Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 11 Mart 2015
Geçerli Tarih: 01 Mayıs 2024, 22:50
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=20677
EKİM DEVRİMİ, SOSYALİZM, KADINLARIN KURTULUŞU[1]
SİBEL ÖZBUDUN
“Mutfaktan
çıkmayan kadının,
devlet
yönetmeyi öğrenmesidir devrim.”[2]
Ekim Devrimi’nin ebeliğini yaptığı Sovyetler
Birliği’nde kadınların yaşamlarında yol açtığı devasa değişimlere göz atmaya
başlamadan önce, Çarlık Rusyası’nda toplumsal koşullara ve kadınların
konumlarına kuş bakışı da olsa göz atmakta yarar var.
EKİM DEVRİMİ VE KADINLAR
Çarlık Rusyası, kastlaşmış, kireçleşmiş, hiyerarşik
bir sınıf yapısından malûldü. Toplumsal piramidin tepesinde soylular yer
alıyordu: büyük dükler, yüksek prensler, prensler, kontlar, baronlar vb. Onları
dvoriane (toprak sahipleri), meschiane (kentliler) ve krestiane
(“Hıristiyanlar” = köylüler) izliyordu. Çarlık Rusyası, devlet dini olan Grek
Ortodoks Kilisesi’ne dayalı teokratik bir toplumdu; Çar Kilise hiyerarşisinin
de tepesinde yer alıyordu. Diğer mezhep ve dinler (Katolikler, Protestanlar,
Yahudiler, Müslümanlar) açık bir ayırımcılıkla karşı karşıyaydı.
Toplum gelir uçurumuyla yarılmıştı; aristokratlar,
toprak sahipleri, tacirler ve sanayicilerden çoğu muazzam servetlere
hükmederken, zanaatkârlar, küçük memurlar, esnaf, işçiler yoğun bir yoksulluk
içinde sürdürmeye çalışıyorlardı yaşamlarını. Nüfusun yaklaşık yüzde 80’ini
oluşturan köylülerin durumu ise, tek kelimeyle felaketti; dönemsel kıtlıklar,
kuraklıklar her seferinde aralarından milyonlarcasını alıyordu. Ekilebilir
toprakların büyük bölümü Kilise, Taht ve aristokratlara ait olduğundan, küçük
köylüler kıt ve zor yaşam koşullarına mahkûmdu.
Böylesi bir toplumsal yapıda kadınlar, kuşku yok ki
kendi sınıflarının yazgısını paylaşmaktaydılar: süs bebeği muamelesi gören -ve
evlilikleri genellikle soylu aileler arasında bir ittifak stratejisi
oluşturduğundan eş seçimi konusunda söz hakları bulunmayan- aristokrat
kadınlar; kız çocukların ataerkil ailelerinin mülkü sayıldığı, çoğunlukla
okur-yazar dahi olmayan, hukuksal özne olmayan meschiane kadınlar; hemen
hiçbiri okur-yazar olmayan, yaşamları dinsel buyrultuların boyunduruğuna
teslim, yoksulluk ve yoksunluk içindeki yaşamlarını ağır işçilikle geçiren
köylü kadınlar…
Çarlık Rusyası’nın en “özgür” kadınları, çoğunluğu
yoksullaşmış toprak sahibi ailelerden gelen, kentli serbest meslek sahibi,
aydınlanmış intelligentsia’nın kadınlarıydı. Yasal olarak olmasa da, fiilî
olarak oldukça özgür bir konumdaydılar; eğitimliydiler ve toplumsal yaşama
etkin biçimde katılıyorlardı. Örneğin 1913 yılında Rusya’da tüm doktorların
yüzde 10’u, tüm öğretmenlerin yüzde 8’i kadındı. Çarlık Rusyası’nın en önemli
kültürel armağanı çok sayıda kadın yazar, şair, sanatçı ve balerin, bu zümreye
dâhildi. Hiç kuşku yok ki, XX. yüzyılın ilk onyılında Rusya’yı derinden sarsan
Narodnik ve ikinci onyıla damgasını vuran Bolşevik hareket içinde öncü
konumdaki kadınlar da…
Ve nihayet, Ekim Devrimi’nin gövdesini oluşturan işçi
kadınlar… Rusya’da sanayi proletaryası, sanayi devriminin ülkeye ulaştığı
XVIII. yüzyıl ortalarına doğru ortaya çıkmıştır ve Avrupa’da olduğu gibi,
öncelikli olarak topraksızlaşmış köylülerden oluşur. Rusya’da erken sanayi
dönemi işçilerin, ama en çok da Rusya burjuvazisinin çok daha düşük maliyetli
olduğunu erken bir dönemde sezinleyip üretime çektiği, atölye ve fabrikalarda
