Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 20 Ağustos 2015
Geçerli Tarih: 28 Nisan 2024, 21:59
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=21883
“MARKSİZM,
AİLE, AŞK,CİNSELLİK” ÜZERİNE SÖYLEŞİ[*]
SİBEL
ÖZBUDUN
“Non semper ea
sunt quae videntur.”[1]
- Neo-liberal
kapitalizmin her kesimle birlikte edilgenleştirmeye çalıştığı kadını, emeği
ekonomiye döşeli bir “kaldırım taşı” addederek daha vahşice vurması!..
Çalışmanızda bunu nasıl bir izlekte incelediniz?
Kadınların tahakküm altına alınması,
emeklerinin sömürülmesi hiç kuşku yok ki kapitalizmle başlamıyor. Hem
kapitalizm-öncesi Avrupa ve perifersinde, hem de Avrupa dışındaki geçimlik
ekonomiye sahip pek çok diyarda, kadınların çeşitli biçimlerde eril tahakküm
altında yaşadıklarını ve emek gücü olarak da sömürüldüklerini biliyoruz. Ancak
hemen şunu da belirtmeliyim; bu, kadınlar üzerindeki eril tahakkümün evrensel
ve tarih-dışı olduğunu ima etmez. Etnografların izlediği pek çok avcı-toplayıcı
ya da hortikültüralist toplulukta kadınların özerk ve tahakkümden ari bir yaşam
sürdürdükleri gözlemlenmiştir.
Batı Avrupa’da biçimlenen kapitalist sistem,
pek çok eşitsizliği (kır/kent, Avrupa/Avrupa-dışı, kafa emeği/ kol emeği)
olduğu gibi kadın-erkek eşitsizliğini de kendi tarihinden devralıp bir çeşit
yeniden dizilime tabi tuttu. Kadın-erkek eşitsizliği, kapitalizm için bir
nimetti; bu sayede patronlar kırsal kesim kökenli onbinlerce kadını, erkek
işçilerin yarısı, hatta daha düşük ücretlerle günde 12-14 saat
çalıştırabilmekte ve bunu “kadının (ataerkil baskılardan) özgürleşmesi” olarak
sunabilmekteydi!
Aslına bakarsanız, günümüzdeki neo-liberal
kapitalizm -sosyalist sistemin yıkılması, çokuluslu sermayenin emeğin bol ve
ucuz olarak temin edilebildiği Güney ülkelerine kaydırılması, emek
örgütlülüğünün kuresel ölçekte büyük mevziler kaybetmesi vb. nedenlerle- 19.
yüzyıl başlarında olduğu kadar “vahşi” ve denetim-dışı. Emek cephesinin
gerilemesi nedeniyle neo-liberal kapitalizm, 19. Yüzyıl başlarındaki “vahşi
kapitalizm” koşullarına geri dönüşü temsil ediyor. Bu tabloda, günümüz
kapitalizmi, kadın emeğini (hem Kuzey’de hem de Güney’de) esnekleştirerek,
taşeronlaştırarak, informelleştirerek, örgütsüzleştirerek, domestik/ kamusal
ayrımını alabildiğine muğlaklaştırıp hane üretimini yaygınlaştırarak sömürüyü
azamileştirmenin peşinde. Sosyal harcamaların (“devleti küçültüyoruz”
retoriğiyle) kısılması yoluyla toplumsal “yeniden üretim” (eğitim, sağlık vb.)
maliyetinin aileye, yani kadınların sırtına yüklenmesi de cabası.
Çalışmamda Marx ile Engels’in yaşadıkları
dönem, 19. yüzyıl kapitalizmi ile günümüz koşulları arasında pek de fazla bir
fark olmadığını vurgulamaya çalıştım. Engels “İngiltere’de İşçi Sınıfının
Durumu” başlıklı çalışmasında İngiltere’deki işçilerin, özellikle de kadın
işçilerin tüyler ürpertici çalışma ve yaşam koşullarını betimler. Burada
anlatılanlar ile günümüzde Güneydoğu Asya ya da Latin Amerika’daki ter
atölyelerinde, serbest ticaret bölgelerinde ya da evlerinde çalıştırılan
kadınların durumu arasında hemen hiçbir fark yok.
- Marksist
çalışmalar, bu bağlamda neo-liberal kapitalizmin yıkıcılığından ağır bir pay
alan kadının insafsız sömürü koşullarına tabi üretici konumunu nasıl hakça bir
düzleme taşıyarak yorumladı ve bunu ne süreyle diri tutabildi?
Günümüzde
Marksist eleştiri, sermaye hareketlerinin küreselleşmesinin getirdiği muhalefet
çeşitliliğini -emek-sermaye çelişkisinin birincilliğini gözardı etmeksizin-
kapsamaya çalışmakta. Bir başka deyişle, geçmişte az-çok türdeşleşmiş (mavi
yakalı, çoğunlukla erkek, sınaî işçiler) sınıfın yerine, kadınlaşmış,
çocuklaşmış, etnikleşmiş, göçmenleşmiş, Güneylileşmiş kolektif/ küresel bir
işçi sınıfı ile karşı karşıyayız; üstelik de bu emekçilerin ana gövdesi,
eskiden olduğu gibi binlerce kişinin çalıştığı fabrikalarda yoğunlaşmış değil.
Bu durum,
günümüzde -emekçilerin örgütsüzleştiği ve “açlıkla terbiye edildiği” koşullarda
mücadele araçları bir hayli gerilemiş olan Marksizm’i aynı anda birkaç düzlemde
birden etkimek zorunluluğuyla karşı karşıya bırakıyor: etnik, toplumsal
cinsiyete değgin, ulusal, kültürel, ekolojik bir dizi sorun ve talebi “sınıflar
mücadelesi” ekseni etrafında bağdaştırma sorunu. Bir başka deyişle hiç bir
Marksist, toplumsal cinsiyete (ya da kimliğe, çevreye, vb.) ilişkin sorun ve
talepleri “devrimden sonra”ya erteleyemez. Bu işin bir yönü.
İkinci yön
ise, günümüzde Marksistler, kadınların talepleri bağlamında sınıfsal sömürü ile
ataerkil tahakküm arasındaki ilişkilerin deşifre edilmesinde daha fazla gayret
göstermek, bir başka deyişle kapitalizmin ataerkini nasıl yeniden ürettiğini
açığa çıkarmak durumundadır. Bu ise kadınları salt “üreticiler” olarak değil,
aynı zamanda “yeniden üreticiler” olarak ele almayı gerektirir. Yani kadınlar
kapitalizm koşullarında yalnızca boğaz tokluğuna çalışmaya razı işgücü kaynağı
oldukları için sömürülmüyorlar, aynı zamanda sağlık hizmetlerinden çocukların
dünyaya getirilip yetiştirilmelerine, yemek-bulaşık-çamaşırı üstlenmekten
dinsel inançların sürdürümüne kadar toplumsal yaşamın yeniden-üreticileri
konumuyla da ataerkil tahakküm altında, sömürüye uyarlı bir toplumsallığın
biçimlenmesine katılmaktadır. Bu durumda Marksist eleştiri, kadınları salt
üreticiler olarak değil, aynı zamanda yeniden üreticiler olarak ele alarak,
bugüne dek pek “keşfetmediği” bir alana dahil olmak durumundadır.
-
Sosyalizmin, sosyalist deneyimleri dizisinin ıskaladıklarını günümüze uzanan
feminizm hattında nasıl ortaya koyuyorsunuz?
Bu soruyu
birbiriyle bağlantılı iki düzlemde yanıtlayabilirim; kuramsal düzlem ve
uygulama düzlemi. Kuramsal düzlemde, sosyalizm az önce de değindiğim gibi,
kadının “yeniden üretici” rolünü, sizin deyiminizle, “ıskaladı”. Yani,
kapitalizmin kendini önceleyen sömürü sistemlerindeki ataerkil tahakkümü nasıl
özümseyip yeni bir dizayna tabi tutarak temellük ettiği üzerine -birkaç parlak
istisna dışında- kafa yormadı. Bu da uygulama düzleminde, kadınların önünde
eğitim olanaklarının açılması, kadınların tüm istihdam alanlarına dahil
edilmesi, ne bileyim, siyasal katılımları önündeki formel engellerin
kaldırılması vb. uygulamalarla kadın-erkek eşitliğinin sağlanabileceği, kadın
“sorun”ununu çözülebileceği sanıldı. Bu, olasılıkla sosyalizmin uygulamaya
girdiği ilk ülke olan Sovyetler Birliği’nde Dünya Savaşları ile İç Savaş’ın yol
açtığı muazzam işgücü açığını kadın emeğiyle telafi etme yolundaki tikel bir
gereksinimin sonucu olarak ortaya çıkmış bir durumdur; bu örnek,
genelleştirildi.
Kadının
“yeniden üretici” konumunu gözönünde bulundurmayan bu yaklaşım sonucunda
kadınlar üretime, (ve daha sınırlı olsa da) politikaya katılmanın dışında, aynı
zamanda domestik görevleri neredeyse tümüyle tek başına üstlenmek durumunda
kaldılar. Kadın mühendisler, doktorlar, akademisyenler, ne bileyim makinistler,
ustabaşları... eve döndüklerinde bulaşık ve çamaşır yığınlarını, çocukların
derslerini, toz içindeki camları kendilerini bekler buluyorlardı. Bu ise,
onlara kendilerini geliştirecek ya da “kolektif yaşamın” tadını çıkaracak zaman
bırakmıyordu. Sovyetler Birliği’nde kadınların çoğunun kendilerini “evlerinin
kadını, çocuklarının anası” olmaya çağıran Gorbaçov’un çağrısını mutlulukla
karşılamalarının nedeni bu olsa gerek...
Bu
söylediklerim, “post-sosyalist” denilen dönemde bir başka kırılmaya yol açtı:
sosyalist pratiğin kuramı olarak marksizmin eril olduğu ve kadınlar üzerindeki
(“işçilerin sömürülmesinden farklı” olduğu söylenen) eril tahakküm ya da
ataerkini görmezden geldiği yolundaki yanılsamanın yaygınlaşmasına. Bu
yanılsamaya göre sosyalizm belki işçiler için iyi olabilirdi, ama kadınlar için
farklı bir proje, yani feminizm gerekiyordu. Bu ise “sınıfsallık” ile
“toplumsal cinsiyet” ve giderek “ırk”, “etnisite” vb. Mevzularının birbirinden
ayrılmasına, nihai olarak ise, “sınıfçılık” ile “kültürcülük”ün birbirlerine
zıt konumlanımlanışlarımış gibi sunulmasına yol açtı.
- Marksizm,
aile, aşk, cinsellik ilintilerini nasıl kuruyor, kurabilir?
Marksizm,
insanların duygusal yaşantısının herhangi bir maddî (ekonomik çıkarlar),
kurumsal (aile, devlet vb.) ya da ideolojik (din, milliyetçilik giderek
“sosyalizmin yüce idealleri” vb.) baskılara tabi olmaksızın, özgürce
yaşanmasından yanadır, böyle olmak durumundadır. Nihayetinde, kurucularının
daha ilk yapıtlarında ifade ettikleri üzere o, insanın yabancılaşma(lar)dan
özgürleşmesini öngören bir tahayyül değil midir? Din, devlet ya da piyasa
baskılarından özgürleşmiş, birbirlerine karşılıklı sevgi, saygı ve özenden
başka hiçbir taahhütleri olmayan, her türlü mülkiyet, prestij, kimlik,
uyrukluk, kulluk ilişkisinden/baskısından sıyrılmış
özgür-eşit-emekçi-bireylerin gönüllü birliktelikleri...Marksizm’in toplumsal
yaşamda güvence altına almak için uğraşacağı tek ilişki biçimi bu olmalıdır.
Bunun içini nasıl dolduracakları ise, geleceğin sosyalist toplumunun kadın ve
erkeklerine kalmış bir şey...
16 Mayıs 2015
19:37:24, Ankara
N O T
L A R
[*] Cumhuriyet Kitap Eki,
No:1323, 25 Haziran 2015… Newroz, Yıl:9,
No: 269, 14 Temmuz 2015…
[1] “Şeyler çoğu zaman
göründükleri gibi değildir.”