Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 05 Ağustos 2015
Geçerli Tarih: 04 Mayıs 2024, 04:15
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=21771
KASKETİN EN ÇOK YAKIŞTIĞI İNSANA MİNNET VE HAYRANLIKLA[1]
TEMEL DEMİRER
“Mors immortalis.”[2]
Kasketin en
çok yakıştığı insandı.
O meşhur
fotoğrafı her görüldüğünde, yüzündeki masum tebessümün içimizi ısıttığı
devrimciydi.
Gülmek/
gülümsemek bir insana ancak, Kaypakkaya kadar yakışırdı.
“Diyarbakır’
da bir kaya sanki yükselmiş aya”; “İbom, kutup yıldızım, sol yanımın cevahiri”;
“Ölüm toplasa da çiçekleri,/ çiçekte tohum biter mi?” dedirtmişti kendine.
“İnsanlık
onuru işkenceyi yenecek,” sözünü anımsatması yanında; “Bu çelik aldığı
suyu unutmayacak,” demişti ve egemenlerin korkulu rüyası, zayıf karakterlerin
hiç sevmediğiydi; tatlı su solcularının, medya maymunlarının hazzetmediğiydi.
Mesela
‘Kırmızı Gül Buz İçinde’ belgeselinde, “Ben Mustafa Kemal ile İbrahim’i karşı
karşıya koyduğum zaman 100.000 tane İbrahim’i değil 1 tane Mustafa Kemal’i
tercih ederim,” diyordu Doğu Perinçek… Doğrudur, Kaypakkaya Perinçek’gillerin meşrebine
sığabilecek biri değildi! Çünkü O, devrimin insan bedenine girmiş hâliydi.
İnsanlığın,
kararlılığın, dürüstlüğün, devrimciliğin en net ve anlamlı temsilcisiydi. 24
yıllık ömründe kendini adadığı davaya canını verip, işkencede konuşmayan
örgütlü direnişin, direncin önemli temsilcisiydi.
Kaypakkaya’nın
katli devletin iç yüzünü ortaya koymuştu; o ise her daim düşleri peşinde koşan
devrim zamanının yiğitlerindendi. Direnişin ve baş eğmemenin sembolüydü. Büyük
bir davanın insanıydı.
Hasılı direnci
karşısında zulmedenin naçar kaldığı; halka bağlılık ve inancın karşısında
işkencenin yenilebileceğini kanıtlayan direnişiyle efsaneleşerek, yeşeren bir
dağ çiçeğiydi; yelesine el sürülmez bir asi küheylandı…
Çok önceleri
de dediğim üzere: “11. Tez’deki üzere düşündüğümüz gibi, yaşamayı öğretir
İbrahim Kaypakkaya hepimize; ‘Yoksa yaşadığımız gibi düşünmeye başlarız,’
uyarısının altını ısrarla çizerek…”[3]
Bu arada
kimileri, “24 yaşında ölmüş birinin deneyimi nedir, aklı nedir, bilgisi,
başkasına verebilecek fikri nedir?” dese de; egemenlerin “zararsız birer aziz”e
dönüştüremediğiydi. Marksist-Leninist’ti, Mao Zedung düşüncesini savunurdu.
“Devrimci
kimdir?” ve “Devrimci nasıl olmalıdır?” sorusunun yanıtıydı. 71 kopuşunun ileri
noktasıydı. Tek kelime ile gerçek bir devrimciydi.
*
* * * *
Yoksul Alevî
bir ailenin çocuğu olarak gelmişti dünyaya. İlkokulun birinci ve ikinci
sınıfını Karamahmut köyünde okudu. Daha sonra da Ortakışla ve Alacaköy’de
öğrenimini tamamladı.
