Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster


Marksizm ve Kadın Üzerine


Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 18 Eylül 2015
Geçerli Tarih: 28 Nisan 2024, 15:46
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=21999


“MARKSİZM VE KADIN” ÜZERİNE[1]

 

SİBEL ÖZBUDUN

 

“Erkekliğin bizi götürdüğü ve

asla geri dönülmeyecek kâbustan

bizi dişilik kurtaracak,

çünkü erkek ölümün eşidir.”[2]

 

1) Tekin Yayınevi’nin yayınladığı ‘Marksizm ve Kadın’ başlıklı kitabınızı Marksist yaklaşım için bir girizgâh olarak düşünmüşsünüz. Bunu, Marksizmin kadın sorunu konusunda yeterli/ bütünlüklü bir yaklaşım geliştirmemiş olduğu biçiminde okuyabilir miyiz?

 

Hiç kuşku yok ki, Marksizm, inşa hâlindeki bir öğreti. Yani, dünyadaki tüm olası soruları yanıtlayan, tamamlanmış bir “kitap” yok elimizde. Ama günün getirdiği sorulara yanıt ararken bakabileceğimiz bir perspektif sunuyor bizlere: Sınıf perspektifi…

Öte yandan, bilindiği üzere, Marx’ın yazıları, büyük ölçüde ekonomi-politik üzerine yoğunlaşır... Marx’ın temel sorunsalı, kapitalizmin, kapitalistlerin sermayelerini işçileri, emekçileri sömürerek arttırmaktan ibaret olan doğasını deşifre ederek bu sistemin nasıl değiştirilebileceğine ve yerine nasıl bir sistem kurulabileceğine ilişkin yol gösterici fikirler öne sürmek. Irk, etnisite, toplumsal cinsiyet, ekoloji gibi (günümüzde ön plana çıkan) toplumsal eşitsizliklere değgin sorunları, “sınıfsal sömürü” bağlamında ele alınmasına ilişkin önerisi dışında, Marx sistemli bir biçimde ele almış değildir. Ancak “kadın sorunu”nun Marksist literatürde “ihmal edildiği” önermesine katılmak, mümkün değil. Bu, bu konuda hatırı sayılı ölçüde yazmış olan Marx bir yana, Engels’e, Bebel’e, Zetkin’e, Lenin’e, Kollontai’ya büyük haksızlık olur.

Benim bu kitapta yapmaya çalıştığım şey ikili.

İlki, günümüz genç kuşaklarına, Marksizm’in toplumsal cinsiyet konusundaki birikimini, mirasını anımsatmak.

İkincisi ise; malûm; “post-marksist” söylem, Marksizm’in işgücünün sömürüsünü merkeze yerleştiren sömürü ve tahakküm tahlillerini, dolayısıyla işçi sınıfının mücadelesini eksen alan yaklaşımını “tekçi” bularak etnisite, toplumsal cinsiyet ve insan-doğa ilişkilerindeki eşitsizlik ve tahakküm biçimlerini birbirinden bağımsızmışçasına ele almak eğilimindedir. Bu “(sömürü ve tahakkümden) kurtuluş” hedefini fiiliyatta, farklı gündemlerin (etnik gruplar, kadınlar, LGBTI, ekolojistler, işçiler, hayvan hakları savunucuları...) hiçbir mücadele biçimine öncelik tanımayan yanyana getirilebilme olasılığına tehir etmektedir.

Geçmişteki sosyalist deneyimlerin hatalarını eleştirmek ayrı bir şey, Marksist “proletarya ihtilali” ve Enternasyonal fikrini post-modern bir “radikal demokrasi” söylemiyle ikame etmek ise başka bir şeydir.

Benimkisi, işgücünün sömürüsü ile kadınlar üzerindeki tahakküm arasındaki örtük ilişkileri, dolayısıyla “kadınların kurtuluşu” ile “emekçilerin kurtuluşu” arasındaki bağları açığa çıkarma girişimidir. Bunu ise, kadınlar üzerindeki tahakkümün “yeniden üretim” süreçleri (işgücünün, ama aynı zamanda toplumun maddi ve ideolojik süregenliğinin sağlanması) arasındaki bağlantılara işaret ederek yapmaya çalışıyorum.

Bir başka deyişle, günümüzün post marksist, radikal demokrat “moda” yaklaşımları karşısında, Marksizm’in gereçlerine başvurarak devrimci-sosyalist hatta kendi çapımda bir “ideolojik mücadele” vermeye çabalıyorum...

