Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 15 Eylül 2015
Geçerli Tarih: 07 Mayıs 2024, 08:51
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=21985
ÖĞRETTİKLERİ,
HATIRLATTIKLARIYLA GREİF DİRENİŞİ[*]
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Öğretmek,
yeniden öğrenmektir.”[1]
İçinden
geçtiğimiz neo-liberal yıkım, “sivil toplum”cu vazgeçiş ve post-modern
zırva(lar) kesitinde, V. İ. Lenin’in, “Umutsuzluk ve karamsarlık, yıkımın
nedenlerini kavrayamayan, çıkış yolu göremeyen, mücadele yeteneğini kaybetmiş
olanlara ait bir sorundur,” saptamasını durmadan anımsayıp/ anımsatmanın önemi
çok büyük; hatta “olmazsa olmaz”!
“Neden” mi?
“Bugünün en büyük problemlerinden biri de, proletaryanın kim olduğu sorusu.
Proletarya, bugünkü çalışan kesim midir? İşsizler midir? Dışarıda bırakılanlar,
sözgelimi Kongo yurttaşları mıdır? Her şeyi yeniden düşünmeli. Marx’ın
söylediklerini teslim etmekle beraber; bugün Hegel’den şunu öğrenmelidir:
İdeoloji, bizim, ötekilerle kurduğumuz etkileşimden doğan kendi hakikâtimizdir.
Bizim kendi sosyal hakikâtimiz dahi, kendi içinde bir illüzyon gibi, yapısal
olabilir,”[2] diyen Slavoj Zizek’in
veya “Elveda” söylencelerinin hâlâ revaçta olduğu koordinatlarda altı durmadan
çizilmesi gerekenlerden bir diğeri de Karl Marx’ın şu tarihi saptamasıdır:
“Bütün
sınıfların çözülüşünü simgeleyen, acıları evrensel olduğu için evrensel bir
nitelik taşıyan, kendisine yapılan haksızlık özel olmayıp genel bir haksızlık
olduğu için yalnız kendisinin kurtuluşunu değil tüm toplumun kurtuluşunu
amaçlayan bir sınıf, geleneksel bir statü değil sadece insanca bir statü
isteyen, siyasal düzenin kimi sonuçlarına değil bütün sonuçlarına karşı olan ve
kendisini bütün alanlardan kurtarmadıkça kurtulmasına olanak bulunmayan,
kısacası insanlığın toptan yitirilmesi demek olan ve ancak insanlığın toptan
kurtulması hâlinde kendisini kurtarabilecek olan bir sınıf... İşte bu özel
sınıf proletaryadır.”[3]
Evet, hâlâ böyle düşünenlerden olduğumuz ve 15-16 Haziran’a,
Kavel’e, Sungurlar’a, Dodurga’ya, Yeni Çeltek’e, Tariş’e büyük önem atfettiğimiz,
yani sınıf mücadelesinin belirleyiciliğinden
vazgeçmediğimiz için Greif Direnişi’ni de müthiş önemseyenlerdeniz. Çünkü bu
tarihsel birikimin bugünde devrimci geleceğimizi yarattığından kuşku
duymuyoruz.
Bunlar böyle olunca da Eksen Yayıncılık’ın, Temmuz 2015’de
‘Greif Direnişi-Sınıf Hareketinin Devrimci Geleceği’[4] başlığıyla yayımladığı değerli (ve kapsamlı) çalışmayı
okumamak, ondan öğrenmemek olamazdı.
GREİF DİRENİŞİ
Kanımızca Bernard Joseph Saurin’in, “Mucizeler, ölüm
ya da zafere odaklı iradeler için yaratılır!” sözleriyle betimlenmesi mümkün
olan ve taşeronlaşmaya karşı yükseltilen mücadele
bayrağı, yol açıcı bir mücadele çizgisi/ pratiğiyle Greif direnişi dersleri
hepimize “Dilene dilene değil, direne direne kazanılır” gerçeğini bir kez daha
anımsatırken; i) Fabrikanın dar sınırlarına hapsedilmeyen direniş; ii) Doğrudan
taban iradesi/ örgütlenmesi; iii) Taban inisiyatifine dayalı gerçek işçi
demokrasisi meselelerini de gündem maddemiz kıldı.