1961’de
Hasanoğlan sınavlarını kazanarak, öğrenimine burada devam etti. Devrimci
düşüncelerle Hasanoğlan Öğretmen Okulu’nda tanıştı. Burayı dereceyle bitirerek
yüksek öğretmen okuluna gitti. Bir yıl burada hazırlık sınıfında okuduktan
sonra İstanbul Çapa Yüksek Öğretmen Okulu’na başladı. Aynı zamanda İstanbul
Üniversitesi Fen Fakültesi Fizik Bölümü öğrencisiydi.
Bu yıllarda
özellikle devrimci gençliğin anti-emperyalist mücadelesine yakın ilgi duydu.
Sosyalist düşünceyi benimseyip, okuldaki arkadaşlarıyla Fikir Kulüpleri
Federasyonu İstanbul sekreterliği ile ilişki kurarak, kendi okullarında da
örgütlenmek için çalışmalara başladı.
Daha sonra TİP
üyesi olan Kaypakkaya, siyasal düşüncelerinin yanısıra sanata ve edebiyata
eğilimi ve her konudaki bilgisi, alçakgönüllü kişiliği ile dikkat çekti.
Mart 1968’de
Çapa Fikir Kulübü’nün kurucularındandır; başkanıdır. 6. Filo’ya karşı bildiri
yayınladığı gerekçesiyle Kasım 1968’de okuldan atıldı.
Çapa’da
okurken yurttan ve okuldan düşüncelerinden dolayı kovulduktan sonra babası bir
tanıdık bulup tekrar okula geri almaya çalışır. Okul müdürü, Ali Kaypakkaya’ya
“Oğluna söyle fikirlerinden vazgeçsin tekrar okula geri alalım,” der.
Baba
Kaypakkaya İbrahim’in yanına gidip durumu anlatıca İbrahim, “Baba silahın
yanındaysa çek beni vur, ama bana bu fikirlerden vazgeç deme,” demişti...
FKF ve
TİP’deki ayrışmada MDD saflarında yer aldı. İşçi-Köylü Gazetesi’nin İstanbul’daki
bürosunda çalıştı, Aydınlık ve Türk Solu’nda yazdı.
Aydınlık
ayrışmasında PDA (Proleter Devrimci Aydınlık) saflarında yer aldı. 1972’ye
kadar PDA’da (TİİKP) çalıştı; DABK (Doğu Anadolu Bölge Komitesi) üyesi olarak
görev yaptı.
PDA ile yolları
ayrıldı. Ayrılık sonrasında TKP/ML-TİKKO’yu kurdu. Dersim bölgesinde mücadele
ederken, 24 Ocak 1973’de Vartinik Mezrası’nda devlet güçlerince sarıldı.
Çatışmada Ali Haydar Yıldız katledilirken, Kaypakkaya da çatışma alanından
yaralı olarak uzaklaştı. Daha sonra bir öğretmenin ihbarıyla yakalandı. (Onu
ihbar eden öğretmen 27 yıl sonra (2000) TİKKO tarafından cezalandırılacaktı…)
Yaralı hâlde kilometrelerce
yürütüldü. Önce Dersim’e, ordan Amed’e götürüldü. Amed’de ayak parmaklarının
dokuz tanesi kesildi. Ondan sonra işkenceli sorgular başladı. Vahşi işkence
yöntemleriyle sorgulandı. Fakat arkadaşları hakkında tek kelime dahi etmedi.
Dört ay süren
işkencelerde “ser verip sır vermemenin” ne demek olduğunu dosta da düşmana da
öğreterek, 18 Mayıs 1973’de katledildi.
Sorgusunda
“konuşmayacağım, konuşturulmayacağım!” demiş ve konuşturulamamıştı.
Babasına
oğlunun intihar ettiği söylendi! Cansız bedeni babasına parçalanmış şekilde
teslim edilirken, cenaze töreni yapılmaması için baskıda yapılmıştı.
