Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 20 Mart 2015
Geçerli Tarih: 02 Mayıs 2024, 17:48
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=20758
ALÂEDDİN’E BİR DİLEK VE TELAFİNİN GELECEĞİ[1]
ERIC
NAZARIAN
Bugün burada
olduğunuz ve beni davet ettiğiniz için teşekkür ederim. Çocukken Alâeddin
masalını severdim. Hangi çocuk üç dileğini yerine getirecek şişedeki bir cini
istemez ki? Okuldan eve yürürken hayalimdeki bu cinle sohbetlerimi
hatırlıyorum. Gizli defterime yazdığım bir dilek listem vardı. Dileklerim
çeşitliydi. “Keşke kanatlarım olsaydı ve uçabilseydim” şeklindeki çocukluk
dileğim biraz büyüdüğümde Sophia Loren’i öpmek ve Charles Aznavour gibi şarkı
söyleyebilmek şeklini almıştı. 2007’den bu güne kadar cinden gerçekleştirmesini
istediğim dilek aynı kaldı: Keşke hepimiz bugün Hrant’ın suikastının 8. yılı
anmasını değil de, Hrant’ın Nobel Barış Ödülünü almasını onunla beraber
kutluyor olsaydık.
Alâeddin, Tom
Sawyer ve Hovhannes Toumanian’ın büyüsü altındaki o çocukluk günlerinden bu
yana çok şey değişti. Masallar, klasik Hollywood filmleri, şiirler ve resimler
bunların tümü ailemin ve büyükbaba ve büyükannemin Los Angeles’daki evindeki
akşam yemeği masasında hayat buldu. Ailem Tahran’da doğdu, ben Ermenistan’da
doğdum, erkek kardeşim de Hollywood’da doğdu. Ermenistan’da bir deyişimiz
vardır: vorteghits vortegh. “Nerden nereye geldik”. İşte bu Ermenilerin ebedi
hikâyesidir.
Babamın ayak
izlerini takip ederek, onun gençliğinin filmleri ile kitaplarına aşık oldum ve
bir film yapımcısı ve yazar olmak için büyüdüm. Siyah beyaz resimler evimizin her
yerindeydiler. Marlon Brando, Stanley Kubrick, Simone Signoret, Albert Camus. Bu
efsaneler bizim işçi sınıfı apartmanımızdan dünyaya açılan pencereler hâline
geldiler ve hatta aynı zamanda çok yakın ve akraba gibi görünmeye başladılar. Bu
resimler ilham verici ve güzeldi ve aileye ait anlamına gelen “Harazat”
kelimesinin içeriğini karşılıyorlardı.
Hatırladığım
anılardan en eskilerinden bir tanesi aile evimizin duvarında yan yana duran
Charlie Chaplin’in ve Ağrı Dağı ve Küçük Ağrı’nın resmileriydi. Kahkaha ve
görkem yan yanaydı. Hatırladığım diğer bir imaj bir resim ya da film değil. Bu
imaj akrabalarımın ezberden okudukları muhteşem Yeghishe Charents’e ait bir
şiirde geçen bir kelime. Bu kelime “Arevaham”. Bu kelime tam anlamıyla tercüme
edildiğinde “ güneşin tadı” anlamına geliyor fakat dürüst olmak gerekirse
tercüme esnasında anlam kaybı oluyor. Bu kelimeyi hiçbir zaman unutmayacağım
çünkü bu kelimenin bende yaptığı çağrışım “güneşin tadı - kuru kayısı”. Bu
çağrışım tam da küçükken Ermenistan’ın benim için ne olduğunu anlatıyor - geldiğimiz
yer, bol güneşli kadim bir cennet. Bu şiirleri bana Charents öğretti, şiir de
resim gibi, tıpkı film ve müzikte olduğu üzere, şeyleri görmemizi ve
hissetmemizi sağlayabiliyordu. Bir çocuk olarak bu kelime ve babamın en çok
sevdiği sanatçıların imajları ve bunlara ilaveten Martiros Saryan, Hakop
Hakopian, Federico Fellini ve Hovannes Aivazovsky günlük yaşamlarımızı
aydınlattı. Ev ödevi öncesinde, akşam yemeğinden sonra kahve ve sigara içme
zamanı boyunca bu efsanevi sanatçıların hikâyeleri, resimleri ve VHS videoda
izlenen filmleri Glendale’daki küçük dairemizi zenginleştirmeye devam etti.