Bütünlüklü bir devrimci, sarsıcı işçi eylemi olarak
Greif’ın sendikal bürokrasi (ve Rıdvan Budak) ile yaşadıkları, “eski” ile
“yeni” arasındaki eğiten, öğreten mücadelesi, hesaplaşma zemini herkesin üzerine
kafa yorması gereken derslerle doludur.
Sınıfın sahneye çıktığı bir direniş okulu olarak Greif, 10
Şubat’ta tarih yazmaya başlayan 600 cesur yüreğin 106. günle noktalanmayan
öyküsüdür; çünkü bir işçinin ifadesiyle, “Greif işçi sınıfı adına açılmış mücadele
bayrağıdır.”
Kolay mı? Sert,
sarsıcı, alt-üst edici ve ezber bozucu bir tarzda mücadelesini sürdüren Greif,
sınıfsal öfke dalgasının “savaş çığlığı”ydı.
Greif
işçileri, özellikle işçi sınıfı 1968-1969’daki yaygın pratiklerini anımsatarak,
tarihsel pratiği güncelleştirip, eylemin boyutunu yükseltti.
Greif, sınıfın
yıkıcı gücünü açığa çıkardı. “Sessizliğin” içindeki büyük öfkeyi, kini ve
yaratıcılığı gösterdi. Greif işçileri, sınıfın kolektif belleğine kalıcı izler
bıraktı. İzlenecek yol oldu. Yol açtı.
Greif fabrika
işgali, 2014 ve sonraki yıllarda sınıf hareketinin yönelimini, eylem biçimini,
tarzını ve ruhunu etkileyecek bir içerik taşıyor.
10 Şubat 2014
günü İstanbul Hadımköy’de kopan Greif fırtınası, işçi sınıfı hareketinin
devrimci geleceğidir!
Büyük bir
Amerikan tekeline ait bu çuval fabrikasında tıkanan toplu iş sözleşmesi
görüşmelerinde Greif yönetiminin küstahça dayatmalarına ve restine, işçiler
aynı gün fabrikayı işgal ederek yanıt verdiler. Özel Güvenlik olmak üzere
Amerikan tekelinin tüm temsilcileri, yüzlerce işçinin yuhalamaları eşliğinde
fabrikadan kovuldular.
600 Greif
işçisi, “Dilene dilene değil, direne direne kazanılır!” haykırışıyla fabrikaya
el koyup, fiilen grevi başlattı.
Direnişçiler
eylemlerini kamuoyuna, “Emek hırsızlığına, taşeron belasına, asgari ücret
sefaletine geçit yok! Kölelik zincirlerimizi kırıyoruz!” başlıklı bir
bildiri ile duyurdular.
“İşçinin
ekmekten önce onura ihtiyacı olduğu”nu vurgulayan, “Birimiz hepimiz, hepimiz
birimiz için!” diye haykırıp, Kavel direnişinden, 15-16 Haziran’lardan, yakın
zamanlara ait Güney Koreli işgalci Ssangyong işçilerinden söz eden, kendi
direnişleri ile sınıf hareketi tarihine malolmuş bu direnişler arasında politik
ve moral köprüler kuran bildiri sürdürülemez kapitalist düzene cepheden
saldırıyordu.
Greif
direnişçileri eylemleri boyunca Kavel Direnişi’ne döne döne atıfta bulundular,
onu kendileri için bir ilham kaynağı saydılar, bugünün koşullarında onun
tuttuğu yoldan yürüdüklerini, onun günümüzdeki gerçek mirasçıları olduklarını
önemle vurguladılar.