 

2) Kitabınızda, Feministlerden farklı olarak; kadınların üreme, cinsellik, ev kadınlığı vb. konumlarının işçiler olarak konumlarıyla beraber ele alınması gerektiğini söylüyorsunuz. Köklü sorunlar köklü çözümler gerektirir anlamına da gelen bu sınıfsal yaklaşımın aksine görüngülerle yetinen, erkeği hem neden hem de hedef olarak gösteren yaklaşım, bugün örgütlü kadın çevrelerinde daha fazla ilgi görüyor. Sizce bunun nedeni nedir?

 

Aslına bakarsanız, her biri Aydınlanma’nın özgürleştirici perspektiflerinden kaynaklanan sınıfsal, cinsel ve ulusal talep ve mücadeleler, XIX. yüzyıl başlarında birlikte yürürken (ki bunu ütopyacı sosyalist hareketlerde gözlemlemek mümkündür), 1848 yenilgisi, bu cepheyi dağıtarak her birinin kendi mecrasına çekilmesine ve birbirleriyle rekabete girmelerine yol açtı.

Marksizm, XIX. yüzyıl sonlarında kuramda ve fiiliyatta bu hatları emekçilerin mücadelesi ekseninde yeniden birleştirme girişimiydi. Ancak indirgemeci okuma ve uygulamalar, onun “herşeyi” işçilerin mücadele ve taleplerine tabi kılmaya kalkıştığı gibi bir algıya yol açtı. Böylelikle, işçiler için marksizm/sosyalizm, kadınlar için feminizm, ezilen uluslar için ulusal kurtuluş gibi bir anlayış biçimlendi.

Tüm sömürülen ve ezilenlerin özgürleşmesi gibi bir derdimiz varsa, bu anlayışın ötesine geçebilmemiz gerek. Tabii, her özgül sömürü ve tahakküm alanının, kendi inceltilmiş tahlil ve mücadele araç ve süreçlerini gerektirdiği gerçeğini gözardı etmeden...

Kadınlar, tarihsel ve güncel boyunduruklarını aşma çabalarında, karşılarında erkekleri buluyorlar: boşanmak, çalışmak, okumak isteyen ya da karşısındaki erkeği reddeden bir kadın öldürülüyorsa, kadınlar tecavüze uğruyor, dayak yiyor, evlere kapatılıyor vb. ise, “bakın bu durumun suçlusu erkekler değil, sistemdir” demenin fazla bir anlamı olduğunu sanmıyorum.

Bu pratikte böyle. Ama nihaî kertede sorumlu olan, tabii ki sömürücü-baskıcı sistemdir. Nihayetinde kapitalizm ile ataerki, birbirlerini yeniden üreten formlardır. Baskı (ataerki) olmasa sömürü (kapitalizm) olabilir mi?

Ancak sorun, sanırım somut bireylerin bu formların sürdürümünden nemalandığının gözardı edilmesinden kaynaklanıyor. Üretim (kamusal) alanında sömürülen, baskı ve denetim altında tutulan erkek, domestik (özel) yeniden üretim alanında yükümlendirilmiş bir köleye sahip olduğunda, yani elinin altında çocuklarını doğurup büyütecek, yemeğini yapacak, çamaşırını, bulaşığını yıkatacak bir kadın olduğunda, kendisini “efendi” sayıyor. Engels, kadınların “kölenin kölesi” olduğunu söylerken, haksız değil.

Şu hâlde, ataerkinin kadının karşısına diktiği erkek, biyolojik ya da fiziksel yapılanışı gereği, ya da kadın ile erkek arasındaki evrensel bir cinsel eşitsizlikten dolayı değil, baskı ve sömürüye dayalı bir toplumsal ilişkinin üyesi, aktörü, taşıyıcısı, sürdürücüsü olduğu için tahakkümü sürdürüyor.