istihdam ettiği, ya da evlerinde parça başı olarak çalıştırdığı kadın ve çocuk
işçilerin insafsız sömürüsü üzerinde yükselmiştir. Sefalet ücretleri
karşılığında günde 13-14 saat çalıştırılan yetersiz beslenmiş, çelimsiz, bitkin
bir kadın-çocuk işçi ordusu…
Ne ki Lenin, kadınların sınaî üretime çekilmesini
nihaî kertede olumlu bir adım olarak görmektedir. Böylelikle, üretken olmayan
ev-içi kölelikten kurtulmalarının önü açılmaktadır. Ve bu durum, “prekapitalist
toplumsal ilişkilerin ataerkil devinimsizliğiyle karşılaştırma kabul etmeyecek
kadar iyidir.”[3]
Birinci Dünya Savaşı patlak verdiğinde, Rusya sınaî
işçilerinin durumu, erken döneme göre biraz düzelmiş olsa da Avrupa’nın en kötü
koşullarda çalıştırılan işçileridir. Kadınların da ailelerini geçimine katkıda
bulunmak için en ağır koşullarda çalışıyor olması, onlara kendi sınıfları
içinde saygın bir konum sağlamaktaydı.
Ne ki, hangi sınıftan olursa olsun, eski Rusya’nın
tüm kadınları, yasal haklardan yoksundu. Özel alan, yani aile ilişkileri
tümüyle Kilise’ye tevcih edilmişti; Slav bölgelerinde Ortodoks Kilise (nüfusun
yüzde 80’i), Müslüman bölgelerinde İslâm konsilleri, diğer azınlık cemaatler
ise kendi şeriatları çerçevesinde yaşamaktaydılar. Çarlık Rusyası’nda herhangi
bir dini cemaate ait olmamak, yasadışıydı…
Ortodoks Kilise’nin umdelerine göre erkek ilahî
buyrultu doğrultusunda kadın üzerinde buyurucu kılınmıştı. Babalar evlendirene
dek kızlarının sahibiydiler; evlilikte karının vesayeti kocasına geçiyordu.
Kadınların ayrı bir kimlikleri yoktu; adları
kocalarının pasaportuna kaydedilirdi; yolculuk ve çalışma iznini sağlayan bu
pasaportlar, kadına ancak kocasının izni doğrultusunda verilebilmekteydi.
Kocaların kadınlar üzerindeki hakları, yasal olarak
tesis edilmişti, evini terk eden bir kadın, polis zoruyla kocasına iade
edilmeliydi. Çocuklar da babanın velayeti altındaydı.
Boşanma karının sadakatsizliği gerekçesiyle erkeğin
ayrıcalığıydı; bu durumda çocuklar babaya bırakılmaktaydı. Erkeğin zinasından
ise söz edilmemekteydi. Bir kadının istemediği bir evliliği sona erdirmesinin
iki yolu vardı: İntihar ya da kocayı öldürmek… Cinayet (hanedan mensuplarına
yönelik olanlar dışında) Çarlık Rusyası’nda idam cezası gerektirmediği için,
koca katilleri, genellikle Sibirya’ya gönderilen sürgünlere eşlik etmek üzere
sürülürlerdi. Bu nikâhsız birlikteliklerden doğan çocukları ise gayrimeşru
olarak geçerdi kayda…
Müslüman bölgeler ise, “adet” olarak bilinen şeriat
kurallarının katı bir yorumuna tabiydi. Rusya’nın Müslüman kadınları her türlü
insan hakkından yoksundu: emek ve cinsellikleriyle istediği sayıda kadınla
evlenme ayrıcalığına sahip erkeklerin malıydılar. Ekim Devrimi’nin hemen
ertesinde kadınlar arasında çalışmak üzere Orta Asya’ya gönderilen Bolşevik
kadınların anıları, dehşet öyküleridir. Kız çocukları, daha dört-beş yaşında,
genellikle dedeleri yaşındaki erkeklere başlık parası karşılığında satılmakta, sekiz-dokuz
yaşına vardıklarında ise kocaları tarafından cinsel ilişkiye zorlanmaktadır.
Çoğu çocuk ilişki sırasında sakat kalmakta ya da doğum sırasında yaşamını
yitirmektedir. Kocanın karısı üzerindeki yetkisi sınır tanımaz: sadakatsizlik
gerekçesiyle onu öldürebilir, aç bırakabilir, evden kovabilir, işkence
yapabilir. Koca öldüğünde karısı, kocasının onu kendisine ayırma ya da satma
özgürlüğüne sahip en yaşlı erkek akrabasına devrolmaktadır.