Bilindiği
üzere İstanbul İstinye’deki kablo fabrikasında 1963 yılında gerçekleştirilen
Kavel Direnişi’ndeki, TÜRK-İŞ’e bağlı MADEN-İŞ sendikası’na üye 170 işçi, fazla
mesailerinin ve yıllık ikramiyelerinin tam olarak ödenmemesini, sendikadan
ayrılmaları için baskı yapılmasını; ve MADEN-İŞ Şişli şube başkanı ile işçi
temsilcilerinin işten çıkarılmasını protesto etmek amacıyla 28 Ocak 1963’de iş
bırakarak tezgâh başında oturma eylemine başlamıştı. İşveren bütün işçilerin
işlerine son verdiğini açıklayınca işçiler eylemlerine fabrika önünde
kurdukları çadırlarda sürdürmeye başladılar. Polislerin fabrika önündeki
işçileri dağıtmak için yaptığı müdahale sırasında 9 işçi tabanca kabzası ve
coplarla yaralandı. İşçilere İstinye halkı da polisleri protesto ederek destek
verdi. Daha sonraki günlerde eyleme işçi eşleri de katıldı. Direniş sürerken
işveren kablo yüklü kamyonları fabrika dışına çıkartmak istedi. Direnişteki
işçilerin eşleri barikat kurdular. Ancak polis ekipleri kadınları dağıttı.
Kavel direnişi diğer fabrikalardaki işçilerden de destek gördü.
Direnişin sona
ermesinin ardından 12 işçi tutuklandı. Grevin yasak olduğu dönemde yapılan Kavel
direnişi, grev ve toplu sözleşme yasalarının bir an önce çıkartılmasında önemli
bir rol oynadı. Kavel direnişinden dört ay sonra yürürlüğe giren 275 sayılı
toplu iş sözleşmesi grev ve lokavt kanununda yer alan bir maddeyle, yasanın
çıkışından önce grev nedeniyle haklarında takibat yapılan işçilerin davaları
düştü.
İşçi sınıfı
için kıvılcımı çakan Kavel, 1961 Anayasası’ndaki grev hakkının ilk kez kullanıldığı
grev olması yanında, TÜRK-İŞ’teki çatlakların iyice su yüzüne çıkmasına da yol
açtı. TÜRK-İŞ’e bağlı bulunan ve direniş boyunca işçilere destek olan MADEN-İŞ
ve LASTİK-İŞ sendikaları TÜRK-İŞ’ten koparak DİSK’in kuruluşuna öncülük ettiler;
23 sendika başkanı ile 45 yöneticisi, TÜRK-İŞ’in Kavel grevi boyunca olumsuz
tutum alması nedeniyle konfederasyondan ayrıldıklarını ilan etmişlerdi.
Gerçekten de
Greif direnişçileri kendileriyle Kavel direnişçileri arasında tarihsel-moral
bir bağ kurmakta tümüyle haklı idiler. Ne var ki bu iki çığır açıcı direniş
arasındaki benzerlik gerçekte onların düşündüğünden çok daha kapsamlı ve
derinlikli idi.
Kolay mı? Gezi
isyanı başlangıçtı, mücadele -süreklilik içinde kopuş, yeni ivme olarak-
Greif’te devam etti. Ancak Gezi üzerine ne kadar yazılıp çizildi ise bu işçiler
hakkında da o denli gözler yumuldu. Layığınca destek verilmedi.
Sınıf
dayanışması ve birlikte mücadele ağının henüz kurulamadığı bir dönemde
gerçekleşen Greif direnişinin zaferle sonuçlanması öncelikle örgütsüz olan işçi
sınıfının yeni bir mevzi kazanması anlamına gelecekti. Ayrıca Greif direnişinin
zaferi, “çağdaş sendikacılık” anlayış(sızlığ)ına indirilmiş darbe olacaktı.[5]
Çünkü 60 gün
boyunca fabrikayı işgal eden,
ardından fabrika önünde direnişlerine devam eden Greif
işçileri, yöntem ve eylem tarzlarıyla unutulmaya yüz tutan bir
geleneği tekrar canlandırmıştı.
60. güne
gelindiğinde, bu topraklardaki en kanlı şafak baskınlarını aratmayan
bir saldırıya maruz kalan Greif işçilerinden 11’i çatıya çıkarak
saldırıyı protesto etmiş; bunun ardından ise İstanbul, Ankara, İzmir,
Eskişehir başta olmak üzere, farklı noktalarda birçok
dayanışma eylemi gerçekleştirilmiştir.
Ancak Greif,
nihayetinde yarattığı/ hatırlattığı değerlerle kazanmıştır.
“Nasıl” mı?
Sınıfın kendiliğindenliğinin aşılmasında, soru(n)larla çözüm(ler)in
gündemleştirilmesinde Greif yol açıcı olmuştur.
HÂL(İMİZ)
Coğrafyamızda
25.5 milyon işçi, 2 milyonu aşkın işsiz var. Çalışanların 18 milyonu erkek, 7.5
milyonu kadın. Çalışanların 8.2 milyonu kayıt dışı. Çalışanların büyük kısmı
özel sektör işyerlerinde çalışıyor. Kamuda çalışanların sayısı 3 milyon 440
bin. Bunların 2.8 milyonu kadrolu, kalanı sürekli veya geçici işçi statüsünde.
Özel kesimde sendikalaşma olan işyerlerinde 12.2 milyon çalışan var. Bu
işyerlerinde çalışanların yüzde 10.6’sı, 1.3 milyonu sendika üyesi.
Sendikaların bulunduğu kamu işyerlerinde sendikalaşma oranı yüzde 70 dolayında.
Sendikalaşma olan kamu işyerlerinde 2.2 milyon çalışanın 1.6 milyonu kamu
sendikaları üyesi.[6]
İş bu kadarla
da sınırlı değil. Türkiye’ye 6.5 milyon tarım işgücü var ve bunun yaklaşık
yarısı mevsimlik tarım işçisi. Her iki mevsimlik işçiden biri doğduğu andan
itibaren mevsimlik tarım için seyahat ediyor. Yaklaşık yüzde 60’ının geliri
ulusal yoksulluk sınırının altında. 10 kişiden biri nüfusa kayıtlı değil. Kadınların
yarısı ergen yaşta anne oluyor. Anne ölümü riski on, bebek ölüm riski 5 kat
fazla. Kız çocukların dörtte biri okul ile tanışmıyor... Kısacası çağımızın
modern köleleri diye de tanımlayabiliriz onları…[7]
Uluslararası
Çalışma Örgütü’nün (ILO) Cenevre’de gerçekleştirilen 104. Genel Konferansı’nda
(1-13 Haziran 2015) Türkiye’nin çalışma koşullarının en kötü olduğu ülkeler
arasına alındığının[8] altını çizerek
ekleyelim: ‘Gezici Araştırma Şirketi’nin anketine göre, çalışanların yüzde
37.4’ünün SGK’sı bulunmazken, çalışanların yüzde 67.7’si işini kaybetmekten
korkuyor. Çalışanların yalnızca yüzde 32.3’ü hayatından mutlu iken, yüzde
67.7’si ise hayatından memnun değil. İşçilerin yüzde 71.1’i gelecekten umutlu
değilken, yüzde 28.9’luk bir kesim gelecekten umutlu olarak ortaya çıkıyor.[9]
Kolay mı?
Türkiyeli işçiler dünyanın en fazla çalıştırılan işçileri arasında yer alıyor.[10] Aldığı ücret ise açlık sınırının
çok çok altında.[11] İşçisiyle memuruyla,
sigortalısıyla sigortasızıyla Türkiye işçi sınıfı, çalışma sürelerinde hem
Avrupa’da hem OECD ülkeleri arasında zirvede! AB’de ortalama çalışma süresi
41.8 saat, OECD ülkelerinde ise 42.5 saat. Türkiye’de ise bu süre 52 saat.
Sadece işçiler hesaplandığında bu süre 55 saate çıkıyor![12]
Geçerken
ekleyelim: ‘The Lancet’ dergisi, çalışma saatleriyle kalp krizi riski
arasındaki bağlantıları araştırdığı makalede haftalık çalışma saatlerinin
uzunluğunun kalp hastalıkları riskini yüzde 13 oranında artırdığı ortaya koydu.