Bu nedenledir ki sosyalizm mücadelesi, bir yandan üretim ilişkilerini sömürü ilişkilerini tasfiye edecek tarzda dönüştürürken, yeniden üretim alanındaki ilişkileri de eşitlikçi-paylaşımcı bir tarzda yeniden örgütlemeyi hedefine yerleştirmek zorunda. Yani erkeğin içindeki “efendi”yi öldürmeli... Üstelik de bunu belirsiz bir gelecekteki sosyalizme ertelemeksizin, “bugün, buradan” başlayarak gündemine almalı... Sosyalistler işçi sınıfı ve emekçilerin kurtuluşu kadar kadınların kurtuluşunda da samimi oldukları, bunu sosyalist mücadelenin bir “yan ürün”ü, deyim yerindeyse bir “bonus”u olarak değil de, esası olarak gördükleri sürece, işçi sınıfının, emekçilerin, ezilen ulusların ve kadınların taleplerini yeniden harmanlayabileceklerdir.

 

3) Bilindiği gibi Feminist çevrelerce yapılan “Marksizm cinsiyet körüdür” eleştirisi, Marksizmin ücretsiz kadın emeğine (bakım emeğine) yer vermemesiyle gerekçelenir. Marksizm gerçekten cinsiyet körü müdür? Örneğin sosyalizmin uygulandığı ülkelerde bakım emeğine dair kolektif bir çözüm üretilmiş midir?

 

Yukarıda değindiğim “üretim/yeniden üretim” ilişkilerinin (ki feministlerin de başvurduğu jargonda “kamusal-domestik alan” ayrımına denk düşüyor) tahlili, toplumsal cinsiyet konusunda kafa yoran Marksist çevrelerde oldukça yeni bir kuramsal tahlil aracı. İşe yarayacağını düşünüyorum.

Ancak Marksizm “ev işlerinin bunaltıcı, aptallaştırıcı etkisi”nden ilk dem vuran ve bu durumu, yani kadınların domestik kölelik koşullarını dönüştürmek üzere harekete geçen ilk ideolojik-siyasal akımdır. Feminist hareketin “kadınlara oy hakkı” mücadelesinde odaklandığı yıllarda, Lenin ve yoldaşları (kabul etmek ve vurgulamak gerekir ki ağırlıklı olarak Lenin’in kadın yoldaşları), toplu çamaşırhaneler, aşevleri, çocuklar için kreşler vb. yoluyla ev işlerinin kollektifleştirilmesi ve kadınların domestik boyunduruktan kurtarılması konusunda çaba gösteriyor, çekirdek ailenin lağvedileceği yeni ilişki biçimlerine ilişkin denemelere girişiyordu.

Ancak İç Savaş, ekonomik çöküntü, İkinci Paylaşım Savaşı vb. önceliklerin değişmesinin de etkisiyle kolektivizasyon çbaları akamete uğradığında ve Sovyetler Birliği genç nüfusta, özellikle de genç erkek nüfusta büyük yitimlere uğrama, sınai altyapısını yitirme gibi ağır sorunlarla karşılaştığında, bu öncü deneyimlerden vazgeçerek kadınları hem üretim, hem de yeniden üretim alanında göreve çağırdı. Büyük ölçüde karşılıksız bir özveri çağrısıydı bu; “sosyalist anavatan” uğruna kadınlar bir yandan olabildiğince çok çocuk doğurmaya, bir yandan da tahrip edilmiş demiryollarını, fabrikaları onarmaya, üretime katılmaya çağrılıyordu. Bu durum, başta SSCB olmak üzere, onun modeli üzerine kurulan sosyalist blokta bir “üretim kültü”ne yol açtı. “Kadın özgürlüğü” tamamlanmış sayıldı; nihayetinde kadınlar okuyabiliyor, çoğu ağır işler dahil her türlü meslekte çalışabiliyor, karar alma mekanizmalarına katılabiliyorlardı...

Ama unutulan birşey vardı; günde 10 saat çalışan kadın makinist, iş çıkışı koştura koştura çocuklarını kreşten almak, alışveriş yapmak, eve gelip yemek yapmak, bulaşık-çamaşır yıkamak vb. zorundaydı. Hâliyle yorgun düştüler...

 

4) Türkiye’de tecavüzlerin ve kadın cinayetlerinin yaygın olmasının nedeni nedir?

 

Ben bunun birbiriyle bağlantılı ikili gelişmenin sonucu olduğunu düşünüyorum. İlki, 1980’li yıllardan bu yana bu ülkede uygulamaya sokulan neo-liberal kapitalizm, kadınların konumunu hem fiili, hem de ideolojik olarak çok geriletti. Emek hareketinin yükselişinin de etkisiyle ülkenin ideolojik iklimine damgasını vuran paylaşımcı, eşitlikçi ethos neo-liberalizmle birlikte dağılmaya uğrarken, “altta kalann canı çıksın” düsturuna dayalı, benmerkezci, kestirmeci, hazcı ve eril-merkezli bir iklim egemen hâle geldi. Neo-liberal olduğu kadar İslâmcı olan AKP’nin ülkenin temel değerler sistemini İslâmcı-fütuhatçı doğrultuda dönüştürme girişimleri bu duruma tüy dikti.