Kadınlar en temel eğitim ve sağlık hizmetlerinden
yoksun, sefil bir yaşam sürdürüyordu. Ve Orta Asya Cumhuriyetleri’nin ilk
yılları, felaket bir bebek ölümü tablosuyla karşı karşıyaydı; Kazakistan’da on
bebekten ancak biri bir yaşını görebiliyordu!
Çarlık Rusyası’nda Ortodoks ya da Müslüman, neredeyse
tüm kadınların paylaştıkları bir başka yazgı da eğitimsizlikti. Devrimden
önceki son nüfus sayımı (1913) kadınların yüzde 83’ünün okuma-yazma bilmediğini
ortaya koyuyordu. Bu oran, köylü kadınlar arasında yüzde yüzü bulmaktaydı.
Evet, yaşam koşulları, hem erkekler, ama daha çok da
kadınlar için zorluydu. Ekim Devrimi’nin ayak sesleri duyulmaya başladığında,
Rusya halkları üç yılı aşkın başka bir felaketin yükünü sırtlanmış durumdaydı;
milyonların yaşamını yitirdiği, sefaletlerine sefalet, yoksulluklarına
yoksulluk katan I. Dünya Savaşı.
XX. yüzyılın başından itibaren Çar Nicolas ve Çariçe
Alexandra karşısında hoşnutsuzlukları katlanan işçiler, köylüler, hatta kentli
entelektüellerin, bu nedenle devrimci harekete çekilmesi zor olmadı.
8 Kasım 1917 günü (Gregoryen takvime göre 25 Ekim),
sabaha karşı 2.30 sularında, Petrograd’da Neva nehri üzerinde demirlemiş Avrora
zırhlısı Bolşevik devrimini dünyaya duyuran o tek top mermisini
ateşlediğinde, işçi ve asker yığınlar Kerensky hükümetinin üslendiği Kışlık
Saray’a aktığında, iktidarın proletarya diktatörlüğü tarafından devralınması bu
nedenledir ki on dakikadan az zaman aldı. Aynı gece, dünyanın ilk sosyalist
hükümeti ilan edilecekti… Sonradan milyonların yaşamına mal olacak iç savaş ve
kıtlıklara karşın kent ihtilal gecesini sadece beş ölü, elli beş yaralıyla
kapatmıştı!
Lenin ile partisinin ilk kararı “Barış İlanı” oldu…
Hemen ardından da bütün toprakların halka dağıtılmasını öngören “Toprak
Kararnamesi”… Yıllar boyu sefil bir savaşta cepheden cepheye sürüklenen
milyonlarca topraksız köylü-askerin ve işçinin en hayatî iki talebi: Barış ve
toprak böylece karşılığını bulmuş oluyordu.
Barış ilanı ve toprak kararnamesini izleyen adım ise,
tüm Rusya kadınlarının yüzyıllar boyu kendilerine dayatılan dinsel, geleneksel
ve yasal sınırlamaların ilgası olacaktı. Cinsiyetler arası eşitsizliği
düzenleyen tüm yasa ve uygulamalar sonsuza dek lağvedildi: bundan böyle
kadınlar yaşamın istisnasız tüm alanlarında (eğitim, iktisat, kültür, siyaset…)
erkeklerle eşit hak ve sorumluluklara sahip olacaktı. Bu geleneksel Rus
ailesinin temellerinin bir gecede berhava edilmesi anlamına geliyordu.
Kilise nikâhları yasaklandı; bundan böyle tüm
evlilikler özel hükümet bürolarında kaydedilecekti. Kadın evlilik içinde
dilediği takdirde kendi soyadını koruyabilecek, hatta koca isterse karısının
soyadını alabilecekti. Çocukların bakımından her iki ebeveyn de eşit ölçüde
sorumluydu, gerçekleştiremedikleri takdirde bu görevi devlet üstlenecekti.