‘Kırmızı Gül
Buz İçinde’ belgeselinde babası anlatır: “Ordan bi hamal tuttum, adam öylece
baktı. Ondan sonra ‘Ne bu’ dedi. Öğrenciydi dedim. Burada işkencede öldürdüler,
Çorum’a götürecem dedim. Adam ağlamaya başladı, ‘Ben almayayım o 5 lirayı,
helal olsun’ dedi. Ağladı, yürüdü gitti.”
Aynı
belgeselde, ‘Tohum’ başlıklı romanında insanî yönüne ışık tutan yoldaşı
Muzaffer Oruçoğlu da aktarır:
“Hamallara
olan derin sevgisi. Parti kadroları içinde en çok hamalları seviyordu. Diyordu
ki, ‘Bu adam bu kadar çalışıyor ama bu çalıştığını bakışlarıyla, sözleriyle,
davranışlarıyla hiç açığa vurmuyor. Bu korkunç bir şey, bu peygamberlik gibi
bir şey,’ diyordu...”
En çok sevdiği
türkü ‘Burçak Tarlası’yken, ‘Kırmızı Gül Buz İçinde’ belgeselinin çekimleri
esnasında İbrahim’in annesi, “Biliyor musun; benim oğlan çocukken de yolun düz
olanını değil; çakıllı, taşlı olanını tercih ederdi” demişti.
Ve yine
Oruçoğlu’na göre: “Birçok insan İbrahim’i, hayata hep siyasal aklının ve davaya
olan inancının penceresinden bakan, duygularıyla hareket etmeyen bir insan
olarak tahayyül eder ki bu doğru değil. İbrahim’in Çapa dönemi, romantik
dönemdir. Siz buna devrimci romantizm de diyebilirsiniz. 1966’dan 1969’a kadar
İbrahim, edebiyat ve şiirle yoğun ilgilendi. Varlık, Türk Dili ve Edebiyatı,
Soyut, Yeni Ufuklar, Papirus gibi edebiyat dergilerini düzenli olarak okudu; bu
dönemde yirmiden fazla aşk ve direniş şiiri yazdı. Cemal Süreya başta olmak
üzere, ikinci yeni şairlerinin şiirlerini zevkle, gülerek ve eleştirerek okudu.
Şiirde Nâzım Hikmet çizgisini savundu. Çapa Yüksek Öğretmen Okulu döneminde
(1966-1969) aşık olmadı. Kitaplar, dergiler, tartışmalar ve mücadele pratiği,
zamanının tümünü emip aldı. Gülmeyi, fıkra dinlemeyi, türkü söylemeyi ve
oynamayı seven bir insandı. Balıkesir bengisini çok sever ve çok güzel de
oynardı. Ruhi Su’nun hayranıydı. ‘Zahit bizi tan eyleme’ ile ‘Kalktı göç eyledi
avşar illeri’ en sevdiği türküler arasındaydı. Zengin, renkli, şaşırtıcı ve
zaman zaman da çocuksu bir iç dünyası vardı İbrahim’in…”
*
* * * *
Egemenler cenaze
töreni yapılmaması için elerinden geleni artlarına koymamışlardı; Kaypakkaya’nın
adını anmak bile suçtur günümüzde; ölüsü dahi korkutur egemenleri!
Devlet
korkudan köyü olan Çorum/ Alaca/ Karakaya köyüne jandarma karakolu
kurdurtmuştur. Karakol hâlen oradadır.
Hatta anası
mezarı başına gittiği için arkadaşları da onu andığı için davalık oldu…
Kaypakkaya’nın
annesi, oğlunun mezar anmasına katıldığı “gerekçesi”yle, şüpheli olarak ifade
verirken, mezarına gittiği, mezarı suladığı ve çiçek koyduğu vurgusuyla, “Bunun
neresi suç? Siz mezarlığa gitmiyor musunuz? Mezara gitmeye devam edeceğim,”
dedi…
Elbette
nedensiz değildir bunlar!