Bugün dizginsiz biçimde kışkırtılan erillik (bu kışkırtmada hem zincirinden boşalmış piyasa ekonomisinin, hem de “kadını dövmek caizdir”, “kadının yeri evidir” diyen İslâm kaynaklı mühafazakâr iklimin birleşik etkisi var) tecavüzü kendinde hak biliyor; kadının her bakımdan boyun eğici, uysal, itaatkâr olmasını bekliyor. Kadınlar buna itiraz ettiğindeyse, sonuç, günümüzde katliam boyutuna varan şiddet oluyor.

 

5) Kadın cinayetlerine karşı önerilen çözümlerden biri de cezaların artırılmasıdır. Suçun nedeni ile ceza arasında böyle doğrudan bir ilişki kurulması sizce bilimsel bir yaklaşımıdır? Bu yaklaşıma katılıyor musunuz?

 

Nedeni böyle koyunca, kadına yönelik eril şiddettin en ağırından da olsa cezalarla engellenebileceğini sanmak, safdillik olacaktır. Cezaların caydırıcılığı, bir yere kadardır. Ama ya o cezaları verecek sistemin kendisi erilse?

Yani tecavüze uğrayan kadının müracaat edeceği polis, “dişi köpek kuyruk sallamazsa...”; tecavüzcü ya da katili yargılayacak olan hâkim, “canım kadın da adamın erkekliğine laf etmiş, kısa etek giyiyor, başka erkeklerle düşüp kalkıyormuş...” zihniyetindeyse...

Bu bir yana; eril şiddetle baş etmek, bir toplumsal dönüşüm ve rehabilitasyon sorunudur; bir adım daha ileri atayım; jeopolitik boyutları vardır. Bir yandan örneğin “Ortadoğu fatihi” olma hayalleri güderken bir yandan da gündelik yaşamın barışçıl ve eşitlikçi ilkeler doğrultusunda dönüştürülmesini hedefleyemezsiniz; er geç askeri müdahaleye ihtiyacınız olacağını düşünüyorsanız, eril şiddetin en önemli besleyenlerinden militarist ajitasyonu elinizde tutmak zorundasınızdır.

“Eril şiddetle baş etmek, bir toplumsal dönüşüm ve rehabilitasyon sorunudur,” diyorum; eril şiddeti ancak toplumun tüm bireylerini eşitlikçi, paylaşımcı ve barışçıl bir ethos doğrultusunda dönüştürmeyi hedefleyen bir topyekûn tahayyül aracılığıyla yok edebilirsiniz. Toplumsal cinsiyet algıları ve rolleri arasındaki farkı asgarileştirecek, insan-doğa ve insan-insan ilişkilerinde empati, saygı ve özsaygınlığa değer kazandıracak bir sosyalizasyon süreciyle...

 

6) Sizce kadın cinayetleri ve tecavüzler nasıl önlenir? Asgari program bağlamında da olsa bugünden yarına kadına yönelik ayrımcılığı, baskı ve şiddeti önlemek için neler öneririsiniz?

 

Kabul ve itiraf etmeliyim ki, yukarıda söylediklerim, “azamî program”a içkin. Yani insanlar arasındaki ilişkileri dönüştürmeyi de içine alan bir iktisadi-siyasal-toplumsal devrimi gerektiriyor.

Kadın cinayetleri ve tecavüzlerin önlenmesini böyle bir devrime erteleyecek olursak, korkarım ortalıkta bu devrimi gerçekleştirecek kadın kalmaz!