Buna göre, haftada 55 saat ve üzeri çalışanların kalp krizine yakalanma riski,
haftada 35-40 saat çalışanlara göre yüzde 33 daha fazla. Araştırmada en uzun
çalışma saatlerinin olduğu ülke Türkiye oldu ve haftada 50 saatten fazla
çalışanların oranının yüzde 43’ü bulduğu açıklandı. Uzmanlar, haftada 50 saati
aşan çalışma saatlerine dayanarak, kalp krizine yakalanma ihtimalleri konusunda
uyarılarda bulundu![13]
Devamla: Çalışma
ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı İş Sağlığı ve Güvenliği Genel Müdür Yardımcısı
İsmail Gerim’in, Türkiye’de ortalama 100 binde 10 civarında iş kazası
gerçekleşirken Avrupa’da iş kazası ortalamalarının 100 binde 4 olduğunu
açıkladığı[14] koordinatlarda
Türkiye’de iş kazaları azalmak bir yana her yıl daha da artıyor.[15] Özellikle inşaatlarda yüksekten
düşerek ölen işçi sayısı 2015 yılının ilk 6 ayında 109’u buldu![16]
AKP iktidarı
başa geldiğinde çalışma gününe oranla işçi ölüm sayısı günlük ortalama 2.8 iken
bu oran 2014 sonu itibariyle 3.8 e ulaşmış durumda. Yani her gün toplam 3.8
işçi önlenebilir bir iş kazasında kaybetmekteyiz. İş cinayetinden ölenlerin
sayısını da 878’den 1264’e çıkarmış durumda. Bu rakamların bir de görünmeyen
yüzü var. O da kayıtsız işçi sayısını tam bilmememiz ve bu işçilerin kaza
oranlarını bu istatistiklerde değerlendiremememiz![17]
Hatırlatarak
ilerleyelim: AKP’nin göreve geldiği yıl Sağlık
Bakanlığı’nda 11 bin olan taşeron işçi sayısı 131 bine çıkarken;[18] 2003-2012 döneminde AKP, işçi
örgütlerini baskı ve zayıflatıcı önlemlerle etkisiz hâle getirdi, kendine biat
etmeye zorladı, göstermelik bir vesayet sendikacılığını yerleştirmeye çalıştı.
2012’de yürürlüğe giren 6356 sayılı yasa öncesi 3 milyon dolayındaki sendikalı
işçi sayısının fiktif olduğu gerekçesiyle yeniden belirlenmesi, sendikaları
adeta biçti…
Yaygın kayıt
dışı işçilik ve hızla artan taşeron işçilerinin üyeliklerinin sayılmaması da
sendikaları zayıflattı. Sendikalaşma istatistikleri vahim bir tablo ortaya
koyuyor. Türkiye’de 11.6 milyon işçiden sadece 1.1 milyonu sendikalıydı…
Kayıtlı
işçiler dikkate alınarak yapılan bu hesaplamada yüzde 9.5 olan genel
sendikalaşma oranı, bazı işkollarında yüzde 2-3’lere kadar düşüyor. Ancak kayıt
dışı ve taşeron yanında çalışanlar da dahil edildiğinde toplamda 16.5 milyona
ulaşan ücretli (işçi) sayısı esas alınarak yapılan hesaplamada ise sendikalaşma
oranı yüzde 6.6’da kalıyor. Yani her 15 ücretliden sadece biri sendikalı. Aynı
yöntemle hesaplandığında OECD’de ise sendikalaşma oranı yüzde 20’ye
yaklaşıyordu…
Sendikalara
üye olmak isteyen işçilere birçok engel çıkarılırken yeni düzenleme kapsamında
işkolu barajının 2016’da yüzde 2’ye, 2018’de yüzde 3’e yükselecek olması,
sendikaların bu sürede gerekli üye artışını sağlamasını zorlaştırıyor. Bu da
çok sayıda sendikanın yetkisiz kalması ile büyük çaplı bir sendikasızlaşma
tehlikesinin kapıda olduğunu gösteriyordu…
2002’de 358
bin olan taşeron işçi sayısı 2014’de kamu ve özel sektör toplamında 2.5 milyona
ulaştı. Bunun 1.1 milyonu belediyeler de dâhil kamuda çalışıyordu…
2002-2013
yılları arasında yaşanan toplam 880 bin iş kazasında 13 bin 442 işçi yaşamını
yitirdi. 2014 yılının ilk dört ayında verilen 396 kurban ve Soma faciasının
yaşandığı mayıs ayı ile birlikte sayı 14 bin 500’e dayandı. Bu da yılda
ortalama 1.250, ayda ortalama 105, günde yaklaşık 4 ölüm demekti…
2003-2012
döneminde Türkiye’de 100 bin maden işçisi başına ölüm 677 kişi ile İngiltere ve
Norveç’in 11 katı, Almanya ve Avustralya’nın yaklaşık 6 katı, Polonya ve
İtalya’nın yaklaşık 4 katı, ABD’nin ise 2.5 katı düzeyinde bulunuyordu...[19]
