel dönüşüm projeleriyle teneke varoşlarından şehir
dışına sürülen ezilenler, sürekli ‘kriminalize’ edilerek şiddet potansiyeli
güçlü nüfuslar diye kodlanıyordu.
Güney
Afrika’nın yoksullarına takılan bu ‘modern’ prangalar aslında bizim de hayli
aşina olduğumuz otoriter neo-liberal iktidar tekniğine aitti...
Batı
ırkçılığının kapitalist zihnini mülklenmiş siyahi seçkin ve siyasetçilerin,
golf sahası yaptırmak için en ezilenlerin varoşlarını buldozerlerle yıktırması
da hayli tanıdık değil miydi?”[33]
DEVRİMCİ -ELEŞTİREL- DEĞERLENDİRME(LER)
Öncelikle bir
şeyin altını çizelim: “Mandela durup dururken adını tarihe yazdırmadı.
Arkasında milyonlarca siyah yoksulun, köylünün, işçinin, devrimcinin, kadın ve
gencin mücadelesi bulunuyor. Ama nedense, Güney Afrika’nın milyonlarca siyah
halkının ırkçılığa ve ayrımcılığa karşı büyük bedeller vererek kazandığı
mücadelen pek söz edilmiyor...”[34]
Bu müthiş bir
haksızlıkken; doğrusu Mandela’yı var edenin ezilenlerin mücadelesi olduğudur…
Söz konusu
mücadelede Mandela’nın konumuna ilişkin olarak Mustafa Yalçıner, “Bir yandan
ölçüsüz bir hümanizm... Bir yandan sömürgecilikle iç içe geçmiş ırk
ayrımcılığına karşı bir mücadele. Kolay mı? Çok zor!” notunu düşerken ekler
Nuray Mert: “Mandela’nın özgürlük ve
barış adına uzlaşma adına ödediği bedel, sadece sosyalist ideallerinden
vazgeçmek değil, basbayağı dünya sistemine yani, mevcut oyuna dahil olmaktı”!
“Devrim mi,
teslimiyet mi? Mandela hangisini simgeliyor? Sorunun yanıtı, herhâlde, ‘her
ikisi de’…”[35]
Buna rağmen,
“Genç Mandela bizimdir, yaşlısı sizin olsun… Yaşlı Mandela’ya sahip çıkmak,
ihanete teşvik suçuna girer!”[36]
demeden de edemeyiz!
Çünkü “Hayatını ırka dayalı
ayrımcılıkla mücadeleye ayıran ve bu mücadelesi nedeniyle ülkedeki siyahlar tarafından
‘Madiba’ olarak anılan Mandela, arkasında bu sistemin yasal olarak sona erdiği
ancak fiilen devam ettiği bir ülke bıraktı”![37]
Evet her şey, Ergin
Yıldızoğlu’nun işaret ettiği üzeredir: “Simgesel Mandela’nın insan olarak
özverili, becerikli, özgüveni yüksek, ırkçı rejimi ortadan kaldırma davasına
sadık biri olduğunu kolaylıkla söyleyebiliriz.
Gerçek
Mandela’nın davasıysa Güney Afrika’da siyahlara ayrımcılık uygulamayan bir
kapitalizm, siyah bir kapitalist egemen sınıf yaratmaktı. Mandela’nın başkan
olduktan sonraki dostlarına bakınca karşımıza çok sayıda beyaz, milyarder
karakterin çıkması da rastlantı ya da kaderin bir cilvesi değil.
Mandela,
devrimin eşiğine gelmiş isyan hâlinde, yoksul bir siyah nüfusu beyazlarla
uzlaşmaya, mülkiyeti ve kapitalizmi hedef almadan rejimin değişmesini kabul
etmeye başarıyla ikna etti. Güney Afrika IMF programlarını uygulayan, küresel
maden şirketlerinin imtiyazlarını korumaya devam eden, uluslararası sermaye
için güvenli bir ülkeye dönüştü. İşte uluslararası kültür endüstrisi, bir
uzlaşmayı başardığı, devrimi önlediği için bugün onu bu yaygınlıkla anıyor,
kitleleri onun bu özelliklerine hayranlık duymaya, bu Mandela’ya yas tutmaya
yönlendiriyor.
Dürüst bir
insan olarak Mandela asla kapitalizme karşı olduğunu iddia etmedi, hatta ilk
yaptığı konuşmalardan birinde işçilere, bir taraftan kemerleri sıkmaları
gerektiğini anlatırken diğer taraftan mücadele etmezlerse haklarını
alamayacaklarını söylemeyi ihmal etmedi. Irkçı rejimin yıkılmasıysa, Güney
Afrika işçi sınıfının, yoksullarının yaşam koşullarının düzelmesine yol
açmadı.”[38]
O hâlde diyeceklerimi Stendhal’ın, “Her
çağda aşağılık Sanço Panza’lar yüce Don Kişot’lara uzun vadede üstün
gelecektir,”[39] sözleriyle noktalıyorum…
29 Mayıs 2015
12:51:54, Ankara.
N O T L A R
[*] Newroz,
Yıl:8, No:271, 28 Eylül 2015…
[1] Nelson
Mandela.
[2] W.
Goethe, Goethe Der ki, çev: Gürsel Aytaç, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları:
534, 2’inci baskı, 1986, s.95.
[3]
Richard Leakey-Roger Lewin, Göl İnsanları - Evrim Sürecinden Bir Kesit, Çev:
Füsun Baytok, TÜBİTAK Yay., 5. Basım, 1999, s.30.
[4]
George Orwell, 1984, Çev: Celâl Üster, Can Yay., 50. baskı, 2015, s.59.
[5]
Geçerken -sadece- aktarmakla yetinelim: ‘The Guardian’, “XX’nci yüzyılın
özgürlük mücadelesi veren liderleri arasında hapiste itibar kazanan sadece
Mandela değil. Cevahirlal Nehru’nun gözlemlediği gibi hapishane, bir nevi
mezuniyet sonrası siyasete hazırlık yerine geçebilir… Uzak bir paralel de Kürt
lider Abdullah Öcalan sayılabilir. Ada hapishanesinden destekçileri üzerinde
sıradışı bir hâkimiyet kuran Öcalan, hatta şimdi Türk hükümetiyle eşitlik
hakları gibi bir şey üzerinde müzakere ediyor. Ama Öcalan’ın kült tarzı takip
eden taraftarlarının olması, Mandela kalıbına uymuyor. Öcalan korkulan ve
tapılan biri, Mandela ise sevildi ve saygı gördü,” (“Mandela’ya Uzak Bir
Paralel: Öcalan”, The Guardian, 5 Aralık 2013.) derken; Nilgün Cerrahoğlu’da
diyordu ki:
“The Guardian Aralık 2013 tarihli başyazısında,
Mandela Öcalan arasında benzerlik kurmuş… ‘XX. yüzyılın özgürlükçü liderleri
arasında (Mandela örneği gibi) hapishanede itibar kazanan isimleri’ sıralarken;
Hindistan’ın ‘bağımsızlık lideri’ Cevarhirlal Nehru ve ‘insan hakları,
demokrasi lideri’ Aung Sang Suu Kyi ile Öcalan arasında benzerlik bulmuş… İlahi
Guardian amma abartmış dedim okurken… Masa başında çalakalem siyah-beyaz
şablonlarla başyazı yazmak; insanı işte böyle dramatik hatalara sürüklüyor…”
(Nilgün Cerrahoğlu, “Mandela ve Öcalan…”, Cumhuriyet, 7 Aralık 2013, s.10.)
[6]
“Hiçbir Lider Bu Kadar Sevilmedi”, Taraf, 7 Aralık 2013, s.3.
[7]
“Dünya ‘Tarihin Devi’ne Veda Etti”, Radikal, 11 Aralık 2013, s.28.
[8] Ümit
Kardaş, “Anayasa İnşa Süreci: Güney Afrika Örneği”, Taraf, 23 Mayıs 2015…
http://www.taraf.com.tr/yazarlar/anayasa-insa-sureci-guney-afrika-ornegi/
[9] Tolga
Tören, “Parıldayan Metalara İnat ‘Aşk Örgütlenmektir’…”, Evrensel Pazar, 23
Şubat 2014, s.4-5.
[10]
Candan Pekdaş, “Aziz Olmayan Azizin Hikâyesi”, Radikal, 7 Aralık 2013, s.18-19.
[11]
Nelson Mandela, Özgür Bir Güney Afrika Pretoria ve Rivonia Davaları Savunusu,
Belge Yay., 1986.
[12]
“Gezi Parkı’ndaki Y kuşağı bilmez, Atatürk Uluslararası Barış Ödülü verdik de
beğenip almadıydı. Hatırlamazlar neler ettiğini, yaş itibariyle... 92 senesinde
rahmetliyi ödüle layık görmüştü devletimiz. O ise elinden ödül alınmaya layık
bulmadı bizim devleti. Mazimizde kapanmayan bir yaradır Mandela... İkiletmedi
kimseyi, gitti Nobel Barış Ödülü’nü aldı, Sovyet Lenin Nişanı’nı aldı, ABD’nin
Özgürlük Madalyası’nı dahi aldı ama bizimkini hiçe saydı, nişanımızı küçük
gördü. Atatürk adına ihdas edildiyse de Atatürk değildi refüze ettiği, sağa
sola saptırılmasın. Türkiye’deki demokrasinin gelişmişlik seviyesi, Mandela
nezdinde kabule şayan olamadı.” (Akif Beki, “Ah Mandela Ah”, Hürriyet, 7 Aralık
2013, s.25.)
[13]
Nelson Mandela, Conversations with Myself, Farrar, Strauus and Giroux, New
York, 2010.
[14]
Nilgün Cerrahoğlu, “Mandela Dersleri”, Cumhuriyet, 8 Aralık 2013, s.13.
[15]
Nelson Mandela, aktaran: Eyüp Can, “Mandela’nın Yolu: Günahkâr Kahramanımı
Kaybettim”, Radikal, 7 Aralık 2013, s.5.
[16] “…
‘Afrika’da bir sözcük var -Ubuntu-, Mandela’nın en büyük meziyetinin, hepimizin
gözle görünmeyen bağlarla birbirimize bağlandığını, insanlığın tek olduğunu,
kendimizi başkalarıyla paylaşarak ve çevremizdekileri esirgeyerek kendimiz
olduğumuzu kabullenişinin ifadesi olan bir sözcük’ diyordu, ABD Başkanı Obama
yağmurdan ve terden sırılsıklam, FNB Stadyumu’nun localarından birine girmeyi
başardığımızda. ABD liderinin onun ima ettiği anlamların hepsinin inkârı olan
bir uygarlık adına konuşurken, yüzünü ‘ubuntu’ya dönmek zorunda kalmış oluşu,
yalnızca ‘ikiyüzlülük’le mi açıklanabilir? Yoksa Obama’nın bir siyah ABD
Başkanı olarak insanlığın yeniden bir araya gelme özleminin içinden
konuşmaksızın sözünün paramparça siyah Afrika’da hiçbir kıymetinin
olamayacağını idrakiyle veya ‘Madiba’nın halkı önünde konuşurken onun temsil
ettiği her şeye atıfta bulunmaksızın edilen sözlerini dinleyen kulaklar
bulamayacağının kendisine hatırlatılmış olmasıyla mı? Belki hepsiyle...”
(Ertuğrul Kürkçü, “Mandela ve ‘Ubuntu’…”, Radikal İki, 15 Aralık 2013, s.3.)
[17]
Ancak dikkat: “Mandela’nın ölümü üzerine yazılan makalelerin çoğunluğu, onun
‘bölen olmayıp birleştirici bir rol oynamakla büyük bir tarihsel kişilik hâline
geldiği’ temasını öne çıkardı… Kapitalizm, toplumun sınıflar hâlinde ve kendi
içlerinde de bölünmesinin sistemidir. Burjuva ‘birleştiriciliği’ zora
dayalıdır. ‘Ulusal’ ölçekte ve uluslararası alanda bölünmüştür. Birleşmesinin
maddi zemini, kapitalizmin sömürüye ve rekabete dayalı olması tarafından sürekli
imha edilir.
‘Birleşikliği’ görecelidir. Burjuvazi, işçi ve
emekçileri baskıyla sindirme politikası izlerken, ‘birlik’ söylemini ihmal
etmemiştir. Bugün de egemenliğine karşı girişimlerin önünü kesmeye çalışıyor.