Çelikten
irade + komünist bilinç = davaya adanan yaşamıyla O bir “Kızıl
Karanfil”dir; İbrahim Kaypakkaya’dır.
Coğrafyamızın
en esaslı devrimcilerdendir. 1972’de Sinan’ları (Nurhak’ta katledilen
THKO’luları) ispiyonlayan köy muhtarı Mustafa Mordeniz’i cezalandırandır.
Devrimin
silahlı mücadele ile gerçekleşeceğini savunmuştur. Dik duruşu ile herkese örnek
olandır. Munzur’un kızıllığıdır.
“Cesaret”i
yaşamında somutlaştıran “Arslan Yürekli”lerden; işkence tezgâhlarını korkutan;
“Unutmak ihanettir,” dedirterek, güneşe gömülenlerdendir.
Evet O,
mücadele tarihimizde derin bir iz bırakmış dava insanıdır. Polislerde bile
saygı uyandırabilecek yüreği, cesareti, azmi vardır.
Dediklerini
yapıp, işkence tezgâhlarında da yaptıklarını tereddüt etmeden söyleyendir;
samimidir; merttir; militandır yiğittir; insandır ve insanlık için vardır.
Hasılı dünyada
serüvenciler tükenmedikçe, umut tükenmedikçe adı hep bilinçlerde olacak,
geleceğe taşınacak “Sönmeyen İsyan Ateşi”dir; teslim olmamanın, teslim
alınamayan iradenin çelikleşmenin adıdır...
*
* * * *
Genç yaşına
rağmen teori ve pratiğiyle, “Hizipçi ve bölücü olanlar, revizyonist çizgide
ısrar edenlerdir. Bütün eleştirilere rağmen hatalarını düzeltmeyenler,
düzeltmemekte ısrar edenlerdir. Hizipçi ve bölücü olanlar samimiyetle
özeleştiri yapmak yerine, sadece çok sıkıştıkları zaman revizyonist özü yeni
bir biçimle kamufle edenlerdir,” diye haykıran Kaypakkaya’nın vizyonu komünist
bir dünyadır. Yolu Kemalizm’den uzak komünizm yoldur.
Kürt
meselesine ciddi olarak kafa yoran nadir sosyalistlerdendir. (Bir diğeri Hikmet
Kıvılcımlı’dır.) Yaptıklarıyla Kemalizm’in kirli kanını sosyalist düşünceden
temizlememizin ilk adımını atmış, ulusal soruna dair kapsamlı çözümlemeleriyle
birçok komünist için hayatlarında devrim teşkil edebilecek önemli teorik
yeniden yönelimlere yol açmış devrimciydi.
Evet
Kaypakkaya, pratik devrimciliğinin yanısıra, sosyalist düşün dünyasına farklı
bir ivme kazandıran bir teorisyendir. Bu hususta en çok dikkati çeken konu, MDD
anlayışını savunan legal/ illegal grupların görüşleriyle taban tabana zıt duran
Kemalizm karşıtlığıdır.
Kemalizmi
eleştirerek, dönemin devrimcilerinden keskin bir çizgiyle ayrılmıştır. Hem de
Kemalizm bayrağı göklerde iken!
Kaypakkaya’nın,
Kemalizm hakkında söylediklerinin, hatta Mustafa Suphi TKP’sine sahip çıkarken
yaptığı eleştirilerin bile bilimsel kaygı taşıdığı çok açıktır. O nedenle,
Kemalizm meselesinde ortaya koyduğu tezler tamamen Stalin’e ve Komintern’e
karşı gelen tezlerdi.
Ona göre,
Kemalist hareket, özünde “işçilere ve köylülere, bir toprak devrimi imkânına
karşı” gelişmişti ve “Kurtuluş Savaşı’nı takip eden yıllarda, devrimin baş
düşmanı Kemalist iktidardı.”