MÜCADELEYE DEVAM
V. İ.
Lenin’in, “Kapitalist toplum, daima ucu bucağı olmayan bir dehşettir”; Karl
Marx’ın, “Politik iktisat işçiyi ancak çalışan bir hayvan olarak tanır - en
vazgeçilmez bedeni gereksemelerle sınırlı bir hayvan,” saptamalarını bir kez
daha doğrulayan kapitalizmin sürdürülemezliği işçileri kaçınmaları mümkün
olmayan mücadele hattına çekerken; verili “suskunluk” konusunda 1 Mayıs 1886’da
Şikago’daki “Haymarket Katliamı”ndan geriye kalan (1886 1 Mayısı ardından
tutuklanıp, 11 Kasım 1887’de idam edilen) August Spies’in şu sözleri
anımsanmalı: “Suskunluğumuzun, bugün sesimizi boğan güçten çok daha kuvvetli
olduğu zaman gelecektir…”
Ve bir de 1 Mayıs
1886 akşamı Şikago Haymarket Meydanı’nda toplanan kalabalığın birçok kez
tekrarladığı bu sözler: “İnsanlık sonsuza kadar bir sığır sürüsü gibi
yaşayamaz…”
Hayır; İşçi
sınıfı da, emekçiler de kapitalizmin sürdürülemezlik vahşetinin batağında
sonsuza dek yaşayamazlar…
Bunun kanıtlarından biri de Greif’in ardından Bursa’da
başlayan metal fırtınasıdır.
Görülmesi gerek: “İşçi sınıfı bir dönemi başka bir
aşamaya evriltmenin derin sancılarını yaşamaya devam ediyor. Onca direnişin,
gelişmenin, onca görünür hareketin altında yatan esas etkenin “yeni bir aşama”
sancısı/ mücadelesi olduğunu gösteren oldukça fazla veri bulunmaktadır.
Metal
işçilerinin, Renault’da başlayıp diğer tüm metal iş kolunu bir fırtına gibi
saran, ancak bir saman alevi gibi sönmeyen, için için işleyen, bazen alev alan
bazen duman çıkaran, ama kor olarak kalan direnişinin özü de bu olsa gerek.
Geleneksel sendika bürokrasisine ve özellikle Türk Metal tipi sarı
sendikacılığa karşı biriken öfkenin dışa taştığı günümüzde, işçilerin tavır ve
tutumunu, direniş ve yönelimini kavrayan ve sınıfla mücadeleci bir birliktelik
kurarak, sınıf sendikacılığında ilerleme tutumu ve cesareti gösteren sendika
veya sendikalar da bulunmuyor.
Gezi direnişi
karşısında ne yapacağını -hadi bir bölümü için söyleyelim- bilmeyen, gelişmeyi
anlamayan ve gereği için zamanında adım atmayan sol/devrimci güçler gibi,
sendikalar da metal fırtınası karşısında benzer bir ‘tutulma’ içindeler. Ve
hareketten korkudur yaşanan...”[20]
Mesela Bursa
Cumhuriyet Başsavcılığı, kimi otomobil fabrikalarında 15 Mayıs 2015’de
gerçekleştirilen işçi eylemleriyle ilgili olarak terör soruşturması başlatıyor.