Bugünden yapılacak olan, sözünü ettiğim perspektifi gözden kaçırmadan, kadınların konumlarının güçlendirilmesi için çalışmaktır. Şiddete uğrayan her kadın, kapıyı vurup evinden çıkabilecek olanaklara, yani insanca bir yaşam düzeyini kendisine sağlayacak vasıf ve iş olanaklarına sahip olabilmeli. Bu konuda Türkiye’de kendini “ev kadını” olarak tanımlayan kadınların sayısının 15 milyonu aşmış olmasının kadınlık için bir “Aşil Topuğu” olduğunu düşünüyorum. Ülkede çalışabilir yaş ve durumdaki kadınların yarıdan fazlası, geçim konusunda, koca ya da baba, bir erkeğin eline bakıyor. Bu durum ise, hem dünyalarını hem de hareket olanaklarını büyük ölçüde sınırlandırıyor. Oysa bu ülkede 15 milyon ev kadını yok, 15 milyon “işsiz kadın” var. Ve onlara insanca geçinmelerini sağlayacak vasıf kazandırıp istihdam alanı açmak, iktidar(lar)ın temel görevleri arasında...

Devam edeyim; Kentler, sokaklar kadınlar için daha güvenli mekanlara dönüştürülmeli; emniyet ve adalet mekanizmalarının “kadından yana” biçimlenmesini sağlanmalı... Kadına yönelik eril şiddet konusunda toplumsal kanıların dönüştürülmesi için uğraşılmalı, bu konuda duyarlılık ve tepkiyi güçlendirecek çalışmalar yürütülmeli, okul-öncesi eğitimden başlamak üzere toplumsal cinsiyet rolleri konusundaki bakış açısını değiştirecek çalışmalar yürütülmeli, cinsiyetçi söylemler ders kitaplarından olduğu kadar TV ekranlarından, medyadan silinmeli...

Ama en önemlisi, kadınların örgütlü mücadele alanına dahil olması. Geçtiğimiz günlerde bunun ne denli hayati önem taşıdığına değgin bir örnek yaşadık; hatırlayacak olursanız. Halkevci bir genç kadın, bir süredir kendisini taciz eden bir kişi tarafından kaçırılınca, arkadaşları ortalığı birbirine katarak kısa sürede kadının bulunması, suçluların da yakalanmasını sağladı. Bunun bu sürece katılan, omuz veren her kadında yaratacağı özgüveni düşünebiliyor musunuz?

Gerçekten de kadınların örgütlü mücadelesi, maruz kaldıkları eril teröre karşı en acil önlem gibi gözüküyor.

 

7) Ataerkilliğin kadını da biçimlendirdiği dolayısıyla yer yer kadının da kadını ezdiği söylenebilir mi?

 

Hiç kuşkusuz ki söylenebilir. Tansu Çiller, Margaret Thatcher, Golda Meir gibi “klasik” örnekleri, ya da kozmetik, tekstil, bilişim, gıda vb. kadın ağırlıklı sektörlerin kadın patronlarını geçelim; ataerki, kadınlar ile erkekler arasında eşitsiz bir dengeye dayalı bir dünya biçimlendiriyor. Bu, geçmişte “eşitsiz, ama huzurlu” olarak formüle edilebilecek bir duruma dayanmataydı. Ataerkinin (en azından bu coğrafyada en yaygın biçimlenişlerinin) damgasını taşıyan sistemlerde, öyle gözüküyor ki, kadınlara “özgürlükleri”nden feragat etmeleri karşılığında “güven” vaad ediliyor. “Domestik” alanın ekmeğini, çocuklarının iaşe ibadesini, dokunulmazlığını bir erkeğin sırtına yıkan “güven”i. Sabahın köründe kalkıp çocukları-kocayı besleyip tıklım tıklım otobüslerde, metrolarda, itiş-kakış işe yetişip patronun, amirin, ustabaşının ağız kokusunu çekmekten, akşam alel acele eve dönüp yemek-çamaşır-bulaşıkta helak olmaktansa “evinin kadını” olmanın, para kazanma görevini, ırzını namusunu koruma sorumluluğunu, çoluk-çocuğun geçimini kocaya havale etmenin rahatlığı...

Sorun şurada ki, böylesi bir “ataerkil ideal” geçmişte yalnızca emekçi sınıflar, yani “alttakiler” için mümkün değildi; şimdiyse, toplumun büyük kesimi için hayal... Ekmek yalnızca erkeğin değil, kadının da derdi. “Çekirdek aile” orta sınıflarda dahi, erkeğin yanısıra kadın da çalışmaksızın kendini sürdüremiyor.

Ancak sosyal bilinç, maddi koşullar gibi, onlar kadar hızlı ve onlarla aynı yönde değişmiyor. Çünkü sosyal bilinç, kültürel değerler ya da daha doğrusu ideolojiler, farklı toplumsal kesimlerin çıkarlarının doğrudan ya da dolaylı ifadelerini de ihtiva etmekte.