Yine “Kürt
milli hareketi genel bir demokratik muhteva taşır. Çünkü bir yönüyle ezen
ulusun hâkim sınıflarının zulmüne, zorbalığına, imtiyazlarına, bencil
çıkarlarına karşı yönelmiştir. Milli baskının kaldırılması, milliyetler
arasında eşitliğin sağlanması, hâkim ulusun hâkim sınıflarının imtiyazlarının
kaldırılması, dil üzerindeki yasaklamaların ve sınırlamaların son bulması, her
alanda uluslar arasında eşitliğin ve ulusal devlet kurma hakkı, eşitliğinin
tanınması, bütün bunlar demokratik ve ilerici taleplerdir,” diyen
Kaypakkaya’nın öne sürdüğü “Kürtler bir ulustur ve kendi kaderlerini belirleme
hakları vardır” görüşü, II. Fikir Kulüpleri Federasyonu Kurultayı’ndan
kovulmasına ve dönemin diğer sosyalist grupları ile yollarının ayrılmasına
sebep olmuştu.
Ve en önemlisi
bu meselede, “Halkların kardeşliği sloganı baştan beri burjuva-liberal bir
hiledir. Önce tam hak eşitliği, ondan sonra halkların kardeşliği,” diyecek
kadar ısrarlı ve tutarlıydı…
Özetle ve kim
ne derse desin!
Kaypakkaya
ezilen milyonların örgütlü mücadelesinde sömürüye ve zulme son vermeyi
amaçlayan bir komünistti. Sadece pratik olarak değil, ideolojik ve politik
olarak da hâkim sınıfların sisteminden ve ideolojisinden kopmuştu...
Kaypakkaya
tutsak düştüğündeki sorgusunda, mücadelesinin meşruluğunu şöyle ifade etmişti:
“Trakya’daki topraksız köylülerin, ellerinden toprağı jandarma gücüyle gasp
etmiş büyük çiftlik sahiplerinin topraklarını işgal etmesi eylemlerine,
İstanbul’da Demir Döküm, Sungurlar, Horoz Çivi, Pertriks, Ege Sanayi, Eas Akü,
Gıslaved, Gamak, Singer ve Derby fabrikalarındaki işçilerin haklı grev ve
direnişlerine yardımcı olmak için elimden geleni yaptım. 15-16 Haziran büyük
işçi yürüyüşüne katıldım ve fırsat buldukça da faşistlerin üniversitelere
yaptıkları saldırılara karşı savunma mücadelesi veren devrimci gençliğin bu
mücadelesine ve diğer demokratik eylemlerine katkıda bulunmaya çalıştım.”
Nihayet 90
günden fazla işkenceye maruz kaldığı hâlde, “Asla pişman değilim, bir gün sizin
elinizden kurtulursam yine aynı şekilde çalışacağım”, diyen ısrarından asla
vazgeçmemişti…
*
* * * *
24 yaşında 5
bin sayfa teorik metin üretip; eline silahı almaktan da geri durmayan; MİT’in
raporlarına “En tehlikeli ihtilâlci komünist” olarak giren; devleti, resmî
ideolojisini zangır zangır titreten O devrimci irade örneğidir; etkileyici bir
figürdür; bedeni parça parça edilse de ölümsüzdür.
Mazlum Doğan,
Dörtler, Haki Karer’in de destan yazdığı Diyarbakır Zindanı’nda işkencede,
“Esasen biz komünist devrimciler, prensip olarak siyasi kanaatlerimizi ve görüşlerimizi
hiçbir yerde gizlemeyiz. Ancak örgütsel faaliyetlerimizi, örgüt içinde bizimle
birlikte çalışan arkadaşlarımızı ve örgüt içerisinde olmayıp da bize yardımcı
olan şahıs ve grupları açıklamayız. Kişisel sorumluluğum açısından gerekeni
zaten söylemiş bulunuyorum. Ben buraya kadar anlattıklarımı samimiyetle
inandığım Marksist-Leninist düşünce uğruna yaptım. Ve sonuçtan asla pişman
değilim. Ben bu uğurda her türlü neticeyi göze alarak ve can bedeli bir
mücadeleyi öngörerek çalıştım ve neticede yakalandım. Asla pişman değilim.