Fiziksel olarak çalışabilir durumda oldukları sürece eşlerden hiçbiri diğerini
desteklemekle yükümlü değildi. Boşanma eşlerden birinin tek taraflı başvurusu
üzerine hemen gerçekleşebilecekti. Kişi dilediği sayıda evlilik ve boşanma
gerçekleştirebilirdi. Kürtaj yasal, kısıtsız ve ücretsizdi, gayrimeşruluk
ilkesi lağvedilmişti: bekâr bir anneden doğan çocuklar da evli ebeveynlerin
çocuklarıyla aynı haklara sahip olacaktı.[4]
Hiç kuşku yok ki bu denli ani ve radikal bir çıkış,
toplumun gelenekçi kesimlerinin şiddetli direnişiyle karşılaşacaktı. Ancak
yalnızca gelenekçiler değil, Bolşeviklerin gerçekleştirdiği gözükara
mülksüzleştirme hamleleri, toprağın köylülere, fabrikaların işçilere
devredilmesi, bankaların, demiryollarının kamulaştırılması vb. karşısında
paniğe kapılan orta sınıflar ve aydınları da… Bolşevik Parti, 1918’de milyonlarca
cana mal olacak bir iç savaşa benzin dökecek geniş bir muhalefetle karşı
karşıyaydı. Ve devrimin daha ilk adımlarında sağladığı kadın özgürlüğü,
özellikle başta küçük toprak sahibi köylülük olmak üzere muhafazakâr toplum
kesimlerini muhalif saflara çağırmada etkin bir propaganda malzemesi olarak
kullanılıyordu…
Kadınların özgürlüğüne ilişkin karar ve
uygulamaların, yıllarca kadınsız kalmış milyonlarca askerin terhis edilip
köylerine döndüğü bir döneme rastladığını akıldan çıkartmamak gerek. Pek çoğu,
karılarını başka erkeklerle bulacaktı. Kırsal aile, artık mevcut değildi.
Bu koşullarda, cinsel açlığı başına vurmuş erkeklerin
yeni “cinsel özgürlüğü” önlerine çıkan kadına tecavüz özgürlüğü olarak
yorumlayışına şaşmamak gerek. Dahası, kimi yerel Sovyetler devrimci
kararnameleri keyiflerince yorumlayarak grotesk uygulamalara başvurmaktaydı…
Moskova yakınlarında bir kent olan Vladimir Sovyet’inin “18 yaşına gelmiş her
kadının devlet malı sayılıp serbest aşk bürosuna kaydolmak zorunda olduğunu ve
bu büroya kayıtlı 19-50 yaş arası erkeklerden her ay bir tanesini kendisine eş
olarak seçmesi gerektiği… bu birlikteliklerden doğacak çocukların devlet malı
sayılacağı…” yolundaki kararnamesi gibi…[5]
“Kapının arkasında asılı şapka” öyküleriyle büyümüş
bir kuşağın mensubu olarak benim açımdan, bu türden abartıların, yüzde 80’e
yakını kırsalda yaşayan bir nüfusta muhafazakâr katmanları manipüle etmede
nasıl kullanıldığını kestirmek, zor değil… Ancak Sovyet devrimi, özellikle ilk
yıllarında kadınların kazandığı özgürlüklerden geri adım atmama kararlılığını
sergilemiştir. Kayıtsız, kısıtsız, tam özgürlük, aralarında hatırı sayılır
sayıda kadın öncünün de bulunduğu RSDİP’nin Rusya’nın bütün kadınlarına ilk
vaadlerinden biriydi; en azından devrimin ilk on yılı boyunca sadakatle yerine
getirilen bir vaad…
Bolşevik Devrimi’nin bu kadınların kurtuluşu
konusunda o güne dek eşine rastlanmayan bu radikalliği ve kararlılığı, hiç
kuşku yok ki, XIX. yüzyıl sosyalist-Marksist mirasın bir gereğidir. Ama bunun
da ötesinde, kireçleşmiş, otokratik bir toplumda kadınların atıllaştırılmış
enerjileri serbest bırakıldığında toplumsal gelişmeye ne denli devasa bir katkı
yapacağını öngören bir aklın da ürünüdür. Ne yazık ki, az ileride de
göreceğimiz üzere, tek yanlı olarak mutlaklaştırıldığında, kadın “devrimi”ni
tersine çevirme, ya da başka bir “şey”e dönüştürme riskine sahip, dâhiyane bir
fikir!
SSCB’nin ilk yıllarında “erkeklerle kadınların geri
fikirlerinin üstesinden gelme çabalarında tek bir taşı dahi tersyüz etmeden
bırakmama” kararlılığı, gerçekten de ikircimsizdir. Devrimin önderi Lenin, bunu
pek çok kez, pek çok vesileyle haykırır:
“Kadınların durumunu ele alın. Bu alanda dünyada tek bir demokratik
parti, hatta en ileri burjuva cumhuriyetlerinde bile, on yılda, iktidarda
birinci yılda yaptığımızın yüzde birini bile yapamamıştır. Kadınları eşit
olmayan, sınırlayıcı boşanmanın içine sokan ve bu boşanmayı iğrenç
formalitelerle çevreleyen, evlilik dışı doğan çocukların tanınmasını kabul
etmeyen, babaları için bir araştırmayı zorunlu kılan vs. vs. ve bütün uygar
ülkelerde bulunan burjuvazi ve kapitalizmin rezaletinin belli kalıntıları olan
rezil kanunların temelini fiilen yıktık. Ama, eski burjuva kanunlarının
temelini ne kadar bütünüyle temizlersek, ancak yeniden kurmak için
temizlediğimizi, henüz kuramadığımızı o kadar iyi görürüz. .”[6]
Lenin kadınlar üzerindeki tarihsel boyunduruk
nedeniyle kapitalizmin kadın işgücü üzerindeki aşırı sömürüsünün farkındadır;
buna karşılık, (örneğin Marx’ın ilk yazılarında yapmış olduğu gibi) kadınların fabrikalardan
geri çekilmesini talep etmez. Ona göre kadınların ve gençlerin sınaî üretime
çekilmesi, “ilerici bir gelişme”dir:
“Kapitalist fabrikanın, çalışan nüfusun bu kategorilerini özellikle zor
koşullara soktuğu ve bu işçiler için çalışma gününü düzenleyip kısaltmalarının,
sağlıklı iş koşullarını garanti etmelerinin gerekli olduğu tartışma bile
götürmez; ama kadınların ve gençlerin sanayide çalışmalarını yasaklamak ve bu
tür çalışmaya engel olmak ataerkil düzeni sürdürmek çabaları gericilik ve hayalcilik
olur. Büyük ölçekli yerli sanayi daha önce ev, aile ilişkilerinin dar
sınırından hiç çıkmamış olan nüfusun bu kategorilerinin ataerkil tecridini
yıkarak ve bunları sosyal üretime doğrudan sokarak gelişmelerini teşvik edip
bağımsızlıklarını arttırır, başka bir deyişle, pre-kapitalist ilişkilerin
ataerkil hareketsizliğinden kıyaslanamayacak biçimde üstün olan yaşam koşulları
yaratır.”[7] (1899)
Böylelikle, daha 1902’de Rus Sosyal Demokrat İşçi
Partisi’nin Taslak Programı’nda, sekiz saatlik işgünü, otuzaltı saatten az
olmayan hafta tatili, fazla mesailerin yasaklanması, 15 yaş altı gençlerin
çalışmasının yasaklanması gibi tüm işçilere yönelik düzenlemelerin yanı sıra,
“kadınların sağlığına zararlı olan yerlerde çalıştırılmasının yasaklanması”
maddesi yer alıyordu.[8]
Bu kadar da değil. Aynı programda, 21 yaşına basmış
her vatandaşa yönetimin her kademesinde seçme ve seçilme hakkı, sınırsız
vicdan, konuşma, basın, sendika, örgütlenme, eylem ve işgal özgürlüğü, tüm
uluslara kendi kaderini tayin hakkının yanı sıra, “sosyal tabakaların ilgası,
cinsiyet, din ya da ırk gözetilmeden bütün vatandaşlara tam eşitlik”
öngörülmekteydi.