Bursa Emniyeti Terörle Mücadele Şube Müdürlüğü’ne çağrılan işçilere “Amacınız
yeni bir sendika mı? Yeni kuracağınız sendika ile âlâkalı sendikaya işçi
toplamak amacı ile çalışma yaptınız mı? Bu çalışmalarınızda dayatma yapmadan
çalışma yapmanız konusunda talimat aldınız mı? İşçi olaylarının ilimizde
faaliyet yürüten tüm fabrikalarında TKİP (Türkiye Komünist İşçi Partisi) terör
örgütünün amacı ve stratejisi doğrultusunda yönlendirilmesi amacıyla
oluşturulan FAK (Fabrikalar Arası Kurul) hakkında bilginiz var mıdır? Varsa
anlattınız. FAK’ın toplantılarına katıldınız mı?”[21]
Bu kadarla da
yetinmezler: Binlerce işçinin MESS-Türk Metal düzenine karşı ayağa kalktığı
“metal fırtına”nın ardından, fabrikalarda işçi kıyımı yaşandı. İşçilerin en
temel haklarını ve yasaları hiçe sayan patronlar, sendikaya üye olan ya da
sendika değiştiren işçileri toplu şekilde işten atıyor. İşçiler sendikadan
istifa etmeye zorlanıyor, baskı ve tehditlere maruz bırakılıyor![22]
Diyeceklerimizi şöyle tamamlayalım: Bugünlerde
olup-bit(mey)ene “kader”, “kaçınılmaz” diyenlere; Mine Söğüt’ün,
“Kaderle başa çıkmanın tek yolu, ona kafa tutmaktır,”[23]
uyarısını anıpsatıp, işçi sınıfının mücadele yolunu Yaşar
Kemal’in, “Dünyanın bütün kötülüklerine başkaldır,” şiarıyla açmak ve bu güzergâhta ilerlemek için Greif’i daha çok
hatırlamak, ondan öğrenmek gerekiyor…
5 Eylül 2015 10:21:53, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Kızıl
Bayrak, No:2015/35, 11 Eylül 2015…
[1] Jackson
Brown.
[2]
Evrim Altuğ, “Slavoj Zizek: Bir Kapitalizm Ürünü: IŞİD”, Cumhuriyet, 27 Temmuz
2015, s.6.
[3] Karl
Marx, 1844 Elyazmaları-Ekonomi Politik ve Felsefe, Çev: Kenan Somer, Sol Yay.,
1976.
[4]
Greif Direnişi-Sınıf Hareketinin Devrimci Geleceği, Eksen Yay., Temmuz 2015,
591 sayfa.
[5]
Hatırlanacağı üzere “çağdaş sendikacılık” kavrayışı, 1990’lı yıllarda
sendikaların tüm sosyal mücadelelerin yalnızca bir parçası olarak kavranılması
ve de işçilerin sorunlarının çözülmesi için işverenlerle diyalog ortamının
oluşturulmasını içeriyordu. 90’ların ardından sendikaların kitleselliğini
yitirmesi ise hem sendikal bürokrasinin darbe alması hem de işçi sınıfının
temel haklarına karşı patronlar lehine pek çok tavizlerin verilmesi sonucunu doğurdu.
(DİSK’in “Ören Tezleri” ve Sosyalist Tavır, Sorun Yay., 1992, Temel Demirer,
vd’leri (Kolektif)…)
[6]
Güngör Uras, “1 Mayıs Kutlu Olsun”, Milliyet, 1 Mayıs 2015, s.9.
[7]
Özlem Yüzak, “Modern Köleler...”, Cumhuriyet, 15 Temmuz 2015, s.9.
[8]
Mustafa Çakır, “Hükümet ILO’yu ‘Boşverdi’…”, Cumhuriyet, 11 Haziran 2015, s.8.
[9] Ali
Açar, “Cesur İşçiler Birleşin”, Cumhuriyet, 1 Mayıs 2015, s.13.
[10] Onur
Bakır, “Mecelle Düzenine Karşı 1 Mayıs’a!”, Evrensel, 28 Nisan 2015, s.7.