Sanat dünyaydı ve müzik tüm kültürleri bağlayan evrensel bir bağ idi. Bunlar
bir çocuk olarak bana öğretilen derslerdi. Kültürü, sanatı, bilgiyi,
yaratıcılığı sevmek ve bir küresel vatandaş olarak sınırların ötesine geçmek...
Daha sonra tüm
Kafkasya dillerinde besteler yapan ve şarkı söyleyen Ermeni ozan ve aşık Sayat
Nova’yı öğrendim. Kani Vor Janim, Yar Ki Ghurbanim şarkılarını…
Bu
şarkılardaki ses, müzikal tını, ağıt ve derin ruh her zaman tüylerimi diken
diken etti ve içimde adlandıramadığım bir gençlik melankolisi uyandırdı. Aralarında
Henri Cartier Bresson, Ara Güler’in bulunduğu, haklarında birçok şeyi babamdan
öğrendiğim muhteşem imaj makerların ve dünyanın mükemmel foto muhabirlerinin
resimlerindeki ve Sayat Nova ve Gomidas’ın müzik örtüsündeki üzüntüde, insanın
içini sarmalayan bir sıcaklık vardı.
Amerika’daki
“Arevaham” çocukluk dönemim boyunca yaşadığım balayı, gençlik yıllarımda,
Elizabeth Taylor’un çok iyi düzenlenmiş büyüleyici fotoğraflarına, Martiros
Saryan’ın tuvalindeki canlı yağlı boya tablolara ve Cartier-Bresson’un Parisli
fragmanlarına hiç benzemeyen farklı bir imajı keşfettiğimde kaçınılmaz şekilde
sona erdi. Gençlik yıllarımın imajı birbirleri üzerine yığılmış ve kafaları
kesilmiş 8 Ermeni’nin soluk ve pürüzlü siyah beyaz bir fotoğrafıydı. Bu Ermeni
Soykırımını ve 24 Nisan 1915’de neler olduğunu öğrendiğim zamandı. Bu resim
bilincimde pandoranın kutusunu açtı. Bir daha asla fotoğraflara aynı şekilde
bakmayacaktım. Bu resmi çeken fotoğrafçı Ara Güler veya Yousuf Karsh veya
Cartier-Bresson değildi. Objektif kapağını kaldırıp resmi çeken ve farkında
olmadan 100 yıldır yol almakta olan ve hatta biz bu dünyadan göçtükten çok
sonraları dahi gelecekte yol almaya devam edecek olan, tasavvur edilmesi imkânsız
bir dehşeti resmeden bir fotoğrafı ölümsüzleştiren meçhul bir kişiydi.
Ve bu
fotoğrafla göz temasımın kurulması ile Ermeni Soykırımının uçsuz bucaksızlığı
ve soykırımın küresel çapta anlık ve uzun vadeli etkilerini içeren acı verici
ve bitmez tükenmez bir eğitim sürecini kapsayan, 20 yılı aşkın bir süredir, tam
bugüne kadar devam eden psikolojik ve kişisel bir yolculuk başladı. Armin T.
Wegner adını ve çeşitli illerde tanıklık ettiği tehcirin gizli bir şekilde
çekilmiş fotoğraflarını öğrendim. Her bir resim, içinde, kim olduklarını veya
sonuç olarak başlarına neler geldiğini bilmemizin mümkün olmadığı insanlara
dair çok daha büyük bir hikâyeye ait bir parçayı anlatıyordu.
Armin Wegner
ve bugüne kadar kim olduğu anlaşılamayan meçhul fotoğrafçı sayesinde 100 yıl
önce bu topraklarda neler olduğunu gösteren görsel dokümanlara sahibiz.
Fotoğraflar üzerinden yaptığım araştırmada daha derinlere indikçe, hikâye
dağları daha da büyüdü ve kendimi pek çok anlatıdan oluşan bir labirentinin
içerisinde buldum. Korku üstüne korku. Sağ kalanlar üstüne sağ kalanlar.
Yetimler üstüne yetimler. Soykırım cehenneminden kaçmayı başaran dünyanın başka
yerlerindeki insanlar benzer hikâyeler anlattılar. Bu kişileri kitaplardan,
mektuplardan ve Amerikalı ve Avrupalı misyonerlerin telgraflarından, sağ
kalanların büzüşmüş gözlerinden ve belgesellerde sessizlikleriyle ciltler
dolusu şey anlatan, sağ kalanların soyundan gelen kişilerden keşfettim. Adana’dan
Beyrut’a ve Los Angeles’e… vorteghits vortegh (nerden nereye geldik).