Bu ilkeler, Parti programında 1918’de (devrimden
sonra) yapılan değişikliklerle daha da radikalleşecektir. Bir saatlik yemek
izninin eklenmesiyle günlük çalışma süresinin yedi saate indirilmesi, hafta
tatilinin 42 saate çıkartılması, zorunlu durumlar dışında gece işinin
yasaklanması, zorunlu durumlarda ise dört saat ile sınırlandırılması, 16-20 yaş
arası gençlerin iş gününün dört saatle sınırlandırılması, tüm işyerlerinin işçi
örgütleri tarafından seçilen iş müfettişleri tarafından denetimi gibi tüm
işçileri ilgilendiren düzenlemelerin yanı sıra, kadın işçiler için yeni
önlemler getirilecekti: Kadın işçilere hiçbir ücret kesintisine uğramaksızın
doğum öncesi dört, doğum sonrası altı hafta izin; kadın işçilerin çalıştığı tüm
işyerlerinde kreş ve yuvaların kurulması, emzikli annelere günde üç saati
geçmeyen aralıklarla yarımşar saatlik emzirme izni...[9]
Sovyet Devrimi’nin kadınlara yönelik uygulamalarının
eleştirildiği alanlardan biri, bunların kamusal alana yönelik olduğu, çalışma
koşulları ve işçi kadınların durumunun düzeltilmesi üzerinde yoğunlaştığı, özel
alana, bir başka deyişle aile yaşamına ve buradaki kadın-erkek ilişkilerindeki
güç dengesizliğine dokunmadığı yönündedir. Kanımca haksız ve karşılıksız
eleştirilerdir bunlar. Yukarıda da andığım, Devrimin ilk yıllarında toplumsal
yaşamda gerçekleştirilen bir dizi köklü dönüşüm bunun tanığıdır: Kilise’de
evlenmenin yasaklanması; tüm evliliklerin özel hükümet bürolarında
kaydedilmesi; kadın evlilik içinde kendi soyadını koruyabilmesi, kocanın
karısının soyadını alabilmesi; çocukların bakımından iki ebeveynin de eşit
ölçüde sorumlu tutulması, gerçekleştiremedikleri takdirde bu görevi devletin
üstlenmesi; boşanmanın kolaylaştırılması; kürtaj üzerindeki her türlü
kısıtlamanın kaldırılması; gayrımeşruluk ilkesinin lağvedilmesi… Bunlar, Ekim
devrimini gerçekleştiren kadronun “kadın sorunu”nu “işçi kadınların sorunları”
ya da “kadınların üretime çekilmesi”yle sınırlı tutmadıklarının, “kadınların
kurtuluşu” konusunda kendi çağlarına göre (yeryüzünün geri kalan ülkelerinin
ancak 4-5’inde kadınların oy hakkına sahip olabildiği[10] XX. yüzyıl başlarından söz
ediyoruz!) son derece kapsamlı ve radikal fikirlere sahip olduklarının ve
kararlılıklarının kanıtıdır…
Lenin, kadınların köleliğinin onları domestik alana
mahkûm kılan ataerkiden kaynaklandığının bilincindedir. Dahası, bu durumun ne
denli cesaretli ve radikal olursa olsun, yeni yasalar çıkartmakla
çözümlenmeyeceğinin de:
Kadını kurtaran bütün kanunlara rağmen, kadın yine ev kölesi olmaya
devam eder, çünkü önemsiz evişi onu ezer, boğar, aptallaştırır, alçaltır, onu
mutfağa ve çocuğun odasına zincirler ve kadın, emeğini barbarca, üretici
olmayan, küçük, sinir bozucu, aptallaştırıcı ve nahoş işlere harcar. Bu küçük
ev bakıcılığına karşı geniş bir mücadele başladığında (…) ya da daha doğrusu,
bu küçük ev bakıcılığının geniş ölçekli sosyalist ekonomiye tamamen
aktarılmasıyla birlikte kadınların gerçek kurtuluşu, gerçek komünizm
başlayacaktır.
Teoride her komünistin kesin olarak kabul ettiği bu soruna, pratikte
yeterli biçimde önem veriyor muyuz? Tabii ki hayır. (…) Yemek temin eden genel
kuruluşlar, çocuk yuvaları, anamektepleri, işte bunlar; kadınları gerçekten
kurtaracak, sosyal üretim ve genel yaşam içindeki rollerinin erkeklere olan
farkını azaltacak ve yıkacak olan, görkemli, tumturaklı ve resmî hiçbir şeyi
ihtiva etmeyen bu filizlerin basit, günlük araçlarının örnekleridir. Bu araçlar
yeni değildir, bunlar (…) büyük ölçekli kapitalizm tarafından yaratıldı. Ama
kapitalizmde bu araçlar, birinci olarak ender bir şeydir ve ikinci olarak da
(…) ya spekülasyonun, vurgunculuğun, dolandırıcılığın ve sahtekârlığın bütün en
kötü özellikleriyle ticarî şirketler ya da(…) ‘burjuva hayırseverliğinin
cambazlığı’ olarak kalırlar.” (ss. 88-89)
“Kadın sorunu”nun salt kadınların üretime
çekilmesiyle değil (bu, kapitalizmin zaten gerçekleştirdiği bir şeydir),
kadınların domestik kölelikten kurtularak yaşamın tüm alanlarına özgürce ve
eşit koşullarda katılmasından geçtiği, yalnızca Lenin değil, onunla birlikte
Sovyet devrimine katılan çok sayıda komünist kadın için de ilkeseldir. Üç
örnekle yetinelim…
İlk örneğimiz, Alman Sosyal Demokrat Partisi’nin
Marksist sol kanadı önderlerinden, Lenin’le yakın bir dostluğu olan Clara
Zetkin’den olsun:
(Kapitalist toplumda -b.n.) Kadınlar üretici faaliyetleriyle aile
içinden nasıl dışarıya fırlatıldıysa, düşünceleri ve duygularıyla da evin dar
ve sınırlı çemberinden koparılmalı, aileden çıkarılıp insanlığın içerisine
aşılanmalıdırlar. Kadın artık ev ocağının arkasında daha fazla saklanmamalı;
toplumun içerisinde yaşamalı; tekyanlı, dar yürekli derin egoist aile
sevgisinin yerini, henüz kadında az olan dayanışma duygusu almalıdır.