Çağımızda bir yandan kadınlar ezici bir çoğunlukla üretime çekilirken bir yandan da “kadınlık rolleri” üzerindeki vurgunun bu denli artmasının bir nedeni var kuşkusuz. Günümüzde kapitalist sistem, kadınların hem ucuz, bol ve uysal emeğinden (üretimde) yararlanmak, hem de yeniden üretim alanındaki sosyal maliyeti, bu alanı olabildiği kadar kadınların sırtına yıkarak düşürmenin peşinde. Neo-liberal kapitalizm, sermayeyi tüm yükümlülüklerden kurtararak sonsuz-sınırsız bir serbestliğe kavuşturmanın ideolojisi; işçilerin, emekçilerin mücadeleleri sonucu kendi payına yüklenmiş sosyal sorumlulukları yeniden topluma (dolayısıyla da bu konuda gelenksel olarak yükümlendirilmiş kadınlara) iade etme girişimi. Sosyal güvencelerin budanması, sağlık, eğitim gibi temel hizmetlerin piyasa tarafından temellükü, kamusal harcamaların kısılması... bunların her biri, emekçileri, ama en çok da kadınları vuran gelişmeler. Devlet, sermaye eliyle bu yükümlülüklerinden soyundukça, bu görevler kadınların sırtına yıkılıyor.

Şu hâlde neo-liberal kapitalizmde, kadınlar hem üretime, hem de yeniden üretime çekilirken, kendi emeklerini ikincil, yardımcı, yedek, “aile bütçesine katkı amaçlı” olarak görmelerine büyük önem atfediliyor – kırsaldan yeni kopmuş genç kadın kitlelerinin “çeyizlerini düzmek; evliliğe hazırlanmak vb.”motiflerle geçici olarak, üç kuruşluk ücretler karşılığında üretime çekilip, bir kaç yıl sonra (yani haklarını talep edecek kertede “palazlanmadan”, üstelik de kıdem tazminatı gibi gereksiz yüklere neden olmadan) yerlerini yeni gelenlere bırakmak üzere evlerine dönmeleri, hastaların, çocukların, yaşlıların bakımı gibi sosyal görevleri bila bedel üstlenmeleri, kâr marjını yükselttikçe yükselten bir durum.

Kadınlık rollerine ilişkin geleneksel görüşlerin yeniden değer kazanması, bu nedenle hem “yükselen piyasalar”daki yerel kapitalistlerin, hem de “kültürlere saygı” adı altında metropol patronlarının üzerinde uzlaştığı bir durum.

Ancak bu “yeni” ataerki, kadınlık dünyasında da kendine özgü hiyerarşiler yaratarak gündelik yaşam içinde, sıradan insanlar arasında kadının kadına hükmettiği koşulları yeniden devreye sokmakta. Eğer üretim toplu olarak icra edildiği devasa fabrikalardan çıkartılıp etnik, aşiret, yerel ilişkilerin hâkim olduğu ter atölyeleri, mahalle arası imalathaneler, ev-içi üretim vb. “feodal” ilişkilere değer kazandıran yerel biçimlere irca oldu ise, bu kadınlar arası “geleneksel” hiyerarşilerin de hayat bulabildiği ortamların geçerlileşeceği anlamına gelmektedir. Kız karşısında anaya, gelin karşısında kaynanaya, kardeş karşısında ablaya, gençler karşısında matronlara iktidar veren, din “alime”lerine mahalleli nezdinde otorite konumu kazandıran, yani ataerkinin yeniden üretilmesinde, sürdürülmesinde görev üstlenen kadınlara pozisyon ve kudret sağlayan bir iklimin hâkim olduğu bir dönemden geçiyoruz. Mahalle aralarından sosyal medyaya, kadınlara “kadın gibi davranmaları”nı, evlerini, kocalarını, çocuklarını ihmal etmemelerini, temiz-tertipli olmalarını, lezzetli yemekler yapmalarını, evlerini çiçek gibi tutmalarını, ne bileyim, kocalarına karşı hem alımlı hem de uysal olmalarını salık veren “kadın akıl hocaları”ndaki patlamanın bir nedeni de bu!

 

8) Sizce aşk nedir?