Sömürü ilişkilerinin kaçınılmaz kıldığı iç ve dış rekabete rağmen sınıfının
farklı kesimlerini uzlaştırmakla yetinmeyip, halk kitlelerini de kendi
çıkarlarına bağlamak üzere birleşmeye- ‘birleştirme’ye övgü düzüyor.
Birlikten-birleşmenin ve barışın öneminden söz ettiği her yerde, asıl kaygısı kendi
sınıf çıkarları ve sınıfsal hâkimiyetinin devamıdır. Mandela’yı ‘birleştirici
rolü’ nedeniyle övgüye boğanlar, bu gerçeklerin üzerini örtmek isteyenlerdir.”
(A. Cihan Soylu, “… ‘Bölen Madiba’, ‘Birleştiren Mandela’!”, Evrensel, 19
Aralık 2013, s.9.)
[18]
Akif Emre, “Sadece Bir Mandela Yazısı!”, Yeni Şafak, 7 Aralık 2013, s.11.
[19]
“Mandela Mossad’dan Silah Eğitimi Almış”, Hürriyet, 21 Aralık 2013, s.32.
[20]
“Mandela’nın Arkasından Servet Çıktı!”, Milliyet, 12 Aralık 2013…
http://dunya.milliyet.com.tr/mandela-nin-arkasindan-servet/dunya/detay/1806408/default.htm?ref=yahoo
[21]
“Baş Döndüren Numara: 46664”, Radikal, 9 Aralık 2013, s.16-17.
[22]
Nagehan Alçı, “Elveda Güzel Afrikalı”, Milliyet, 8 Aralık 2013, s.18.
[23]
Mahmut Alınak, “Mandela Halkına İhanet mi Etti?”, 30 Kasım 2014…
http://www.kurdistan-post.eu/tr/siyaset/mandela-halkina-ihanet-mi-etti-mahmut-alinak
[24]
Birikim, No:175-176, 2003, s.113-114.
[25]
Martin Plaut, “Güney Afrika’nın Beyaz Eliti: Havlamayan Köpek”, Birgün, 17
Eylül 2012, s.10.
[26]
Haluk Gerger, “Anlayana Güney Afrika”, 16 Nisan
2015…http://www.kurdistan-post.eu/tr/siyaset/anlayana-guney-afrika-haluk-gerger
[27]
“Polis Grev Yapan İşçilere Ateş Açtı: 30’dan Fazla Ölü”, Radikal, 18 Ağustos
2012, s.24.
[28]
“Güney Afrika’da Polis Yine Grevdeki Madencilere Ateş Açtı”, Radikal, 4 Eylül
2012, s.28.
[29]
“Sevinç, Hüzün ve Dişe Diş Mücadele”, Gündem, 21 Eylül 2012, s.4.
[30]
Özge Babacan, “Güney Afrika’da Kanlı Platin Davası”, Radikal, 26 Ağustos 2012,
s.25.
[31]
“Güney Afrika’da Hukuk Çıldırdı”, Cumhuriyet, 31 Ağustos 2012, s.9.
[32]
“Katmerli Sömürü Katmerli Alçaklık!”, Gündem, 18 Şubat 2014, s.4.
[33]
Nihal Kemaloğlu, “Kırık Gökkuşağı Ülkesi; G. Afrika”, Akşam, 21 Ağustos 2012,
s.10.
[34]
Yücel Özdemir, “Gözün Arkada Kalmasın Mandela”, Evrensel, 7 Aralık 2013, s.7.
[35]
Korkut Boratav, “Nelson Mandela”, Sol, 31 Aralık 2013, s.10.
[36]
“Genç Mandela Bizimdir, Yaşlısı Sizin Olsun”, Gerçek, No:50, Aralık 2013, s.15.
[37] “Mandela Yaşamını
Yitirdi Madiba’ysa Çoktan Ölmüştü”, Sol, 7 Aralık 2013, s.9.
[38]
Ergin Yıldızoğlu, “Mandela (1918-2013)”, Cumhuriyet, 11 Aralık 2013, s.4.
[39]
Stendhal, Parma Manastırı, Çev: Semih Tiryakioğlu, Can Yay., 2000, s.115.