[11] İzmir’de,
Balçova İlçe Milli Eğitim Müdürü Ömer Baydemir, öğretmenlerin ek ders
isteklerine, kendi adına açtığı Facebook’taki sayfasından, ilginç benzetmelerle
tepki gösterdi. Kendisi de eğitimci olan Balçova İlçe Milli Eğitim Müdürü Ömer
Baydemir, bu yöndeki taleplerini gündeme getiren meslektaşlarına, “materyalist
ve para sevdalıları” diyerek tepki gösterdi. (“Milli Eğitim Müdürü: Ek Ders
Ücreti İsteyen Marksist Materyalisttir!”
http://direnemek.org/2015/03/04/milli-egitim-muduru-ek-ders-ucreti-isteyen-marksist-materyalisttir/)
[12] Karl
Marx, 1867’de ‘Kapital’de, “İş günü ne kadar uzatılabilir” diye soruyor ve
şöyle devam ediyor: “Bu sorulara sermayenin verdiği karşılıklar görülmüş
bulunuyor: İşgünü, 24 saatlik tam günün, emekçilerin gücünün yeniden işe
koşulabilmesi için mutlaka gerekli birkaç dinlenme saati çıktıktan sonraki
kısmıdır… Kör ve önüne geçilmez tutkusuyla artı-değere duyduğu kurt açlığı ile
sermaye, işgücünün yalnız manevi değil, fiziksel en üst sınırlarını da çiğner
geçer. İnsan bedeninin büyümesi, serpilip gelişmesi ve sağlığının devamı için
gerekli olan zamanı gasp eder. Temiz hava ile güneş ışığının tüketimi için
gerekli olan zamanı bile çalar…”
[13] “Çalışma
Saatleri Kalbi Yoruyor”, Milliyet, 21 Ağustos 2015, s.6.
[14] Nursima
Keskin, “Çalışanın Değeri Yok”, Milliyet, 13 Haziran 2015, s.6.
[15] Torunlar
inşaatında ölen işçinin ailesine teklif edilen kan parası yırtık bir kâğıtta
hesaplandı. 6 Eylül 2014’de Mecidiyeköy’de Torunlar inşaatında 10 işçinin
ölümüyle sonuçlanan asansör faciasında hayatını kaybeden Murat Usta’nın
ailesine teklif edilen kan parası için “bakkal hesabı” gibi hesap yapılmış.
Ailenin eline tutuşturulan “yırtık pırtık” kâğıt parçasında anne, baba, eş,
doğmamış çocuk ve kardeşler için kalem kalem veresiye defteri gibi tutarlar
girilmiş. Torunlar’ın Murat Usta ve ailesi için biçtiği değer üzerinden SGK
kesintisi olarak da 155 bin TL düşülmüş. Kesintilerin ardından teklif edilen
305 bin TL karşısında ailenin acısı bir kat daha arttı. (Canan Coşkun, “Bakkal
Hesabıyla Can Pazarlığı”, Cumhuriyet, 25 Ekim 2014, s.9.)
[16] Burcu
Ünal, “3 Yılda 719 İşçi İnşaattan Düşüp Öldü”, Milliyet, 23 Haziran 2015, s.14.
[17] Gökmen
Özceylan, “AKP İktidarında İş Cinayetlerinde Görülmemiş Artış”, Evrensel, 2
Haziran 2015, s.10.
[18] Fırat
Kozok, “Sağlık Taşerona Emanet”, Cumhuriyet, 16 Şubat 2015, s.9.
[19]
Mahmut Lıcalı, “Yeni Ölümlere Davet”, Cumhuriyet, 19 Mayıs 2014, s.4.
[20]
Ender İmrek, “Metal Direnişi ve Hareketten Korku”, Evrensel, 11 Temmuz 2015…
http://www.evrensel.net/yazi/74443/metal-direnisi-ve-hareketten-korku
[21]
Mesut Hasan Benli, “Bursa’da Eylem Yapan İşçilere Terör Soruşturması”,
Hürriyet, 2 Haziran 2015, s.8.
[22]
“Metal Patronları Hak Hukuk Tanımıyor”, Birgün, 22 Temmuz 2015, s.4.
[23]
Mine Söğüt, Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey, Yapı Kredi Yay., 2010,
s.12.