 

Zor soru... Hele benim gibi 60’ına merdiven dayamış biri için. Ama şöyle söyleyeyim; aşk insanın her an kendisine karşı dürüst ve eleştirel, karşısındakine karşı sevecen, özenli ve dayanışmacı, insanlara karşı empatik olmasını sağlayan yaşam enerjisidir; yani günümüzün bireyleri bireycilik ne kelime, tekbenciliğe sürükleyen ana akımına karşı insan olmak ve insan kalmak çabasıdır. Aşk insanın piyasaya tekabül edemeyecek, piyasa tarafından temellük edilemeyecek tek yönüdür; böyle olduğu andan itibaren “aşk” olmaktan çıkar çünkü...

 

9) Kapitalizm koşullarında aşk mümkün mü?

 

Elbette! Ama kapitalizme karşı konumlanması kaydıyla... Aşk olmasa mevcut düzene karşı çıkma, onu eşitlikçi, dayanışmacı, özgürlükçü ve doğayla barışık bir varoluş tarzıyla değiştirme olasılığını tahayyül etmemiz de mümkün olmazdı. Aşk, insana güzel, soylu, yaşanılası ve uğruna ölünesi şeylerin mümkün olduğuna değgin bir duygulanım esinler. Karşısındakine tutkun bir genç kadın ya da erkeğe, sıradan zamanlarda göze alamayacağı, olmadık işler yapabilme cüretini vermesi, “ben”lik duygusunu, özseverliği ayaklar altına almasını sağlamasından belli değil mi bu? Aşk hem insanın “öteki”siz edemeyeceğine dair toplumsallık duygumuzu, hem de dünyaya meydan okuma, bize dayatılan her türlü kısıtlamaya, yasağa karşı çıkabilme potansiyelimizi açığa çıkarması açısından, anti-kapitalisttir, devrimcidir...

Bu nedenledir ki “aşk” ve “devrim” sözcüklerinin birbirleri olmadan edememesi, boşuna değilir!

 

10) Tekin Yayınevi’nin hazırladığı Marksist Öğreti Kitaplığı dizisi hakkında ne düşünüyorsunuz?

 

Bence olumlu bir girişim. Hem Marksizm’i kendi kaynakları aracılığıyla değil de, onunla bir çeşit “kuyruk acısı” yaşamış, sosyalist reel deneyime ilişkin düşkırıklıklarını marksist kurama ciro eden teorisyenler aracılığıyla tanıştıkları için kendilerini “yekten” Marksizm muhalifi olarak konumlandıran “protest” genç kuşakları Marksizm’in temelleriyle tanıştırması açısından... Hem de marksistleri “Marksizm’i aştığı” savındaki görüş ve kuramlarca gündemleştirilen günümüz sorunları (toplumsal cinsiyet, ekoloji, kimlik, etnisite, din...) konusunda kafa yormaya çağırdığı için. Post-modern radikal demokrasi tezlerinin öngördüğü “parçalı/mevzi mücadeleler” stratejisinin, yürürlükte oldukları 30-40 yıldır pek fazla ilerletici olamadığını gördük; bu süreçte dünyadaki servet ve iktidar farklılaşmaları görülmemiş ölçüde arttı; doğanın talanı büyük ölçüde ivme kazandı;”post-sekülarizm” adına “özgürleştirici” potansiyel atfedilen dinsel dogmalar, -en son IŞİD örneğinde yaşadığımız- köktenci akımlar eliyle yıkım ve ölüm makinelerine dönüştü; kadın kıyımı felaket boyutlara ulaştı; “çokkültürcülük” çağında ırkçılık aldı başını yürüdü; vb. Bugün dünyadaki küresel servet ve iktidar temerküzüne, her türlü baskı ve tahakküm biçimine karşı tüm mücadele hedef ve tarzlarını harmanlayarak bir eksen etrafında toplayacak bir yaklaşıma ihtiyaç var. Marksizm, bu potansiyeli içinde barındırıyor. Bu nedenle kapsayıcı, (tüm mücadele alanlarını) bütünleştirici ve özgürleştirici potansiyelinin açığa çıkartılması gerek. Bu dizinin, bu görevin yerine getirilmesinde katkıda bulunacağını umuyorum.

 

Teşekkürler

 

Ben teşekkür ediyorum...

 

23 Haziran 2015 15:02:17, Çeşme Köyü.

 

N O T L A R

[1] Newroz, Yıl:9, No: 269, 14 Temmuz 2015…

[2] A. Caraco.


Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster