Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 11 Haziran 2015
Geçerli Tarih: 03 Mayıs 2024, 08:49
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=21426
SÜRDÜRÜLEMEZ KAPİTALİST
KÜRESELLEŞMENİN KRİZİ[1]
TEMEL DEMİRER
“Bu dünya,
belki de bir başka
gezegenin cehennemidir.”[2]
Şimdiler de adını
“küreselleşme” diye paketleyip, “Yeni Dünya Düzen(sizliğ)i” nitelemesiyle de
makyajladıkları sürdürülemez kapitalizmin emperyalist talan ve “III. Büyük
Bunalım”ıyla yüz yüzeyiz.
Bu hâl,
sürdürülemez küreselleşmenin krizinden başka bir şey değildir!
Söz konusu
koordinatlarda, “İşçinin ulusu ne Fransız, ne İngiliz, ne de Alman’dır;
çalışmadır, ücret köleliğidir, kişinin kendini satmasıdır. Hükümeti ne Fransız
ne İngiliz ne de Alman’dır; kapitaldir. Onun esas atmosferi ne Fransız ne
İngiliz ne de Alman toprağıdır, yeryüzünün birkaç santim altıdır,” vurgusuyla
Karl Marx’ın eklediği üzere:
“Serbest
değişim taraftarlarının, bir ülkenin nasıl başka bir ülkenin sırtından
zenginleştiğini anlamaktan aciz olmalarına şaşmamak gerekir. Çünkü bu adamlar,
bir ülkede bir sınıfın diğer bir sınıfın sırtından nasıl zenginleştiğini
anlamamak konusunda aynı derecede kararlıdırlar.”
“Nasıl bir
bireyin ne olduğu hakkında onun kafasından geçenlere bakarak karar veremezsek,
böyle bir altüst olma döneminde, o dönemin bilincine bakarak yargılayamayız. Bu
bilinç daha çok maddi yaşamın çelişkilerinden hareket edilerek, üretim güçleri
ile üretim ilişkileri arasındaki mevcut çelişkiye dayanarak açıklanmalıdır.”
Marx’ın
uyarıları eşliğinde, o zamanlar “serbest değişim” diye sunulan kapitalist
saldırganlığın işçileri sömürüp, ezilen ulusları yağmalamalarının dünden bugüne
değişmediğini ve bu vahşetin de (kapitalizmin doğası gereği) krizlere mündemiç
olduğunu asla unutmamak gerekir…
Konjonktürel
olanları bir yana bırakırsak, kapitalizmin ilk küresel buhranı “1857-1858 Büyük
Krizi”dir. Bu kriz kimi özellikleri itibariyle günümüzdeki “III. Büyük
Bunalım”la ilginç benzerlikler gösterir…
“1857-1858
Büyük Krizi”, Marx’ın epeyce bir süredir beklediği ve günbegün izlediği,
öngördüğü bir krizdir.
Söz konusu
kriz ortamında, daha sonra ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’ (1859) ve
‘Kapital’in I. Cildi (1867) hâlini alacak çalışmalarını hızlandıran Marx’ın
amaç, krizi anlamak, açıklamak, hâkim iktisat anlayışını yıkacak teoriyi gün
ışığına çıkarmaktır.
Bu
motivasyonu, Marx çok açık bir biçimde bir mektubunun son paragrafında şöyle
dile getirir: “Her gece deliler gibi uğraşarak iktisadi çalışmalarımı
toparlamaya, tufandan (déluge) önce en azından ana hatları (die Grundrisse)
netleştirmeye çalışıyorum.”[3]
Marx, “Büyük
(Yapısal) Krizler”in devasa “tufan”lara yol açtığına dikkat çekerken; büyük
altüst oluşların yani kaosun ekonomik zemininin de altını çizer.
O günden bu
günlere gelirsek sürdürülemez kapitalizmin kriziyle devreye giren kaos
eğilimleri ortaya bir anda ortaya çıkmaz ve çıkmadılar da. Bu sancılı bir
birikimdir!
‘The Financial
Times’dan Martin Wolf’un 7 ve 9 Ekim 2014’de yayımlanan, “Kredi balonları
devrelerine tutsak olduk” ve “Sıra dışı bir depresyon yönetimi”, başlıklı
yazıları, bu “kaos” eğilimlerinin maddi zeminini tanımlarken; uzun depresyon
gerçeğine de dikkat çeker.
Evet yerküre neo-liberal “küreselleşme”
krizi şahsında uzun depresyon gerçeğiyle yüz yüzedir.
Bu depresyon
politik açıdan yeniden paylaşım, savaş; ekonomik açıdan da katmerli sömürü ve
yağma; yani şiddet ve eşitsizliğin katmerlenmesi demektir.
“Gün gelecek,
fakirlerin, zenginlerden başka yiyecek bir şeyi kalmayacak,”[4] diye formüle edilmesi mümkün olan
bu hâli; XIX. yüzyılın Portekizli yazar ve siyasetçisi Almedia Garrett, “Ben
siyasal iktisatçılara, ahlâkbilimcilere soruyorum: Bir zengin yaratmak için kaç
kişiyi sefalete, orantısız çalışmaya, ahlâksızlığa, aşağılanmaya, cehalete,
üstesinden gelinemez talihsizliğe ve mutlak yoksulluğa mahkûm etmeniz
gerektiğini hesapladınız mı?” sorusuyla betimlerken; Osho (Chandra Mohan Jain)
da ekler:
“Politikacılar, yakında hiç yoksulluk
kalmayacağı umudunu sana verip dururlar ve yoksulluk büyüdükçe büyür. O
azalmıyor, çoğalıyor. Etiyopya’da hergün binlerce insan ölüyor ve Amerika’da
aşırı yemekten, şişmanlıktan muzdarip olan yarım milyon insanın olduğunu;
onların sürekli olarak şişmanlayıp durduğunu duymak seni şaşırtacaktır.
Etiyopya da insanlar, açlık çekiyor, kuruyor ve ölüyor. Amerika’da insanlar
aşırı yemekten ölüyor. Yarattığınız dünyanın akıl sağlığının yerinde olduğunu
mu düşünüyorsunuz?”
EŞİTSİZLİK, AÇLIK VE…
Yaman
Törüner’in bile, “Global eğilimler gösteriyor ki: Fakir ve zenginler arasındaki
ayrışma gittikçe artıyor,” notunu düştüğü yerkürede; ‘Birleşmiş
Milletler Kalkınma Programı’ (UNDP) tarafından Eylül 2014’de açıklanan
‘İnsani Gelişme Raporu’na göre, dünyanın en zengin 85 insanının serveti, 3.5
milyar yoksul insanın sahip olduğundan daha fazla.
UNDP’ye göre
dünya nüfusunun en yoksul üçte ikisi, dünya gelirinin yüzde 13’ünden daha azını
elde ediyor. Buna karşılık, en zengin yüzde 1 ise küresel gelirin yaklaşık
yüzde 15’ini alıyor. 1990 - 2010 yılları arasında gelişmekte olan ülkelerde
gelir eşitsizliği yüzde 11’e yükselmiş durumda.
Evet, “2001
yılında ABD’deki mali servetin yüzde 40’lık bir kısmına en zengin yüzde 1
sahip”ken;[5] ‘Credit Suisse Varlık
Raporu 2013’ün gösterdiği gibi, yoksulluk, küresel çapta, toplam hane halkının
yüzde 8’ine yakın bir kesiminin toplam hane halkı kazancının yüzde 85’ine yakın
bir kısmını edinmesiyle müstehcen bir boyuta ulaştı.
‘Credit Suiss’in yayımladığı ‘Global Servet
Raporu’una (2013) göre dünya yetişkin nüfusunun yüzde 8.4’ü (393 milyon kişi)
dünya toplam servetinin yüzde 83.3’üne sahip (yaklaşık 200 trilyon dolar).
Bunların içinde 32 milyon yetişkinin serveti 1 milyon doların üstünde.
Bunlar dünya yetişkin nüfusunun binde 7’sini
oluşturuyorlar. Bunların içinde serveti 100 milyon doların üzerinde 34 bin
yetişkin var. Demek ki, dünya yetişkin nüfusunun yüzde 91.6’sı toplam servetin
yalnızca yüzde 17’sini paylaşıyor.
Bu “yoksul”
kesimin, esas olarak ücretle çalışanlardan oluştuğu varsayabilir: ‘Uluslararası
Çalışma Örgütü’nün (ILO) ‘2012/2013 Küresel Ücret Raporu’na göre krizin
başladığı 2007 yılında, gerçek ücretlerdeki yıllık küresel ortalama artış yüzde
3 (Çin’in etkisinden arındırılınca yüzde 2.3) olmuş. Bu oranlar 2008’de yüzde
1.1’e (ve yüzde 0.3) geriledikten sonra 2010’de 2.1’e yükselmiş (ve 1.1);
2011’de yine gerileyerek yüzde 1.2 (0.2) olmuş.
ILO
Raporu’nun, milli gelir içinde ücretlilerin payını saptamaya çalışan ikinci
bölümü, daha karanlık bir resim çizerek prodüktivite artışlarından ücretlerin
yararlanamadığını, özellikle gelişmiş kapitalist ülkelerde ücret artışlarıyla
prodüktivite artışları arasındaki makasın 2000’li yıllarda, mali krizle
birlikte hızlanarak açıldığını gösteriyor.
Rapora göre
hemen her yerde milli gelirin içinde emeğin payı, kriz öncesi dönemden
başlayarak düşüyor. Bu bozulmada rol oynayan etkenlerin başında, ileri
kapitalist ülkelerde, finansallaşma, sosyal hizmetlerin tasfiyesi,
küreselleşme, ardından da teknolojik gelişmeler geliyor. Gelişmekte olan
ülkelerde de finansallaşma ve küreselleşme olumsuz rol oynarken teknolojik
gelişmenin olumlu bir etken olduğu görülüyor. ‘The Foreign Policy’de yazan
Daniel Altman da ‘Rantiye Çağının’ geri geldiğini vurgulayan yazısında,[6] ülkelerin içinde gelir dağılımının
giderek daha da bozulmakta olduğuna dikkat çekiyordu.
Burada
hatırlatmadan geçmeyelim: 1910’da nüfusun yüzde 1’i İngiltere’de servetin yüzde
70’ini kontrol ediyordu ve bunların yüzde 90’ı servetleri miras yoluyla
edinmişlerdi. 1945 sonrasında servet dağılımında yüzde 1’in kontrol ettiği oran
yüzde 50 civarındaydı.[7]
Ve ‘Capital in
the Twenty-First Century/ XXI. Yüzyıl’da Sermaye’ başlıklı yapıtın yazarı
Thomas Piketty’ye göre, ABD’de tepedeki yüzde 10 tarafından kontrol edilen
servetin oranı 1910’da yaklaşık yüzde 40’tı. 1929 krizi öncesinde bu oran yüzde
50’ye yükseldi. 1995’te tekrar yüzde 40’a döndü. Sonrasında, 2008 krizi
öncesine kadar yine yüzde 50’ye yükseldi.
Tam da bu
tabloda Piketty’e göre, gelir ve servet dağılımındaki bozukluklar kapitalizmin
devamını tehdit ediyor.[8]
Devamla yine
‘Credit Suisse’in, dünyanın en zengin yüzde 1’lik kesiminin küresel servetin
yarısına sahip olduğuna işaret eden ‘Küresel Servet Raporu’nda artan
eşitsizliğin ekonomik durgunluğu tetiklediğine dikkat çekilip, dünyanın
yarısının 3 bin 650 dolar servet sınırının altında yaşadığı ifade edildi.
Rapora göre en
zengin yüzde 10’un arasına dahil olabilmek için 77 bin dolar, yüzde 1’e dahil
olabilmek için 798 bin dolar servete sahip olmak gerekiyor. En zengin yüzde 10
dünya servetinin yüzde 87’sini, yüzde 1 ise yüzde 48.2’sini elinde
bulunduruyor.
‘Save the
Children’ın raporuna göre, Dünyada her yıl 1 milyon bebek doğduğu gün
ölüyorken;[9] İngiliz kökenli açlık
ve yoksullukla mücadele örgütü OXFAM’ın raporunda, 85 kişinin 3.5 milyar
insanın geliri kadar servete sahip olduğunu bildiriliyor.
O hâlde bu
durumun ifadesi şundan başka ne olabilir? 85 kişinin milyarder olabilmesi,
yaratılan zenginliğin yarısına sahip olabilmesi için, bu dünyada yaşamaya
çalışan 3.5 milyar insanın yoksul olması gerekiyor.
Aslında
dünyada iki tip insan var: Bir yanda “uyurken bile zenginleşmeye devam
edenler”, öte yanda çalışacak bir iş bulamayanlar veya iğreti işlere mahkûm
olanlar, günde 12-14 saat çalıştığı hâlde karnını gerektiği gibi
doyuramayanlar, ekmek parası uğruna “iş kazası” denilen cinayetlere kurban
gidenler...
İşte demokrasi
oyunun sahnelendiği dünyanın manzarası böyle!
Dünya
nüfusunun yüzde 1’i dünya zenginliğinin yaklaşık yarısına el koyuyor, yüzde
8.4’i (393 milyon kişi), dünya toplam servetinin yüzde 83,3’üne sahip oluyor.
Bu yüzde 1’in
zenginliğinin 110 trilyon dolara yükseldiği de biliniyor. Her geçen gün gelir
dağılımı adaletsizliği derinleşiyor. Bir fikir vermek için, “Batı demokrasisi”
denilenin beşiği sayılan ABD’de, 2008 krizinden sonra yaratılan zenginliğin
yüzde 95’ine, en zengin yüzde 1 el koymuş... ABD’de 46 milyon yoksul var,
yoksulluk oranı yüzde 15 ve çocuk yoksulluk oranı da yüzde 22. 1993-2012
aralığında tepedeki yüzde 1’in geliri yüzde 86.1 oranında artmış bulunuyor.[10]
Birleşmiş Milletler Gıda ve Tarım Örgütü’nün
(FAO) 2014 yılı açlık raporuna göre, dünyada her 9 kişiden 1’inin açken; her
dört kişiden birinin yemek bulamadığı Afrika’da durum daha da kötü.
Bunların
yanında Almanya’daki ‘Welthungerhilfe’, İrlanda’daki ‘Concern Worldwide’ ve
Washington’daki ‘IFPRI’ adlı yoksullukla mücadele kuruluşları tarafından
hazırlanan ‘Açlık Endeksi’, dünya üzerinde iki milyarı aşkın insan yetersiz
beslenirken, 800 milyonu aşkın kişinin ise kronik açlıkla boğuştuğunu ortaya
koyuyor.
Araştırmaya göre,
açlığın en tehlikeli boyutlarda olduğu ülkeler Afrika kıtasındaki Burundi ve
Eritre olurken, Orta, Doğu ve Güney Afrika ülkelerindeki açlık tehlikesi de
önemli boyutlarda. Hindistan ve Pakistan gibi Güney Asya ülkelerinde de açlık
sorunu olduğu kaydedilen araştırmaya göre, Çin ve Moğolistan ile Kolombiya,
Peru, Bolivya, Paraguay ve Ekvator gibi Güney Amerika ülkelerinde de belli
oranda açlık sorunu yaşanıyor.
Verili tabloda
gelirler arası uçurumun azaltılmaması dünyada yoksulluk sorununu daha da çözümsüz
hâle getiriyor. UNDP’nin ‘Çok Boyutlu Yoksulluk Endeksi’ne göre, gelişmekte
olan 91 ülkede yaklaşık 1.5 milyar insan sağlık, eğitim ve yaşam standartları
alanlarında tekrar eden yoksunluklar nedeniyle yoksulluk içinde yaşarken;
‘İnsani Gelişme Raporu’nda, küresel Gayri Safi Yurtiçi Hasıla’nın yüzde
2’sinden daha az bir harcama ile dünyadaki yoksulların temel sosyal güvenlik
sorunlarının çözülebileceği belirtiliyor.
Yeri geldi hatırlatalım: Eğer dünyadaki
zenginlik [gelir] eşit bölüşülseydi, her dünyalıya günde 19, ayda 570, yılda
6840 Avro düşecekti. Bu 5 kişilik bir aileye yılda 34 200 dolar düşecek
demektir...[11]
NASA’nın
hazırlattığı raporda, “Burjuva sınıfının egemenliği sürerse çöküş başlar,
kaynakların eşit dağıtılması şart” deniliyorken;[12]
Toprak Mahsulleri Ofisi (TMO) Genel Müdür Yardımcısı Refik Kayhan Ünal, dünyada
842 milyon insanın her akşam yatağına aç girdiği, çoğu çocuk 10 milyon insanın
da açlıktan hayatını kaybettiği vurgusuyla ekliyor: “Oysa israfın 4’te 1
oranında azaltılması hâlinde açlık çeken insanların gıda ihtiyacı
karşılanabilir.”
Evet, dünyada 805 milyon insan açıkla boğuşurken; ‘Türkiye
Ziraat Odaları Birliği’ (TZOB) Genel Başkanı Şemsi Bayraktar da uyarıyor:
“Dünya genelinde değeri 1 trilyon dolar olan 1.3 milyar ton gıda israf
ediliyor”!
“YDD” TAHRİBATI
Evet, sürdürülemez kapitalizm yakıp, yıkarak
varolan bir tahribattır!
Gerçekten de
“Kapitalizm’in Gerçeği”ni aktaran Joseph Stiglitz’in işaret ettiği gibi, sürdürülemez
kapitalizm bakış açınızı öyle bir değiştiriyor ki, hırsız bir CEO’nun hayat
hikâyesi sizin için “azim ve başarı hikâyesi” olabiliyor!
Ortalama bir
insanın günde 5.5 saat TV izlediği, kitap okumadığı, tiyatro ve sinemaya çok az
gittiği bir toplumda alaşağı etmek düşünülemiyor!
Bill Gates
gibi, 150 milyon dolarlık 66.000 m2 bir evde yaşayan bir aziz
olabiliyor; Madonna’nın sadece Londra’da 8 evi var, ortalama 600 evsize barınak
olabilecek büyüklükte!
Macaristan’ın
başkenti Budapeşte’de 10 bine yakın evsiz yaşıyor![13]
Her yıl 20
milyon çocuk açlıktan ölürken, buna aldırmayanlar da koşu bandının üstünde
fazla yağlarını eritmek için ter döküyor!
Dünyada 600
milyon obez ve 1.4 milyar aç insan varken; Starbucks için kahve üreten bir
çiftçinin oradan bir bardak kahve satın alabilmesi için 3 gün çalışması
gerekiyor!
UNICEF Genel
Müdürü Anthony Lake, çocuklara yönelik şiddetin “Yaş, coğrafya, din, etnisite
ve gelir grubu sınırlarının ötesine geçtiğini” belirtirken; UNICEF’in raporuna
göre iki ila 14 yaş arasındaki her 10 çocuktan altısı kendisine bakanlar
tarafından düzenli biçimde fiziksel olarak cezalandırılıyor![14]
BM ‘Mülteciler
Yüksek Komiserliği’, dünyada mülteci sayısının 50 milyonu aştığını ve İkinci
Dünya Savaşı’ndan bu yana en yüksek seviyeye çıktığını açıklıyor![15]
Uzak Doğu’da
6-12 yaş arası kızlar 200 dolara seks kölesi olarak satılıyor!
Tayland’da
Disney fabrikası için çalışan bir çocuğun Disneyland’e girecek parayı çıkarması
için 55 gün çalışması gerekiyorken; Afrika kıtası dünyanın altın rezervlerinin
yüzde 90’ını elinde bulundurmasına rağmen, dünyada sadece 4 tane Afrikalı
milyarder var!
Ayrıca da
Afrika kıtasından her sene 8.5 dolar milyar değerinde yani, kıtanın açlık
sorununu çözmeye yetecek miktarda pırlanta çıkıyor; Hindistan’da 1 milyon kişi
günde 1.2 dolara o pırlantaları üretiyorlar!
Dünyayı sarışın
kadınların güzel olduğuna inandıkları için Asya kıtasında 300 milyon kadın
düzenli olarak beyazlatıcı sabun kullanıyorken; hayatlarına özendirilen
Hollywood yıldızlarının yüzde 64’ü kokain bağımlısı!
Yılda 20
milyon çocuk açlıktan ölürken, kimileri de aynı tişörtü haftada iki kez giymeye
utanıyor; mesela ABD’de 7 milyon evsiz insanın olduğundan kimsenin haberi var
mı?
Dünya
nüfusunun yüzde 1’i dünya kaynaklarının ve zenginliklerinin yüzde 50’sine
sahipken; Amerikalıların yüzde 85’i eğer ekonomik durumlarını
iyileştirebilecekse faşist bir hükümeti seçebileceklerini söylüyorlar![16]
İşte sürdürülemez kapitalizmin yakıp, yıkan
tahribatı!
Bu durumda
Samir Amin’in işaret ettiği gibi, “90’ların başında kapitalizmin zaferi için
‘tarihin sonu’ deniyordu. Ama neo-liberal sistem, ahlâki, sosyal ve siyasal
eşitsizlikler üzerine kurulduğu için ve doğal kaynaklarımızı hızla tükettiği
için sürdürülebilir değildi. Nitekim bunu kendileri de anladı. Sonunda
emperyalist düzenin askeri yöntemlerle kontrolü gündeme geldi. Reagan’ın
önderliğini yaptığı bu söylem, hem baba ve oğul Bush’lar hem de Clinton ve
Obama tarafından da benimsendi.
Bu Amerika
merkezli düzene karşı dünyanın çeşitli yerlerinde protesto ‘patlamaları’
yaşanması kaçınılmazdı. Öncelikli sebep, büyüyen fakirlik, sosyal koşulların
bozulması ve artan işsizlik. İkincisi, demokrasi eksikliği ve rejimlerin
giderek daha çok polis rejimine dönüşmesi. Üçüncüsü, bağımsız milli
politikaların terk edilmesi ve ABD’nin hegemonyasına girilmesini devreye soktu.”[17]
YAKIP, YIKARAK VAROLAN MİLİTARİZM
Bunlar bu kadar değil; “Savaşsız Kapitalizm
Olmaz”[18] gerçeğine mündemiç dahası var!
Hızla
sıralayayım: BM’nin 2014 yılında çatışmalar nedeniyle 17 ülkede 52 milyon
insana yardım için üye ülkelerden acilen istediği para 13 milyar dolarken;
sadece 2013 yılında dünya genelindeki askeri harcamalar 1.75 trilyon dolardır!
BM’nin üye
ülkelerden iki yıl için talep ettiği insani yardım tutarları, 2013 yılındaki
askeri harcamaların 130’da birine denk geliyor. Yani insanı yaşatmak için 1 dolar,
öldürmek için 130 dolar harcanmış.
ABD, insani
yardıma 4 milyar, askeri harcamalara 640 milyar dolar harcamış. 2011 nükleer
programı için harcadığı para ise 61 milyar dolar. ABD, sahip olduğu 7 bin 352
nükleer başlıkla 2 milyar insani öldürebilecek gücü elinde bulunduruyor.
Öldürmeye en fazla para harcayan ülke ABD.
Çin, insanî
yardıma 27 milyon, askeri harcamaya 188 milyar dolar; Rusya, insanî yardıma 50
milyon, askeri harcamaya 88 milyar dolar ayırmış durumda.
Suudi
Arabistan’ın askeri harcamaları 67 milyar doları buluyor. Suudi Arabistan,
dünyada en fazla askeri harcama yapan ülkeler sıralamasında da 7. sıradan 4.
sıraya yükseldi.
Afrika’da halk
açlıktan ve hastalıktan ölürken bu kıtada devletlerin yaptığı askeri
harcamaların miktarı 44.9 milyar dolar.
BM Güvenlik
Konseyi’nin beş daimi üyesi ile Almanya, 2013’te en fazla silah ihraç eden
ülkeler sıralamasında ilk altıda.
BM üyesi ABD
90 ülkeye, Rusya 52 ülkeye, Çin ise 35 ülkeye silah ihraç ediyor. Şu işe bak!
Dünyaya barış getirmesi beklenen BM’nin üyeleri dünyanın en büyük silah
tüccarları![19]
Bu kadar da
değil Katar, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu ülkelerden 23 milyar dolar
değerinde silah alıyorken; en büyük pay 7 milyar 600 milyon dolarla ABD’nin.
Katar Emirliği Boeing’den 24 adet AH-64E Apaçi helikopter ve 3 adet 737
Airborne erken ikaz ve komuta kontrol sistemli hava aracı alacak. Katar ayrıca
ABD merkezli, dünyanın en büyük güdümlü füze üreticisi Raytheon’dan 2 milyar
dolar ödeyerek Patriot füze savunma sistemi ve Raytheon-Lockheed ortak yapımı
Javelin füzelerini sipariş etti.[20]
Buna “gerekçe”
olarak Ortadoğu’daki durum gösteriliyorsa da; “kazın ayağı” böyle değil!
ABD’nin İŞİD’e
yönelik operasyonlara ağırlık vermesi, silah şirketlerine yaradı. Askeri
harcamalarının yüzde 50’sinden fazlasını Irak ve Suriye’deki operasyonlar için
ayırmayı planlaması Lockheed Martin, Northrop Grumman, Raytheon ve General
Dynamics gibi borsada işlem gören silah üreticilerinin piyasa değerini rekor
seviyeye çıkarttı.
Borsada rekora
imza atan silah üreticilerinin arasında jet roketi ve bombaları üreticilerinin
yanı sıra jet bakımları yapan şirketler de yer alıyor. Bu şirketlerin
başındaysa Lockheed Martin geliyor. Şirketin operasyon başlamadan önceki toplam
piyasa değeri 52.6 milyar dolar civarındaydı. Ancak Lockheed Martin’in piyasa
değeri aradan geçen 2 ayda yaklaşık 5 milyar dolar değer kazandı. Kara ve hava
savunması için mühimmat üreticisi olan General Dynamics rekor kıran şirketler
arasında. 2 ay önce 38 milyar dolarlık piyasa değerine sahip olan şirketin
değeri, İŞİD operasyonlarından sonra 3 milyar dolar arttı ve rekor kırdı. Silah
üreticileri Raytheon söz konusu dönemde 3.2 milyar dolar, Northrop Grumman ise değerini,
yaklaşık 1.8 milyar dolar arttırarak rekor kıran şirketler arasına girmeyi
başardı.
ABD’nin
operasyonlarda kullandığı mühimmatlar ise en pahalı modeller arasında yer
alıyor. Şu anki operasyonlarda sık sık kullanılan ‘Hellfire’ adındaki füze
Lockheed Martin tarafından üretiliyor ve her birinin tanesi ise 110 bin dolar
civarında. Bu füzenin en büyük özelliği ise insansız hava araçlarında
kullanılabilmesi. Operasyonlardan sıkça kullanılan füzelerden bir diğeri ise
Raytheon şirketinin ürettiği ve ABD’li gemilerden atılabilen ‘Tomahawk’ füzesi.
Paylaşılan
rakamlara göre ABD, operasyonun ilk gününden beri toplamda 74 milyon dolar
değerinde bu füzelerden ateşledi. Tomahawk için ayrılan bütçenin ise 325 milyon
dolara kadar yükseleceği ifade ediliyor. Öte yandan bölgede bulunan F-22, F-15,
F-16 ve F-18 uçaklarda kullanılan yeni nesil füzelerin de en pahalı modeller
arasında yer alıyor.
PİYASA DEĞERLERİ NASIL DEĞİŞTİ?[21] |
||||
|
LOCKHEED
MARTIN |
GENERAL
DYNAMICS |
RAYTHEON |
NORTHROP
GRUMMAN |
HAREKÂT
ÖNCESİ |
51.3
milyar dolar |
38
milyar dolar |
27.5
milyar dolar |
24.8
milyar dolar |
HAREKÂT
SONRASI |
56.4
milyar dolar |
41
milyar dolar |
30.7
milyar dolar |
36.6
milyar dolar |
ARTIŞ |
5.1
milyar dolar |
3
milyar dolar |
3.2
milyar dolar |
1.8
milyar dolar |
Ayrıca
Amerikan silah şirketlerinin hisseleri Suriye-Irak saldırıları başladığı günden
beri değer kazanıyor. ABD silah şirketleri için çatışmalar, ilk defa kullanılan
F-22 tarzı uçaklar gibi yeni “ürünlerini” sergilemelerinde bir “fuar” görevi
görüyor.
ABD’nin Suriye
ve Irak’ta başlattığı operasyonların şu ana kadar tek bir kazananı var; silah
şirketleri. ‘Los Angeles Times’da 6 Ekim 2014’de yayınlanan habere göre ABD’nin
IŞİD’e karşı hava operasyonu başlattığı 2014’ün Ağustos ayı başından 3 Ekim’e
kadar geçen sürede Amerika menşeli dört büyük silah üreticisi şirketin
hisseleri yükseldi. Locheed Martin’in hisseleri yüzde 7.5, Northtop Grunman’ın
yüzde 5.2, General Dynamics’in yüzde 6 ve Rayhtheon’un hisseleri ise yüzde 8.3
değer kazandı.
Washington
merkezli ‘The Center for Strategic and Budgetary Assessments’, Suriye ve
Irak’taki hava saldırılarının şu andaki yoğunluğunda devam etmesi hâlinde
operasyonun yıllık maliyetinin 2.4 ila 3.8 milyar dolar olacağını belirtiyor.[22]
Tamamlıyorum:
Savaşların yaşandığı tüm coğrafyalarda göç ve ölümün yanı sıra yoksulluk diz
boyu. ‘Arthur Orkum Enstitüsü’ tarafından hazırlanan işsizlik ve enflasyon
verilerini içeren dünya yoksulluk listesine göre, dünyanın en yoksul 10
ülkesinin tamamında savaş var. En yoksul 10 ülke arasında 10’uncu sırada Suriye
yer alırken, 9’uncu sırada Kosova bulunuyor. Buna göre Kosova, dünyanın en
yoksul 9’uncu, Avrupa’nın ise Beyaz Rusya’dan sonra en yoksul ikinci ülkesi.
Yoksulluğun
yüzde 53.6 oranında olduğu Kosova, bu listede, birkaç yıldır silahlı
çatışmaların durdurulamadığı ve İsrail’in vurduğu Gazze Şeridi’nden daha kötü
bir durumda yer alıyor. Bu rapora göre Kosova’da işsizlik yüde 43.5, enflasyon
ise yüzde 8.3 oranında. Yine rapora göre, Kosova’da süren üç aylık siyasi kriz,
yoksulluk oranının daha da artmasına neden olacak.
‘Arthur Orkum
Enstitüsü’nün dünya yoksulluk listesinde ilk 10 ülkenin sıralaması şöyle:
“1’nci Zimbabve, 2’nci Liberya, 3’üncü Burkina Faso, 4’üncü Beyaz Rusya, 5’inci
Türkmenistan, 6’ncı Cibuti, 7’nci Namibya, 8’nci Nepal, 9’uncu Kosova, 10’uncu
Suriye.”[23]
“III. BÜYÜK
BUNALIM”
Herkes XXI.
Yüzyılda sürdürülemez kapitalizmin, piyasa ekonomisinin ürettiği muazzam gelir ve
servet eşitsizliği üzerine oturduğunu duymuş, görmüş vaziyette…
Kapitalizmin
sicili ve geleceği hiç de parlak değil. Başından beri eşitsizlik üreten bu
ekonomik düzen kendi hâline bırakılırsa batana kadar da böyle devam edecek!
Bu açıdan
sürdürülemez kapitalizmin “III. Büyük Bunalım”ından
“kolaylıkla kurtulabileceği” beklenmemelidir.
IMF
Başekonomisti Olivier Blanchard’ın, “Küresel krizden çıkış daha en az on yıl
sürecektir,” sözleri “ürkütücü” gibi görünse de, bir o kadar da gerçekçidir.
Adı “kahin”e
çıkan ekonomistlerden Roubini ve Faber’e göre, küresel ekonomi daha büyük bir
krizin eşiğindedir.
2008’de
küresel ekonomiyi sarsan krizin etkileri henüz silinmemişken, bu krizden çıkmak
için uygulanan politikalar da yeni sorunları beraberinde getirirken; ‘Fox
Business Network’e konuşan Nouriel Roubini “Kredi balonunun başındayız,” dedi.
Yine CNBC’ye röportajında
Marc Faber de, yeni bir krizin geleceğinden korktuğunu açıkladı.[24]
Geçerken
anımsatayım: Zordaki Amerikan ekonomisinin hakkında, “Felakete doğru gidiyor,”
diyen 1992 ve 1996’daki başkanlık seçimlerinin adaylarından Ross Perot, ABD’nin
“uçurumun kenarında” olduğunu söylüyor![25]
Gerçekten de
2008 küresel krizi, dünya iktisat tarihine “Büyük Durgunluk” olarak geçerken;
1929 “Büyük Depresyonu”ndan bu yana geçen süre içindeki en ciddi ekonomik
travma olarak anılıyor.
Bu tür büyük
travmalar, milliyetçiliğin ve yabancı düşmanlığının yükselmesi için uygun bir
zemin hazırlıyor. 1929 Bunalımı’ndan sonra faşizmin yükseldiği Avrupa, şimdi
bir kez daha aşırı sağın, milliyetçiliğin yükselişinin tehdidi altındayken;
2008 sonrası yaşananlar krizin sadece gelip geçici, konjonktürel bir
çevriminden ibaret olmadığı; küresel kapitalizmin işleyiş ve yönetişim
dinamiklerinin yapısal olarak tahrip ettiği unutulmamalıdır.
Krizle devreye
giren kayıpların sadece yıllık üretim ve istihdam daralmalarıyla sınırlı
olmadığını, kayıpların potansiyel üretim eğilimlerini de derinden etkilediği
kavranmalıdır. ‘The Economist’ dergisinin aktardığı verilere göre potansiyel
üretim trendi ABD’de yüzde 4.7; İngiltere’de yüzde 11 düzeyinde çökmüş
durumdayken; tahribat Yunanistan, İspanya ve İrlanda gibi Avrupa’nın çevre
ülkelerinde ise yüzde 20’yi aşıyor. Bir bütün olarak bakıldığında kapitalizmin
“merkez” kuzeyindeki potansiyelin ortalama yüzde 8.4 oranında tahrip edilmiş
olduğu hesaplanmaktadır.
Dolayısıyla,
söz konusu kayıpların sadece günlük bazda gelip geçici maliyetleri değil,
küresel ekonominin potansiyel üretim trendlerinin tahrip edilmiş olduğu yapısal
nitelikli sorunları da içermekte olduğu anlaşılıyor. Krizin etkilerinin
iktisadi süreçlerle sınırlı kalmayıp, uluslararası güvenlik ve siyaset
dengelerini de yerinden oynatarak uzun süreli bir büyük durgunluk şeklinde
tezahür etmesi de bu gözlemleri doğruluyor.
Kim ne derse
desin: “Kapitalizmin tarihindeki en büyük krizlerden birisiyle karşı
karşıyayız: Büyük Bunalım’dan bu yana ileri kapitalist dünyada bu kadar berbat
bir durum görülmedi.”[26]
Bunun diğer
artısı da dünya ekonomisi kapitalizmin yapısal krizinden çıkamayışı; “Yeni bir
mali kırılma mı geliyor?” tartışmaları yoğunlaşıyor olmasıdır
Özetle,
ekonomik kriz, mali kırılma riski derken, gelen jeopolitik gelişmeler, akla
kambur kambur üstüne geliyor deyimini anımsatıyorken; New York Üniversitesi
Öğretim Üyesi Ekonomist Dr. Ümit Akçay, “İşleyişin temelinde kapitalist rekabet
ve sürekli kârlılığı artırma zorunluluğuna dayanan piyasa sistemi var,” diyor.[27]
Ulaşılan
koordinatlarda adeta 2006 yılına geri dönüyoruz. Aslında 2012 sonunda yayımlanan
bir sermaye piyasası raporu (‘A World Awash in Money/ Para İçinde Yüzen Bir
Dünya’-Bain&Company) “Sermayenin dünyası tepetaklak” saptamasıyla başlıyor.
Rapor, “Çok
fazla sermaye var” ama yatırılacak yerler gittikçe azalıyor, “yatırımcı
gittikçe daha riskli varlıklara yöneliyor” sözleriyle devam ediyor. Dünyanın
toplam gayri safi hasılası 2010 yılında 63 trilyon dolar, toplam finansal
varlıklar 935 triyon dolar olmuş; neredeyse mali kriz öncesine dönülmüş.
2006, 2008’den kaçınamadı…
Bugün de, geleceğinin gerçeğinden
kaçınamayacak!
Avrupa bunun
önemli bir örneğini teşkil eder…
AVRUPA ÖRNEĞİ
Güven Sak’ın,
“Ben diyorum ki, bu Avrupa’nın krizi bir on yıl daha bitmez. Beş yılda daha
inkâr aşamasını aşamadılar baksanıza,” diye betimlediği kriz hâline ilişkin
olarak; Arif Koşar da, “Avrupa içine düştüğü krizden bir türlü çıkamaz oldu…
Kıbrıs, Yunanistan, İspanya, Portekiz, İtalya, hatta Fransa’da kriz ve
yankıları sürüyor. Neler oluyor Avrupa’da. Birlik projesi çöküyor mu?” notunu
düşerken; ‘The Economist’ de, kriz uyarısının altını çizdi.[28]
İşçi ve
emekçiler için giderek ağırlaşan koşullarda kamu borçları artmaya devam
ederken; AB istatistik kurumu ‘Avrostat’ın verilerine göre, Avro Bölgesi’nde
kamu borçlarının gayrisafi yurt içi hasılaya oranı 2009’da yüzde 80, 2010’da
yüzde 85.4 ve 2011’de yüzde 87.3 düzeyindeyken 2012 yılında bu oran yüzde
90.6’ya ulaştı.
AB’nin
Maastricht ekonomi kriterlerine göre kamu borç stokunun yüzde 60’ı ve bütçe
açığının yüzde 3’ü aşmaması gerekirken 28 AB üyesinden 17’si bütçe açığında ve
14’ü kamu borç oranında kriterleri karşılayamadığı koşullarda; kıta genelinde
milyonlarca emekçi işsizlik kıskacındadır.
‘Avrostat’
açıklamalarına göre, Şubat 2013 itibarıyla 17 Avro Bölgesi üyesi ülkede 19
milyon insan işsiz. Bu, Avronun nakit para olarak kullanılmaya başlandığı Ocak
2002’en bu yana en yüksek rakam.
Başka bir
değişle, 330 milyon insanın yaşadığı Avro Bölgesi’nde her 100 çalışandan 12’si
işsiz.
Tek tek
ülkelere bakıldığında zengin ve yoksul ülkeler arasındaki büyük uçurumlar bulunuyor.
Krizi içindeki
Yunanistan’da ve İspanya’da işsizlik oranı yüzde 26, Portekiz’de yüzde 17.5.
25 yaş altı
gençler arasında ise işsizlik azalmak yerine artıyor. Yunanistan ve İspanya’da
her iki gençten birisi, Portekiz ve İtalya’da ise her üç gençten birisi işsiz![29]
Avrupa’da
ekonomik koşulları ve hükümetlerin uyguladığı kemer sıkma politikalarını
protesto eden göstericiler yine sokağa çıktı. Portekiz’in 24 şehrinde tasarruf
önlemlerine karşı protesto yürüyüşü düzenlendi.
Öte yandan
İspanya’da krizin vurduğu mortgage mağdurları sokaklara döküldü. Mortgage
kredilerini ödeyemedikleri için evlerinden atılma riskiyle karşı karşıya kalan
binlerce kişi Madrid, Barcelona, Valencia ve Pamplona gibi birçok kentte
gösteri yaptı. Eylemciler hükümetten mağdur olmalarını önleyecek bir yasa
çıkarmasını istiyor. Ülkede 2008’den 2013’e 400 binden fazla aile evinden
çıkarıldı. Kredilerini ödeyemedikleri için evlerinden çıkmaları istenen bir
emekli çift intihar etmişti.[30]
Gerçekten de
krizin allak bullak ettiği İspanya’da gençler arasındaki işsizlik oranı yüzde
55 düzeyindeyken; İspanya’da 2013 ocak’ında kayıtlı işsiz sayısı 4 milyon 980
bin 778’e ulaşarak yeni bir rekor kırdı.
Yine
İspanya’da kadınlar arasındaki işsizliğin (yüzde 25.41) erkekler arasındaki
işsizliğe oranla (yüzde 24.68) daha fazla olduğu belirlendi. Ülkede yaşayan
yabancılar arasındaki işsizlik oranı da yüzde 34.84.
Ayrıca Fransa,
Macaristan, Güney Kıbrıs, Almanya, İngiltere ve İtalya…
Geçerken
anımsatayım: Avrupa’da mali krizi derinden yaşayan ülkelerden İtalya’da
yaklaşık 15 milyon kişinin ekonomik zorluk çektiği açıklandı. Bu sayı ülke
nüfusunun yüzde 25’ine denk geliyor. ‘İtalya Ulusal İstatistik Enstitüsü’nün
raporuna göre, 15-29 yaşları arasındaki gençlerden 2 milyon 250 bininin, ne
okuduğu ne de çalıştığı ifade edildi. Her 4 kişiden birine denk gelen bu sayı
nedeniyle İtalya’nın, Avrupa genelinde bu kategoride en yüksek orana sahip ülke
konumunda olduğu kaydedildi. Yine bu yaş aralığındaki gençlerde işsizlik
oranının da 2011’den 2012’ye yüzde 5’lik artış gösterdiği ifade edildi.[31]
GREK TRAJEDİSİ!
Krizin işçiler, emekçiler açısından taşıdığı anlam babında Grek
(Yunan) trajedisi ciddi biçimde incelenmelidir.
Örneğin
2010’dan beri uygulanan kriz politikaları Yunanistan’ı açlığın, işsizliğin, yoksulluğun
kol gezdiği bir ülke yaptı. Kazanılan işçi emekçi hakları kaldırıldı, ülke
uluslararası tekellerin ve sermaye kuruluşlarının denetimine teslim edildi.
İşçi ve
emekçilerin dayanma gücü kalmadı. Ne esnaf, ne halk, ne emekçiler vahşi sömürü
ve vergileri ödeyebilecek durumda. Ama AB, IMF ve sermaye kuruluşları ardı
ardına tasarruf paketlerini halka dayatıyorlar. Aşırı sömürü ve paketlere
rağmen borç yükü katlanarak büyüyor. Örneğin 2012 yılında GSMH’nin yüzde
175’ine denk düşen kamu borçlarının (340.6 milyar avro) 2013 yılında yüzde 190
oldu. Yani tünelin ucunda ışık görünmüyor. Yoksulluk, işsizlik büyüyor ve başta
sosyal güvenlik bütçeleri olmak üzere fonlar sıfırı tüketiyor…
Tarım ve Gıda
Bakanlığının çıkardığı genelge, son kullanım tarihi geçmiş gıdaları ayrı bir
rafta ucuza satma olanağı tanıdı. Bakanlık ve gıda tekellerinin sözcüleri
günlerce televizyonlarda bunun sakıncalı olmadığını anlattılar. Bu, süt ve
benzeri ürünlerde kimyasal katkı maddelerinin kullanılmasında sınır
tanınmayacak demek. Yunanistan Elektrik Kurumu günde faturalarını ödeyemeyen
yaklaşık 1000 aile veya işyerinin elektriğini kestiğini açıkladı. Yani ayda
30.000 kişi veya aile elektriksiz kalıyor…
2002 yılından
bu yana temel ihtiyaç maddelerine yüzde 400-500 oranında zam yapıldı. Kriz
politikalarıyla ülke ucuz işgücü cennetine döndürüldü. Ama fiyatlar düşeceğine
yüzde 50-200 arttı. Aynı yıllarda ücret artışı ise sadece yüzde 5. Yakıt
fiyatları konan vergilerle 70 centten 1.40-1.50 avroya çıktı.[32]
İş bunlar
sınırlı değil!
Şunları
ekliyor ‘Yunanistan Kamu Emekçileri Sendikası’ (ADEDY) Girit Adası Yönetim
Kurulu Üyesi, Yannis Kiriakakis de:
“Krizin
geldiği 2009 ve 2010 kesitinde borsada bulunan şirketler 2009 yılında 11.8
milyar, 2008 yılında 10 milyar, 2007 yılında 11.3 milyar avro kâr elde
etmişler. Yunanistan Elektrik Kurumu (DEH) 2009 yılında 1.1 milyar avro kâr
etmiş, oysa bu kurumun bütçe planında söz konusu yıl için sadece 531 milyon kâr
hedeflenmişti. Yunanlı şirketler yurt dışına 20 milyar dolarlık yatırım yapmış.
Bunun 16 milyarı, Balkanlar’a yapılmış. 2004-2008 arası 50.000 şirkete 9 milyar
avro bağışlanmış.
10 bin
isimsiz, bilinmeyen şirket var. Bunlar 500 milyarlık bir sermayeyi ellerinde
bulunduruyorlar ve kamu bu şirketlerden ötürü her yıl 6 milyar avro kaybediyor.
Tüketiciler her yıl 6-6.5 milyar KDV ödüyorlar şirketlere ama şirketler KDV’yi
ödemiyor. Her yıl vergi kaçakçılığından 8 milyar kaybediliyor. 5000 şirket
kamuya, toplam 31 milyar avro borçlu bulunuyor.
Yunanlı
armatörler 2009 yılında 3.16 milyar dolar karşılığı 164 ikinci el gemi satın
aldılar. Armatörler için çok küçük bir oran. Dünya ticaret gemilerinin yüzde
20’si,AB içinde ise yüzde 40.9’u Yunanlı armatörlerin elinde bulunuyor. Dünya
genelinde büyük bir güç olmalarına rağmen bu şirketler önemli oranda, Yunan
bankalar sistemi tarafından destekleniyorlar.
Şöyle bir
örnek: Teodoros ve Yanna Angelopulos (demir çelik holdinginin sahipleri) eski
yatlarını satarak, 85.6 metre uzunluğunda ve 150 milyon dolar değerinde yeni
bir yat satın aldılar. Armatör Prokopiu ise 106 metre uzunluğunda ve 100 milyon
dolar değerinde yeni bir yat siparişi vermiş. İş adamları Melissanidis’in 65
milyon, Kousta’nın 60 milyon dolar değerinde yatlara sahip oldukları
söyleniyor. Spiros Laçis isimli iş adamı ise yatı olmayan iş adamları içinde
yer alıyor ve bu nedenle 117 metre uzunluğunda ‘Turama’ tipi yatı günde 90 bin
avroya kiralamak zorunda kalıyor!
Yunan Hava
Yolları’na kayıtlı tam 220 özel uçak bulunuyor. Bunlar sadece Yunan Hava
Yolları’na kayıtlı olanlar. Marianna Latsi’nin üç adet jeti (Boeing 757, Boeing
737,Gulfstream IV) var. Vgenopoulos’un iki (Cesna ve Falcon 900), Kiriakou’nun
bir uçağı var. Bu uçakların sadece bakımı için yılda 1-1.5 milyon avro para
lazım. L. Lavrentiadis adlı iş adamı 2010 yılının aralık ayında 70 milyon avro
vererek Proton Bank’ın yüzde 31.3’ünü satın aldı. Daha öncesinde ise 36 milyon
vererek Karaiskaki stadyumunun yarısını, 86 milyon vererek ise Yeni Kimya adlı
bir şirketi Carlyle adlı tekelden satın almıştı. Bir miktar ‘harçlık’ denecek
parayla da Yunanistan’ın en büyük medya organlarına ortak oldu. B. Restis
isimli iş adamı ise Karadağ’ın en güzel turistik yerini, Agiou Stefanou adlı
adayı satın aldı ve 50 milyon değerinde villalar yapmak için kolları sıvadığı
söyleniyor. Hotels.com’un araştırmalarına göre (2009) dünyanın en pahalı kral
dairesi Atina yakınlarında, Lagonisi adlı bölgede bulunuyor ve Grand Resort
oteli tarafından50.000 dolara kiralanıyor.
Yunanistan,
turizm kurumunun (EOT) verdiği bilgilere göre 2005 Martı ve 2009 Ekimi
arasındaki sürede kalkınma programı çerçevesi içinde 1790 turizm yatırımı için
toplam 5.7 milyar avro para verilmiş ve bunun 2.5 milyarı hibe olarak
aktarılmış. Yani yüzde 44’ü bizim paramız, kredi olarak verilenlerde gene bizim
bankalara yatırdığımız paralar. ‘Bütçede kuruş kalmadı.’ diye bizi ikna
etmelerine ramak kalmışken! Somali ve Basra Körfezi’nde’ ulusal haklarımızı’
korumak için Fransa’dan 2.5 milyar avro değerinde altı adet savaş botu
alındığını duyduk! Skandallara (zimens, kiliselerle birlikte milyarların cebe
atıldığı vatopedi, devlet tahvillerine yönelik skandallar, Akropolis şirketinin
bir kalemde silinen 5.5 milyarlık borcu) ise hiç değinmedim, çünkü bunlar
ayyuka çıktı artık. Kaldı ki ‘Yunan adaleti’ bu skandalları araştırmayı
üstlenmiş bulunuyor!
Bankalara krizin
ortaya çıkmasıyla birlikte 28 milyar avro verildi. Daha sonra banka sistemini
istikrarlı ve güçlü hâle getirmek adı altında devasa sermayeler aktarıldı banka
kasalarına. Şimdi bankalar bu parayı devlete kredi olarak veriyor ve devasa
karlar elde ediyorlar. Yani birlikte tefecilik yapıyorlar. Bu konuya da
değinmeyeceğim. Aynı ülke içinde yaşıyor olsak bile ülkelerimiz ayrı. Aynı
ülkede yaşayan birbirine karşıt iki değişik dünyanın insanlarıyız aslında.
Bir tarafta
bizim dünyamız; işsizlik, işten atmalar, işveren terörü ve küçük düşürme,
güvencesiz, sigortasız çalışma, esnek çalışma ve açlık ücreti, 360 avro emekli
maaşı, 450 avro maaş, 67 yaşında emeklilik, her yere borç, çocuklarımızın
eğitim ve kurs parası, özelleştirilen sağlık hizmetleri,bir tabak yemek için
kuyruğa girme, evini bankalara kaptırma, 1.70 avro bir litre benzin, elimizden
alınan 13. ve 14. maaşlar, toplu sözleşmelerin iptali, yarınlara yönelik
korku.”[33]
Evet, krizin işçi ve emekçiler (ve
burjuvalara) sunduğu tablo bu!
Bir başka deyişle,
sürdürülemez kapitalizmin “kriz”leri, yalnızca yoksullar, emekçiler ve dar
gelirliler ile, kamu için “kriz” anlamına geliyor. Patronlar için ise,
servetlerine servet katma “fırsatı”, demek kriz…
NİHAYET!
Diyeceklerimi
toparlıyorum: Sürdürülemez kapitalist vahşet karşısında kimileri, kendisini çok
“güçsüz” ya da bir nokta gibi hissedebilir!
Eğer böyle
düşünüyorsanız; “Bir nokta, her şeyden daha fazla bilinmeyen içerir. Tüm
yapması gereken kıpırdaması, azıcık yerinden oynamasıdır, binlerce değişik
eğriye, yüzlerce biçime dönüşebilir,”[34]
diyen Yevgeni Zamyatin’in uyarısını anımsayın…
Eğer
noktaysak; bizi yerimizden oynatacak, hareketlendirecek sınıf dayanışması,
birliği ve emekçilerin hareketidir.
“İyi de
nasıl?” diyenler varsa eğer, “Üretim ilişkilerinin tümü, toplumun ekonomik
yapısını; üzerinde hukuki ve siyasi bir üstyapının yükseldiği, belirli
toplumsal bilinç biçimlerine karşılık veren gerçek temeli oluştururlar. Maddi
yaşamdaki üretim tarzı, genelinde, toplumsal, siyasal ve düşüncesel yaşam
sürecini koşullandırır. İnsanların varlığını belirleyen bilinçleri değil, tam
tersine insanların bilincini belirleyen onların kendi toplumsal varlığıdır.
Gelişmesinin belli bir evresinde, toplumdaki maddi üretici güçler, var olan
üretim ilişkileriyle, ya da bunların hukuki anlatımından başka bir şey olmayan,
o güne kadar içinde hareket etmiş oldukları mülkiyet ilişkileriyle çatışma
içine düşerler. Bu ilişkiler, üretici güçlerin gelişme biçimleriyken onları
köstekleyen zincirler hâline gelirler. İşte o zaman bir toplumsal devrim dönemi
başlar,”[35] diyen Karl
Marx’ın, varoluşumuzu belirleyen faktörlerin başında içinde yaşadığımız maddi
koşulların etkisini belirttiği, ‘Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı’nın
önsözündeki uyarı satırları gelsin…
Veya Oğuz
Atay’ın, “Bütün hayatımızı yersiz çekingenliklerle mi geçireceğiz? Cesareti
yalnız kafamızda mı yaşayacağız?” sorusu…
Ya da “Peki
yarın, ne kadar?” sorusuna, beş yüz yıl öncesinden W. Shakespeare’den gelen,
“Sonsuzluk ve bir gün kadar!” yanıt ile W. Goethe’nin şu sözleri: “Ey insan,
sen çok büyüksün, çünkü istersen eğer, doğum ile ölüm arasına sonsuzluğu
sığdırabilirsin!”
O hâlde burada
durup anımsatıyorum: “Zorbalık karşısında sessiz kalan herkesin içindeki insan
ölür,” der Wole Soyinka…
İçimizdeki
insan(lık)ı öldür(t)meyeceğiz; sonuna kadar da savunup, haykıracağız avaz avaz:
Turgut
Uyar’ın, “Bu dünyada yediğimiz ekmekler/ içtiğimiz sular/ /karşı koymak
içindir/ kaçmak için değil...”
Hasan Hüseyin
Korkmazgil’in, “Kısa çöp uzun çöpten hakkını alır elbette/ Direnmekle, kurtulmakla…”
Nihat
Behram’ın, “Ve hayatın kararı kesin:/ Son ana kadar onuru koruyanlar yaşayacak/
Söylenecek son söz kahramanca olmalıdır…” dizelerini…
20 Ekim 2014
08:48:20, Ankara.
N O T L A R
[1] 21,
22 Ekim ve 4 Kasım 2014 tarihlerinde DİSK Genel-İş Sendikası’nın Balıkesir/
Ören’de düzenlediği eğitim programında yapılan konuşma… Ören 2014 İşyeri
Temsilcileri Eğitim Seminerleri, DİSK/ GENEL-İŞ Eğitim Dairesi Yay., 2015…
içinde yayınlandı…
[2]
Aldous Huxley.
[3] K.
Marx, aktaran: Ahmet Tonak, “İlk Küresel Kriz Ne Doğurdu?”, Birgün, 3 Mart
2013, s.5.
[4]
Semra Somersan, “Vendetta”, Taraf, 22 Temmuz 2014…
http://www.taraf.com.tr/yazilar/semra-somersan/vendetta/30382/
[5]
Michael Perelman, Neo-Liberalizm ve Kriz, Kolektif, Çev: Barış Baysal, Çiğdem
Çidamlı, Deniz Şimşek ve Levent Aydeniz, Kalkedon Yay., 2008, s.275-284.
[6]
Daniel Altman, “Rantiye Çağının”, Foreign Policy, 21 Temmuz 2014.
[7]
Güven Sak, “150 Yıl Sonra Piketty’den Bir Yeni Das Kapital”, Radikal, 29 Nisan
2014, s.18.
[8]
Thomas Piketty, Capital: The Twenty-First Century, Çev: Arthur Goldhammer,
Harvard Univ. Pres, 2014
[9] “1
Milyon Bebeğin Ömrü Sadece 1 Gün”, Birgün, 26 Şubat 2014, s.14.
[10]
Fikret Başkaya, “85=3.500.000.000 Dünyasında ‘Demokrasi’ Oyunu!”, Kaldıraç,
No:159, Eylül 2014, s.77-79.
[11]
Fikret Başkaya, “Üretmek, Tüketmek, Yok Etmek!”, 28 Haziran 2014…
http://www.ozguruniversite.org/index.php/fikret-bakaya/guenluek/1542-ueretmek-tueketmek-yok-etmek
[12]
Mustafa K. Erdemol, “NASA’nın Son Keşfi: Kurtuluş Komünizm”, Cumhuriyet, 10 Mayıs
2014, s.9.
[13]
“Macaristan’da Evsiz Olmak Suç”, Cumhuriyet, 2 Ekim 2013, s.14.
[14]
“UNICEF: Her 10 Kız Çocuğundan Biri Tacize Uğruyor”, Cumhuriyet, 6 Eylül 2014,
s.3.
[15]
“Mülteciler Gününde Acı Bilanço”, Cumhuriyet, 21 Haziran 2014, s.14.
[16] “Kapitalizm’in
Gerçeği”, Joseph Stiglitz, The Price of Inequality, W.H.Norton&Co. 2012,
2013.
[17]
Utku Çakırözer, “Samir Amin ile Söyleşi ‘Daha Büyük Gezi’lere Hazır Olun’…”,
Cumhuriyet, 25 Ağustos 2014, s.9.
[18]
“Savaşsız Kapitalizm Olmaz”, Çağrı, No:168, Mart-Nisan 2014, s.10-14.
[19]
Yaşar Süngü, “Yaşatmaya 1 Dolar, Öldürmeye 130 Dolar”, Yeni Şafak, 27 Nisan
2014, s.6.
[20]
Sinem Köseoğlu, “Katar Cephaneliği”, Yeni Şafak, 29 Mart 2014, s.10.
[21]
Ahmet Can, “12’den Vurdular”, Hürriyet, 3 Ekim 2014, s.10.
[22]
Neslihan Karataş, “ABD Saldırganlığının Asıl Kazananı Silah Şirketleri”,
Birgün, 8 Ekim 2014, s.5.
[23]
“Savaşın Yoksulları...”, Gündem, 2 Ekim 2014, s.4.
[24]
“Karanlığa Gidiyoruz”, Cumhuriyet, 10 Mayıs 2014, s.13.
[25]
“Amerika Uçurumun Kenarında”, Yeni Şafak, 8 Ekim 2012, s.8.
[26]
Oktay Tercan, Neo-Liberalizm ve Kriz - Kolektif”, 27 Kasım 2008…
http://www.tankitabevi.com/kritik-kitaplar/iktisat/248-krizi-soldan-okumak.html
[27]
Pelin Ünker, “Yeni Krizin Habercisi Türev Balonu Şişiyor”, Cumhuriyet, 31
Ağustos 2014, s.11.
[28]
“Economist: Uyanın Uyurgezerler”, ntvmsnbc, 27 Mayıs 2013…
http://www.ntvmsnbc.com/id/25445235/
[29]
Yücel Özdemir, “Avrupa’nın İşsizler Ordusu”, Evrensel, 6 Nisan 2013, s.11.
[30]
“Avrupa Sokakları Kaynıyor”, Cumhuriyet, 18 Şubat 2013, s.13.
[31]
“İtalya’da 15 Milyon Kişi Ekonomik Zorda”, Evrensel, 25 Mayıs 2013, s.4.
[32]
Seyit Aldoğan, “Çürüyen Kapitalizmin Aynası: Yunanistan”, Evrensel, 25 Kasım
2012, s.8.
[33]
Seyit Aldoğan, “Yunan Sendikacı Yannis Kiriakakis’la Röportaj: Onların
Zenginliği, Bizim Yoksulluğumuz”, Evrensel, 17 Şubat 2013, s.7.
[34]
Yevgeni Zamyatin, Biz, Çev: Mehmet Fehmi İmre, İmge Yay., 2013.
[35]
Karl Marx, Friedrich Engels, Vladimir İlyiç Lenin, Sanat ve Edebiyat, Çev: Aziz
Çalışlar, Evrensel Basım Yay., 1996, s.26.