Kadının üretici güç olarak oynadığı rolün iktisadî önemine, onun siyasî
ve sosyal hakları da artık nihayet denk düşmelidir. (…)
Kadın cinsinin kamu yaşamına katılmasının önünde şimdiye kadar duran
şey, erkeğin rahatına düşkünlüğü ve egoizmi olduğu kadar, kadının
kayıtsızlığıydı da. Fakat olguların zorlayıcı mantığı, kadını ekonomik,
toplumsal-politik sorunlarla sürekli teması sonucu, siyasal ve toplumsal
haklarını da (…) talep etmeye zorluyor… O toplumsal-politik haklarını elde
edecektir, ister erkeğin isteğiyle, ister ona karşı olsun, ve hatta isterse
kendi isteğine karşı olsun.[11]
Çar’ın devrilmesinin ardından Lenin’i Finlandiya’ya
getiren Beyaz Tren’deki 25 kişiden biri ve Bolşevik Parti Merkez Komite üyesi
Inessa Armand[12]
ise, 1919’da şöyle yazıyordu: “Aile, domestik yaşam, eğitim ve çocuk
yetiştirmenin eski biçimleri ilga edilmedikçe, kölelik ve esareti ortadan
kaldırmak mümkün değildir; yeni insanı yaratmak mümkün değildir; sosyalizmi
inşa etmek mümkün değildir.”[13]
Ve Lenin’in çevresinden bir başka gözükara kadın;
Ekim devrimi sonrasında devrimci hükümette yer alan ilk kadın, SSCB’nde inşa
hâlindeki sosyalizmin “kadının kurtuluşu” veçhesini örme konusunda ısrarlı,
yılmaz, uzlaşmaz bir mücadele sürdüren Alexandra Kollontai… Marksizm’in salt
bir ekonomik dönüşüm olmadığını, aynı zamanda bireysel psikolojilerde köklü bir
dönüşümü gerektirdiğini, gündelik yaşamın baştan aşağıya değiştirilmesi
gerektiğini vurgulamaktaydı sürekli. Bu, kadınlar açısından, iç dünyalarında
bir dönüşüm demekti: onu erkeğin karşısında bağımsız kılacak, tüm seçimlerini
özgür iradesiyle yapmasını sağlayacak bir değişim:
“Kadını fiziksel ve duygusal deneyimiyle ilişkinsiz, bireysel nitelik
ve kusurları olan bir kişilik olarak değil de, erkeğin bir eklentisi olarak
değerlendirmeye alışkınız. Koca ya da sevgili, bu erkek kendi kişiliğinin
ışığını kadına yansıtır ve duygusal ve ahlâksal dokusunun gerçek tanımı
saydığımız, kadının kendisi değil, bu yansımadır. Toplumun gözünde bir erkeğin
kişiliği daha kolayca cinsel alandaki eylemlerinden ayırt edilebilir. Bu tutum
kadınların yüzyıllar boyu toplumda oynayageldiği rolden kaynaklanmaktadır ve
ancak şimdilerde bu tutumların yeniden değerlendirilmesi tedricen gerçekleşiyor
- en azından kabataslak. Yalnızca kadının ekonomik rolünde bir değişiklik ve
üretime bağımsız katılımı bu yanlış ve ikiyüzlü fikirleri zaafa
uğratabilecektir.
