Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Gizle
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 26 Mayıs 2015
Geçerli Tarih: 19 Mayıs 2024, 18:00
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=21314
ANTROPOLOJİ:
NASIL VE NİÇİN?[*]
SİBEL ÖZBUDUN
“Quaerite et invenietis.”[1]
1) Neden Antropoloji?
Öncelikle insan ve kültür odaklı, çokyönlü bir disiplin
olduğu için antropoloji. Yani hem insana (ve de tüm insanlara) değgin her şeyle
(iktisat, siyaset, hukuk, toplumsallık, kültür, çevre, biyoloji…) ilgilendiği,
hem insan(î) olan her şeyi kapsama alanına dâhil ettiği, hem de anlamlandırma
çerçeveleri arasındaki bağlantılılığı gözettiği için antropoloji. Bir başka
deyişle, sosyal bilimler çoğunlukla görüngü kategorileri arasındaki sınırları
gözetmekle (“bu psikolojinin sorusu - (diyelim ki) bir iktisatçı olarak benim
ilgi alanıma girmez!”) uğraşırken, antropoloji bu sınırların ihlâlini görev
edinmiş bir disiplin. Evet, insan dünyasına değgin şeyleri anlamaya/anlamlandırmaya
çalışırken alanları birbirinden ancak yapay olarak (analitik amaçlarla)
soyutlayabiliriz. Oysa bu gerçeklikte bu alanlar bir bütündür ve de bir arada
işler/etkir. Antropoloji ise bu ilişkinliği, etkileşimi varsayarak başlar işe.
Ama yalnızca bu değil. Antropoloji, tarihsel biçimlenişi
açısından “aşağı”yı, onun dilini, onun zihniyetini anlamaya çalışan bir
disiplin. Yani madunların bilimi: sömürge halkları, yerliler, etnik/dinsel
azınlıklar, işçiler, köylüler, marjinaller, sokak çeteleri, mahpuslar,
yaşlılar… Bir başka deyişle, ne yazık ki hâlâ daha iyi bir terim bulamadığımız
için “alt-kültür” olarak nitelediklerimiz. Bu, onu “madunların/ezilenlerin sesi”
olmaya çok yakın bir pozisyonda tutuyor.
Dahası var: Farklı kültürler arası karşılaştırmalı
yaklaşımıyla, bize “değer” ya da “biricik” bildiğimiz hiçbir şeyin mutlak,
eşsiz olmadığını göstermesi de önemli. Örneğin, küçük ölçekli, barışçıl
hortikültüralistlere baktığınızda pekâlâ devletsiz, göçer çobanlara
baktığınızda AVM’siz yaşanabileceğini görüyorsunuz. Ya da tek dinsel pratikleri
zaman zaman atalarının iskeletlerini topraktan çıkartıp onlara ziyafet çekip,
dans etmek olan Betsileolar’a baktığınızda insanların karmaşık dinsel sistemler
olmadan da yaşayabildiğini anlıyorsunuz.
Ve nihayet, olasılıkla yukarıda söylediklerimle
ilintilendirilebilecek olan, antropolojinin kendi birikimleri ve yönelişi
aracılığıyla ırkçı argümanları çürütmede başvurulabilecek bilimsel söylemlerin
kaynağını oluşturması. Düşünsenize, başlangıçta “tüm insan ırklarını
sınıflandırmak ve yerli yerine koymak” saikiyle (en azından sömürgeci
antropolojinin temel Saiklerinden birisi bu) ortaya çıkan bir bilim dalı, tüm
araştırma ve uğraşlarının sonunda ırkların sınıflandırılmasında nesnel olarak
geçerli olabilecek bir verinin bulunamayacağı sonucuna varıyor. Bugün,
antropolojinin bulgularına başvurmadan ırkçılığa karşı argüman üretmek, pek
mümkün değil.
2) Peki, antropolog kimdir? Ne yapar?
Kanımca antropolog
yalnızca antropoloji tahsil etmiş, bu konuda yüksek lisans, doktora tamamlamış
kişi değildir. Antropolog, kültürler arası sınırları ihlâl etmeyi kendisine mesele
edinmiş kişidir. İnsanların dünyaları arasında sonsuz bir gezinti içindedir;
insanın öğrencisidir.
Peki kültürler arası
sınır nasıl ihlâl edilir? Bunun bir yolu, hiç kuşkusuz “orada” olarak. Bir köy,
kasaba, mahalle, “ıslah”evi, türkü bar, fabrika… ile “dış”ı arasındaki
sınırların nasıl biçimlendiğini, insanların bu sınırlara boyun eğiş ve ihlâl
ediş biçimlerini gözlemlersiniz.
Ama dilerseniz bunu
tarih içinde de yapabilirsiniz: 19. Yüzyıl başındaki İstanbul’da gündelik
yaşamı bugünle karşılaştırabilirsiniz örneğin. Tabii ki gündelik yaşamın
erişilebilir en ayrıntı, en sıradan belgelerine ulaşarak.
Ya da, ne bileyim,
insanların geçimlerini temin ediş biçimleriyle dansları ya da bedenlerini
kullanış biçimleri arasındaki ilişkiler üzerinde durabilirsiniz…
Özetle, antropolog,
kültürel bir alanın “iç”i ile “dış”ı arasındaki ilişkilerin peşindedir.
Yolculuğunun sonunda ise, “iç” ile “dış”ı ayıran sınırların nasıl kültürel
olarak inşa edilmiş olduğunu keşfetmeyi umacaktır.
3) Antropoloji biliminin gelişimi bağlamında düşünecek
olursa Türkiye’deki durumunu nasıl yorumlayabiliriz?
Türkiye’de antropoloji,
bilirsiniz, “Türk”ü bulma çabası olarak başladı. 19. yüzyıl herc-ü mercinin
içinden, göçler, katliamlar, mübadeleler sonucu oluşan demografik karmaşa
içerisinde, kurulan yeni devlete bir “ulus” (ve giderek o ulusa da bir “tarih”)
imal etmek üzere göreve koşuldu. Bu nedenle de ağırlıklı olarak fizik
antropolojiydi: Türk olmanın fiziksel kriterlerinin saptanması ve tarih
içerisinde alabildiğince geri götürülmesi.
Etnografi, ise bu mamûl
ulusa (bu arada bütün ulusların “mamûl” olduğunu belirtmeli…) standart(lar)
getirme işine koşulmuştu; bir bakıma fizik antropolojinin yedeğindeydi. “Türk”ler
hangi alet-edevatları kullanırlar, türküleri nedir, nasıl dans ederler, neye
inanırlar, duygularını, düşüncelerini nasıl ifade ederler, nasıl kız ister,
nasıl evlenirler, ne yer, ne içerler vb…
Kurucu evrenin ardından,
bir süre işlevini tamamlamış addedilerek unutuluşa terk edilen antropolojinin
Türkiye’deki ikinci canlanışı, kalkınma iktisadının gözde olduğu 1960-70’li
yıllar olmuştur. Kalkınmanın yalnızca iktisadî çabalardan (üretimi arttırmak,
köprü, yol, baraj inşa etmek vb.) ibaret olmadığı, sosyo-kültürel boyutlara da
sahip olduğu bilinciyle planlamacı mantık, toplum bilimleri de yardıma
çağırmıştır. Bu dönemde hazırlanan monografilerin çoğu, dikkat ederseniz
sosyo-kültürel değişme üzerinedir: toplumun farklı kesimleri ve yörelerinin
sanayileşme, kentleşme ve yayılan kapitalist üretim ilişkilerine ne denli hazır
olduğu, direnç noktalarının ne olabileceği, el yordamıyla da olsa anlaşılmaya
çalışılmıştır. Hiç kuşkusuz, gerçekleştirilen araştırmaların planlama
aşamasında ne denli yararlı olduğu, araştırma sonuçlarının dikkate alınıp
alınmadığı, apayrı bir soru.
Üçüncü evre ise, öyle
sanıyorum ki ikili -ya da mevcut iktidarı da göz önünde bulundurursak üçlü-
basıncın etkisi altında biçimleniyor. Bunlardan ilki, ülkenin etnik ve kültürel
çeşitliliğinin keşfi. Bir başka deyişle, Türkiye’de antropoloji günümüzde,
kuruluş yıllarında baskılamaya çalıştığı kültürel çeşitliliği keşfetmeye
yönelmiştir: Kürtler, Lazlar, Çerkesler, Araplar, Nusayrîler, Ezidîler,
Karapapaklar, Poşalar, Ermeniler, Romanlar, Rumlar, Pontuslar, Yahudiler…
aklınıza ne gelirse…
Bu, işin bir yönü.
İkinci yön ise, diğer sosyal bilimlerle paylaştığı bir baskı: üniversiteler
giderek piyasanın talepleri doğrultusunda yeniden biçimlendirilirken, piyasaya,
özel sektöre bir girdi sağlamayan bilim dalları giderek değersizleşiyor.
Antropoloji kanımca tam
bu arada, yaman bir çelişki yaşıyor. Az önce de değindiğim üzere, esas ilgi
alanı “madunlar”, “alttakiler” olan bir disiplinin “piyasa”ya
sunabileceklerinin sınırlılığı sorunu. Belki bilirsiniz, uluslar arası finans
kurumları, finansmanına katkıda bulunduğu projelerde antropolog istihdamını
şart koşar çoğunlukla. Bunda, geçmişte kültürel direnç noktalarını hesaba
katmayan projelerin başarısızlığa uğramış olması deneyiminin payı vardır. Bugün
bu tür projeleri yürüten şirketler ise, istihdam ettikleri antropologları,
projelerinden etkilenecek grupların rızasını imal etmekle görevli halkla
ilişkiler uzmanları olarak görmekteler. Bu, antropologu aralarında çalıştığı
insanları aldatma, yanlış yönlendirme ya da ekmeğinden olma ikilemiyle karşı
karşıya bırakıyor.
Benzer bir durum,
kültürü tanımaya gereksinim duyduğunun giderek daha fazla ayırtına varan reklam
sektörünün antropologlardan yararlanmasında da söz konusu.
Bir başka deyişle, antropologun
piyasaya eklemlenmesi yönündeki itim, onu ağır etik sorunlarla karşı karşıya
bırakıyor.
Ve üçüncü yön, Türkiye
akademik camiasında son on yılda ağırlaşan muhafazakârlaşma/dinselleşme
basıncı. Şimdilik çatışma antropolojinin vazgeçilmezi olan Evrim Kuramı
çerçevesine yerleşiyor gibi görünse de, kendisi çeşitliliğin bilimi olan ve
göreciliği va’zeden antropolojinin, kendi doğasından ödün vererek “tekçi”
dayatmalara boyun eğip eğmemesine dayanacak yakın bir süre içerisinde sorun.
Çarpıcı bir örneği, ders verdiğim bir alandan, din antropolojisinden vereyim:
Öğrencilerime birer antropolog olarak, diyelim ki Pueblo yerlilerinin senkretik
inançları, Inuitlerin animistik pratikleri, Mbutilerin ormanın kudretine olan
imanları ile İslâm dini arasında “ilerilik-gerilik” ya da “gelişkinlik-ilkellik”
açısından herhangi bir fark olmadığını, din antropolojisi açısından her birinin
eşit ölçüde “din” olduğunu anlatırken, Türkiye’de iktidar partisinin giderek
yaygınlaştırdığı “hakikât rejimi”yle çelişiyorum. Ve bir gün bunun yasal
yaptırımıyla (ya da hangi biçimi alacağı öngörülemez bir “mahalle baskısı”yla
karşılaşmayacağından emin değilim.
4) Türkiye’deki
antropoloji eğitiminin geçirdiği evreleri de ele aldığımızda şu anki durumunu
nasıl değerlendiriyorsunuz?
Hiç kuşku yok ki antropoloji eğitimi de, yukarıda çizmeye
çalıştığım çerçeveden bağımsız değil. Antropoloji disiplininin ürettiği bilgi,
piyasanın talepleriyle çok sınırlı ölçülerde örtüşebiliyor. Kamu sektörü ise
antropologun yapabileceği katkılardan pek yararlanamadığı için -Türkiye’de
devlet yöneticileri, özellikle de sosyal bilimler söz konusu olduğunda, “sosyolojinin
de, psikolojinin de, kültürün de en iyisini ben bilirim” zihniyetinde, ve de
toplumsal sorunları ya silah zoru ya da kooptasyonla çözümleme
alışkanlığındadır- antropoloji bölümlerinin mezunları -konularını ne denli
severlerse sevsinler- işsizlik ve alanlarının dışındaki sektörlerde çalışmak
seçenekleriyle karşı karşıya kalıyor. Bu ise, son dönemlerde alanın eskiye
oranla çok daha fazla popülarite kazanmış olmasına karşın, antropoloji
bölümlerine olan ilgiyi azaltıyor. Gerek öğretim elemanları, gerekse
öğrencilerde bir hevessizlik halet-i ruhiyesi yaratıyor bu durum.
Şöyle söyleyeyim, bu ülke, her şeyiyle antropolojik
araştırmalar açısından bir cennet. Nereye elinizi atsanız, birbirinden ilginç,
birbirinden çekici konularla karşılaşırsınız. Dahası, antropologların düğüm
düğüm olmuş toplumsal sorunlarımızın -haydi şimdilik çözüm demeyelim- ama en
azından anlaşılmasında muazzam katkıları olabilir. Tarım politikalarından
enerji santralleri inşaatına, Kürtlerin taleplerinden kentsel dönüşüme, aile
içi şiddetten nefret suçlarına, antropologların katkıda bulunamayacağı bir alan
yok… Ama bunun için yönetim kadrolarının toplum bilimlerin önem ve işlevleri
konusunda çok daha duyarlı, akademik camianın ise postmodern sinizismden biraz
daha uzak olması gerekiyor.
5) Bir antropolog ne kadar nesnel olabilir?
Antropolojik -ya da
toplumbilimsel- nesnellik, hiç kuşkusuz ki pozitivist metodolojilerin
matematiksel kesinliğine ulaşma iddiasından farklı bir şey. Antropolog, belirli
bir kültürün içerisinde biçimlenmiştir; araştırma sürecinde ise
kendisininkinden farklı bir kültür içerisinde yol almaktadır; ve bu süreç
içerisinde kendi kültürel değerlerinin (giderek, epistemolojisinin) dışına
bütünüyle çıkması mümkün değildir. Ama şu soru da önemli: bu ne kadar
gereklidir? Yani bizimkinden farklı bir kültürün örüntülerini anlayabilmek için
illa kendi kültürümüzün “dış”ına mı çıkmalıyız?
Bence tam tersi, -bilincinde
olarak- belli bir kültüre dahil olmak, bize (herhangi) bir kültüre dahil
olmanın ne olduğunu öğretir. Bir
örnek vermek gerekirse, bir dili bilen bir kişinin başka bir dili öğrenmesi,
hiçbir dili konuşamayan bir kişiden çok daha kolaydır. Çünkü bir kültüre
sahip/ait olmak, bilinçli ya da bilinçsiz, kültürün öğrenilebileceğinin
bilgisidir. Farklı bir kültürel ortama dahil olan herkes bunu deneyimler: “Biz
böyle yapmayız; biz öyle davranmayız; biz bunu demeyiz…” Farklılığın ayırtına
varmak, aynı zamanda ötekini anlayabilme olasılığının da başlangıcıdır. Antropolog
bunu temrinli olarak yapar; onun temrininin en önemli yönü, kendi kültürünün en
üstün ve/veya en değerli olduğu görüşü, yani etnik merkezciliğe karşı her an
uyanık olması gerektiğine dair edindiği bilinçtir.
Öte yandan, sosyal
bilimler, doğa bilimleri gibi laboratuar ortamlarında çalışmasalar da, yani
etkenleri yalıtlama olanaklarından yoksun olsalar da, çoğul nedensellikleri ve
etkileşimleri içerisinde toplumların genel yönelişleri konusunda bir takım
sonuçlara varabilmekte ve öngörülerde bulunabilmektedir.
6) Geçmişte ve
günümüzde antropolojinin ideolojilerle, siyasetle ilişkisi nasıl olagelmiştir?
Kim, ne siyasetin,
ideolojinin dışında kalabilir ki? Bana kalırsa, sosyal bilimciler siyasetin,
ideolojinin dışında kalma iddiası gütme yerine -çünkü bu mümkün değil-
etkileşime girecekleri, destekleyecekleri ideolojileri bilinçli olarak seçmeli
ve bunu meslektaşlarına, okurlarına, öğrencilerine açıkça ilan etmelidirler. Bu
anlamda, ve bir önceki sorunuzla bağlantılı olarak, ben “nesnellik” ile
“yansızlık”ın farklı konular olduğunu düşünüyorum. Konusu insan(lar) olan
sosyal bilimlerde nesnellik, doğa bilimlerinden farklı olarak tanımlanmak ve
sınırlılığının bilincinde olmak koşuluyla belirli bir dereceye kadar mümkün
iken, “yansızlık”, yani politika/ ideoloji-üstü olma savı karşılıksızdır.
Birkaç nedenle:
Öncelikle, antropolog
kendisini istihdam eden kurumun (kamu, özel, STÖ…) konum ve niyetleri
bağlamında konumlanmaktadır. Araştırması ve vargıları belirli bir niyet
doğrultusunda kullanılacaktır: bir ilaç şirketi adına bir bölgede geleneksel
sağaltımda kullanılan şifalı bitkilerin envanterini çıkartırken de, çok-dilli
eğitim programlarının hazırlanmasına katkıda bulunurken de, HES inşaatlarına karşı
köylülerin neden direndiğini araştırırken de, piyasaya yeni çıkacak bir çayın
kültürel olarak nasıl daha çekici kılınabileceğine bakarken de… bir politika
açısından hareket etmekte ve bir ideolojiye hizmet etmektedir.
İkinci olarak,
antropologun içinde çalıştığı insan toplulukları da toplumsal ve siyasal olarak
eşitsiz konumlara bölünmüştür genellikle. Antropolog kesimlerden birini
-üstelik de kasıtsız olarak; diyelim ki kendisiyle ilişkiye geçmeye en fazla
gönüllü olanlar, bu kesimin mensupları olduğu için, ya da kendi yaş ve
cinsiyetinin yarattığı ünsiyet nedeniyle...- aşırı ölçüde temsil ederken,
diğerlerini bastırabilir, görünmezleştirebilir. Birileri çıkıp da dert edinene
dek antropologların Batı-dışı bağlamlarda yaptıkları araştırmalarda yerli yetişkin
erkeklerin kadınlar ve gençlere oranla aşırı ölçüde temsil edilmesi örneğin,
antropolojinin ideolojinin dışına kaçamayacağına bir örnektir.
O zaman, siyaseti de,
ideolojiyi de eleştirel ve bilinçli bir tarzda seçmek gerek. Nihayetinde,
kadınlar ve gençler arasında çalışmayı seçmek, ya da geleneksel şifalı
bitkilerini Çokuluslu şirketlere kaptırmak istemeyen yerel toplulukların, HES
inşaatıyla topraklarını, yerlerini yurtlarını, ya da geçim kaynaklarını
yitirmekten endişe duyan köylülerin, piyasanın yaşamın her alanını istila
etmesine, her şeyi içine almasına karşı direnenlerin seslerini duyurmayı seçmek
de ideolojik bir tercih değil midir?
5 Şubat 2015
10:44:11, Ankara.
N O T
L A R
[*] Antropolog
Dergisi, No:1, Mayıs-Haziran 2015…
[1] “Arayın
ve bulun.”