Birgün sizin elinizden kurtulursam gene aynı şekilde çalışacağım,” diyen Onun
gösterdiği yol, başkaldıranlar için bulunmaz nimetken; reformizmden kopuşun
temsilcilerindendir.
Devrimin
silahın ve sınıf siyasetinin örgütlenerek gerçekleşeceğinden zerrece şüphe
duymadan ser verip, sır vermeyen isyan ateşi olmuş; burjuvaziye karşı göze göz
dişe diş çarpışarak, Horatius’un, “Multa renascentur quae jam cecidere/ Ölen şeyler birçok yoldan hayata dönebilir,”
sözünü kanıtlamıştı…
İş bu nedenle
de “Türkiye’nin geleceği çelikten yoğruluyor. Belki biz olmayacağız ama bu
çelik aldığı suyu unutmayacak,” demesi boşuna değildi.
Nihat
Behram’ın ‘İbo’nun anısına yazdığı şiirinde, “Fakat nehirlerin akıyor, dağların
rüzgârlıdır,” diye betimlediği O, şimdi ve her zaman bir rüzgârdır, dağlardan,
varoşlardan eserek “Bitmedi o kavga sürüyor, sürecek/ Yeryüzü aşkın yüzü
oluncaya dek,” dizelerini terennüm eden…
Hasılı Pablo
Neruda’nın, “sesimde pırıl pırıl bir güç var/ karanlıkta boy atmaya/
sessizliği/ aşmaya yarayan/ / biz halkız, yeniden doğarız/ ölümlerde”; Ahmed
Arif’in, “beni yiğitler götürür/ katlarına sevda ile varılan,/ yiğitler ki/
dişlerini tükürmüş/ yiğitler ki/ hayatları burulan”; Ataol Behramoğlu’nun, “ve
cellat uyandı yatağında bir gece/ tanrım dedi bu ne zor bilmece/ öldükçe
çoğalıyor adamlar/ ben tükenmekteyim öldürdükçe,” dizelerindeki O, isyancı bir
hakikâttir.
Hakikâtinden
ayrı bir imgesi de yoktur. Neyse Odur. Her sarsıcı hakikât gibi ezilenlere
aittir ve gösterişsiz; ne zaman komünizmin “imkânsız”lığından söz edilse,
direnç ve umutla anımsanan; hâlâ yaşayıp, savaşandır.
Bunun için
tarihte kazanma ile kaybetme, var olma ile yok olma, yücelme ile cüceleşmenin
paradoksal biçimde iç içe geçtiğini ve böylesi tarihsel anların, sonraki
gelişmelerin önünü açan (veya tıkayan), yeni bir başlangıcı muştulayan tarihi
dönemeçler olduğundan kuşkusuz 18 Mayıs ı unutmayacağız/ unutturmayacağız…
11 Mayıs 2015
11:46:42, Ankara.
N O T L A R
[1] 16
Mayıs 2015’de İstanbul Eğitim-Sen Avcılar Şubesi’nde düzenlenen “Öfkenin
Bilinci, Direnişin Rehberidir Kaypakkaya!” başlıklı panelde yapılan konuşma… 17
Mayıs 2015’de İstanbul Sibel Yalçın Parkı-Ok Meydanı’nda örgütlenen “Bu Çelik
Aldığı Suyu Unutmayacak” etkinliğinde yapılan konuşma… Newroz, Yıl:9, No: 269,
14 Temmuz 2015…
[2]
“Ölümsüz ölüm.”
[3]
Temel Demirer, http://www.yenikapitiyatrosu.com/…pitları-hakkında/