Gençlik ve
üniversite yıllarına vardığımda bilincim apaçık bir şekilde bir karpuz gibi
ikiye ayrılmıştı: bir tarafta çocukluğumun selüloit kahramanları ve herkesin
mutlu ve seksi olduğu Hollywood düş fabrikasının cazibesi vardı. Diğer tarafta
ise Osmanlı İmparatorluğunun tepelerinde, vadilerinde ve çöllerinde yok edilmiş
bir buçuk milyon Ermeni insanın yaşadığı kadim Tarihi Ermeni cennetleri
üzerinde dolanan karanlık.
Okuduğum
okuldaki Amerikalı öğretmelerim Sayat Nova veya Komitas (Gomidas) veya
“Arevaham” kelimesini bilmiyorlardı. Ermeniler hakkında bildikleri her şey
Amerika’da 1. Dünya Savaşı Sonrasında tohumları atılmış, yirminci yüzyılda
devam edip günümüze kadar gelen pop kültür söylemine indirgenmiş (küme
düşürülmüş) şeylerdi. Okulda Ermeniler konusu ele alındığı zaman, öğretmenlerim
“Çocukken, yemeklerimi tamamen bitirmediğim zaman büyük annem hep AÇLIKTAN ÖLEN
ERMENİLERİ hatırlatırdı” şeklindeki bir ifadeyi ilgisiz bir hâlde söylerlerdi. Bu
üç kelimeyi her duyduğumda, içimden, gömülü hâlde tutmaya çalıştığım yakıcı bir
aşağılama duygusu fışkırıyordu. Ama bu duyguları içimde gömülü hâlde tutmayı
başaramıyordum. Bir keresinde sınıftan ağlayarak dışarı koştuğumu hatırlıyorum.
Evde, babacığımın dolması ve safran pilavı ile tıka basa doymuş bir hâlde yemek
masasına gözlerimi diker bakardım ve Der Zor çölündeki kemik dağlarına kafa
yorardım. Neden Türkler kadınlara ve çocuklara bunu yapmışlardı? 8 Ermeni
kellesinin fotoğrafını kim çekmişti? Gömülmüş görüntüler neticede halkımın hikâyesini
anlatma isteğini yarattı ve neyse ki sinema vasıtasıyla katarsis olanağını
buldular.
Ve işte 2015
yılındayız, Soykırımın başlamasından bu yana 100 yıl geçti. O zamanlar
Ermeniler Musa Dağının üzerinde yaşamları uğruna savaşıyorlardı. Ve bundan
sadece birkaç ay önce, Yezidiler Sincar Dağında hayatta kalmak için savaşmaya
zorlanıyorlardı. Çok şey değişti ve maalesef çok şey aynı kaldı. Geçen birkaç
yılda Ortadoğu’nun aldığı bu bataklık hâli içerisinde, bir hikâye anlatıcısı
olarak son dönemde rolümün ne olduğunu çok merak ediyorum. Çile görüntüleri
üzerinden anlatı oluşturmamızın sebebi nedir? Aynen 1915’te Ermenistan’da
olduğu gibi on binlerce insan yerinden yurdundan edilirken, sürgüne
gönderilirken ve sınır dışı edilirken hikâyeler ve imajlar fark yaratır mı? Ermeni
Soykırımının 100. yıldönümüne işaret eden bu çok kritik yıl boyunca imajların
ve hikâyelerin önemi nedir? Yarın, unutulmaktan kaynaklanan acı ve öfkemizle
yüzleşmek için bize yardım edebilecek ve bizi iyileştirebilecek hangi imajlar
ortaya çıkacak?
Bir Ermeni
olarak, kendi hikâyelerimizi anlatıyoruz ve unutulmaması için imajlar
yaratıyoruz. Gelecekteki jenerasyonlara ait isimsiz gezginler için kurbanları
anmak ve ölümsüzleştirmek adına taş ve harçtan dünya çapında anıtlar inşa
ediyoruz. Gelecekte gerçekleşmesi olası soykırımların önüne geçme umuduyla,
Soykırım barbarlığı konusunda sahip olduğumuz bilgiler ve koruyuculuk tavrı
vasıtasıyla hikâyeleri filme çekiyoruz, mürekkebi kâğıda geçiriyoruz ve soluk
siyah beyaz Armin Wegner fotoğraflarını dijitalleştiriyoruz. Biz aynı zamanda, 1939
yılında Polonya işgalinin arifesinde Hitlerin örnek olarak kullandığı,
insanlığa karşı işlenmiş muazzam bir suç için de adalet arıyoruz. Bu, insanlığa
karşı işlenmiş tam da aynı suç Raphael Lemkin adlı genç avukatın “Soykırım”
sözcüğünü türetmesi için itici bir güç olmuştu.
İmparatorluklar
ve krallıklar dünya üzerinde, geçici güç yapılarına dayanan ve sürekli değişen
sınırlar çizerler fakat gerçek zamana, yağmalamaya ve adaletsizliğe hiç önem
vermeden kemikleşmiş ve dokunulmaz olarak kalır. Adalet, iyileşme ve silme
tehdidine dair konular, soykırımdan bu yana dünya çapında Ermeni psişesini (ruhunu)
merkez alan konulara evrildiler. Ve bu durum, bize yasaklanan anavatanımızın
parçalanmış kökleri içerisinde sağlıklılığa dair bir şeyler bulmak üzere sanatımızın,
müziğimizin, resimlerimizin, şiirlerimizin ve günlük arzularımızın bilgi
kaynağını oluşturdu. Bir veya birkaç yüzyıldır, Akdamar, Palu, Soradir, Sason,
Bitlis, Kars, Muş ve Diyarbakır’daki taş yapılar hikâyelerimizi anlatmaya ve
geçmişin hiçbir zaman unutulup gitmeyeceğini ve gerçeğin geçmişin içinde
bulunacağını anlatan bir vasiyetname olarak ayakta kalmaya devam ediyorlar.
Ankara’ya Los
Angeles ve Bolis üzerinden bugün geldim. Türkiye’ye ilk defa 2010 yılında,
Unutma Beni İstanbul (Do Not Forget Me İstanbul) adlı bir antoloji için,
İstanbul Ermenileri hakkında bir film yapmak üzere davet edildiğimde gelmiştim.
Filmim, Yunanca ismi Konstantinopolis’ten türetilmiş İstanbul’un Ermenice
karşılığı olan “Bolis” adını taşıyor. Bir kez daha, bir hikâye anlatıcısı
olarak unutulmamış ve belleğe dair konulara çekildim. Filmi eski Bolis’e bir
aşk mektubu olarak yapmak istedim. “Eski Bolis”, büyük babasının Tellalzade
adını taşıyan bir caddedeki ud dükkânının tek bir fotoğrafı ile Kadıköy’e
dönen, çelişkili duygulara sahip bir ud ustası Diaspora Ermeni’sinin
gözlerinden görülüyordu.
İstanbul’a
iniş yapmadan hemen önce, Boğaziçi semalarında uçağın içerisinde sessiz bir
panik atak yaşadım. Zihnim, o karanlık Nisan gecesinde tutuklanan ve trenlerin
içerisinde, iç kısımlara doğru sürülen Gomitas, Daniel Varoujan, Siamanto,
Krikor Zohrab’ın imajlarının akınına uğradı. Gecenin içinde kaçmayı başaran
Zabel Yesayan’ı düşündüm… “Açlıktan Ölen Ermeniler” sözünü dile getiren
Amerikalı öğretmenlerimi düşündüm… Der Zor’daki kemik okyanusunu düşündüm…
Soykırımın merkez üssüne geri dönmekle ne halt ediyordum?
Yanıt, trajik
şekilde basit ve günceldi. Hrant Dink. Savunduğu şey ve paylaştığı acılar
hayatımdaki üçüncü aydınlanma hâline geldi. Onu çok sevdiği şehri görmeye
gereksinimim vardı. Şehri ilk kez kuşbakışı görmemle yaşadığım sessiz paniğe
rağmen İstanbul’un havasını teneffüs etme ihtiyacı duyuyordum. Yere indik. Fakat
çok hızlı bir şekilde arkadaş olduğumuz ve soykırımın, büyük babasının
Kadıköy’deki müzik dükkânını bulmakla görevli ve ud çalan bir Diaspora Ermenisi
üzerindeki uzun vadeli etkileri hakkında bir film yapmaya dair sinematik
görevimi fark etmeme yardımcı olan bir grup film yapımcısı ile birlikte
İstanbul’un sokaklarında dolaşırken büyük bir korku ve endişe üzerime çullandı.
Filmin karakteri artık var olmayan bir şeyi bulmak için arayış hâlindeydi ve
sonuç olarak beklemediği bir şey buluyordu - kısa bir dostluk ve empati anı. Muhtemelen
film benim kendi yolculuğumu yansıtıyordu. Buraya eski Bolis’in yankılarını
bulmaya geldim. Fakat gerçekte empati arıyordum. Hrant’ı arıyordum.
Filmde,
Armenak adındaki başkaraktere başka bir karakter İstanbul’u sevip sevmediğini
sorar. Armenak birbiri ile çatışan hislerle şöyle cevap verir: “Burada 1915’de
neler olduğunu unutmama geçmişin şeytanları hiçbir zaman izin vermeyecekler”.
Bu kadim şehre dönen Ermeniler olarak bizler, yüzeydeki coğrafyanın görkemini
görüyoruz fakat başımızı çevirdiğimiz her yerde, ilk olarak, kolektif bilinçten
ve tarih kitaplarından silinmiş olan yüzlere, yerlere ve tarihlere dair gömülü
görüntülerin (hayaletlerin dadanmasına maruz kalıyoruz) dehşet uyandırıcı
akınına maruz kalıyoruz.
Bu nedenle,
Hrant’ın izinden giderek, hikâyeleri anlatmak ve anlatılan hikâyeleri izlemeye
devam etmek, şimdi her zamankinden daha fazla önemlidir. Hikâye anlatıcılığı
vasıtasıyla, Kürtler, Yahudiler, Süryaniler ve Ermenilerden oluşan bölgedeki
azınlıkların tahrip edilmiş ve derinlere gömülmüş tarihlerine dair gerçeği
kirleten yalanları doğrular hâline getirebiliriz.
Ve
hikâyelerimiz anlatırken, ihtiyaçları besleyip karşılıyoruz ve umarım ki
adalete ulaşmak yolundaki ilk adımları gerçekleştiriyoruz. Hikâyelerin
anlatılması bir protesto olduğu gibi aynı zamanda da bir sivil başkaldırı
hareketidir.
Irkçılık,
sürgün, yerinden etme, adaletsizlik, soykırım belaları yüzünden hâlâ acı
çekmekte olan, bu bölgenin ve tüm dünyanın erkek ve kadınlarının, susturulmayı
reddederek, insanlıktan çıkartılmayı reddederek, unutulmayı reddederek,
anlatılması gereken tüm gerçeği daha yüksek sesle ve daha kararlı ve açık bir
şekilde söylemeleri cesareti bulduğum yerdi.
Bu geçen
yılda, tarihin kırık pikabı kendisini tuhaf ve çirkin yollarla tekrarlıyor. Umuyorum
ki, sivil toplum örgütleri ve açık kalpler vasıtasıyla ve yerli azınlıkların
acılarının sulandırılmasını ve tahrif edilmesini reddetmek suretiyle, yalanları
yok eden bilgi, empati ve açık kalplilikle Ermeni, Rum ve Süryani
soykırımlarının inkârıyla ve hoşgörüsüzlükle savaşan ve 100 yıl boyunca bu
topraklardaki tarihimiz olan kabusa uyanan vatandaşların içlerinde, yeni bir
uyanış ve daha derin bir adalet bulunabilecektir.
Bugün,
kendimi, çocukluğumun cininin yeniden omzumun üzerinde hayata dönebileceğine ve
yarın için bir dilek dileyebileceğime dair ikna edebilseydim eğer, dünyadaki
her çocuğun Hrant Dink isimli güzel insanın hikâyesini bilmelerini ve Hrant’ın
barış ve samimiyet mesajını kalplerimize ekilmesini ve gerçek, adalet ve empati
vasıtasıyla hakiki barışma yolunda bize yardım etmesini ve kılavuzluk yapmasını
dilerdim. Dicle ve Fırat’ın anıları çok uzundur ve kalem her zaman kılıçtan
daha keskin olacaktır.
N O T
L A R
[1]
‘Ankara Düşünceye Özgürlük Girişimi’nin 17 Ocak 2015’de Ankara’da (Türkiye),
“Hrant, 1915 ve Adalet” başlığıyla düzenlen konferansa sunulan tebliğ… Türkçeleştiren:
Pınar Ömeroğulları… Newroz Yıl:8, No:264, 2 Mart 2015…