Cinsel sorunun çözümlenebilmesi için modern ruhu çarpıtan üç temel
koşul -aşırı egoizm, evli eşlerin birbirinin sahibi olduğu fikri ve
cinsiyetlerin fiziksel ve duygusal deneyim açısından eşitsizliğinin kabulü- ile
yüzleşmek gerekiyor. İnsanlar ancak ruhları yeterince ‘empati duygusu’yla
yüklendiğinde, sevme yetileri arttığında, kişisel ilişkilerde özgürlük fikri
bir olgu hâline geldiğinde ve ‘yoldaşlık’ ilkesi geleneksel eşitsizlik ve
maduniyet fikrine galebe çaldığında durumlarından kurtulabilecekleri ‘sihirli
anahtar’a kavuşmuş olacaklar. Cinsel sorunlar ruhun bu radikal yeniden eğitimi
olmaksızın mümkün değildir. (…)
Ama ruhun ve cinsel ilişkilere yaklaşımımızın radikal yeniden eğitimi o
denli olanaksız, o denli gerçeklikten uzak mıdır? Büyük toplumsal ve iktisadî
değişimler yaşanırken, sözünü ettiklerimizle uyumlu psikolojik deneyim için
yeni bir temel gerektiren ve onu yükselten koşulların da yaratılmakta olduğu söylenemez
mi? Yeni bir sınıf, yeni bir toplumsal grup, burjuva ideolojisi ve bireysel
cinsel ahlâk koduyla burjuvazinin yerini almak üzere geliyor. İlerici sınıf,
güçlendikçe cinsiyetler arası ilişkiler konusunda, toplumsal sınıfının
sorunlarıyla yakın bir bağlantı içerisinde biçimlenen yeni fikirler ortaya
koymaktan geri durmayacaktır.”[14]
Evet, Ekim devrimi, ilk yıllarında kadınlar açısından
tarihin belki de en radikal söylem ve pratiklerine ebelik yaptı…
Peki, “kadınların kurtuluşu”nu gerçekleştirdi mi?
Ne yazık ki bu soruya tereddütsüz bir “evet” yanıtı
vermek mümkün değil.
SOSYALİZM DENEYİMİ VE KADINLAR
“Sosyalizmi kurtarmak” adına ortaya çıkıp da SSCB’nde
sosyalizmin (ve de bizatihî SSCB’nin) likidasyonu misyonunu gerçekleştiren,
“glasnost” (açılım) ve “perestoika” (yeniden yapılanma) kavramlarının mucidi
Mikhail Gorbachov, 1987’de yayınlanan ünlü kitabı Perestoika’da, Sovyet
kadınları konusunda şunları yazmaktaydı:
Kadınların özgürleşme ölçüsü, genellikle bir toplumun siyasal ve
toplumsal düzeyinin ölçütü olarak görülür. Sovyet devleti, Çarlık Rusyası’na
özgü kadınlara karşı ayırımcılığa kararlı ve uzlaşmasız bir tarzda son verdi.
Kadınlar, hukuksal güvence altında erkeklerle eşit toplumsal statüye
kavuştular. Sovyet hükümetinin kadınlara sağladıklarından gurur duyuyoruz:
erkekle aynı çalışma hakkı, eşit ücret, sosyal güvenlik. Kadınlar eğitim
görmek, meslek sahibi olmak, toplumsal ve siyasal faaliyetlere katılmak
konusunda her türlü fırsata kavuştular. Kadınların katkısı ve özgeci çalışması
olmasaydı ne yeni bir toplum inşa edebilir ne de faşizme karşı savaşı
kazanabilirdik.
Ancak zorlu ve destansı tarihimizin yılları boyunca kadınların annelik
ve yuva-yapıcılık rollerinden kaynaklanan özgül hak ve gereksinimlerini ve
çocuklara yönelik vazgeçilmez eğitsel işlevlerini göz ardı ettik. Bilimsel
çalışmalarda yoğunlaşan, inşaatlarda, üretimde ve hizmetlerde çalışan, yaratıcı
faaliyetlere girişen kadınların artık evdeki gündelik görevlerini -ev işleri,
çocukların yetiştirilmesi, güzel bir aile atmosferinin yaratılması- yerine
getirecek zamanları yok. Çocukların ve gençlerin davranışlarındaki, ahlâkımız,
kültürümüz ve üretimdeki- pek çok sorunumuzun kısmen aile bağlarının zaafa
uğraması ve aile sorumlulukları karşısındaki gevşek tavırlardan kaynaklandığını
keşfettik. (…) Kadınların salt kadınlık görevlerine geri dönmesi için neler
yapılabileceği konusunda basında, kamu kuruluşlarında, işte ve evde hararetli
tartışmalar yürütmemizin nedeni bu.”[15]
Kadınların kitlesel ölçekte başta üretim olmak üzere
yaşamın tüm alanlarına katılmasına adanmış devasa bir sosyalist girişim için
acı bir son.
Aslında Gorbachov’un muradı belliydi; milyonlarca
yurttaşını kaybettiği bir dünya savaşı, Stalin’in otoriter rejimi, her şeyin
merkezden planlandığı, herkesin herkesi denetlediği ağır, atıl bir bürokratik
mekanizmanın etkisi altında, Batı’nın basıncına dayanamayan Sovyet ekonomisini,
“toplumsal yarar” eksenli bir anlayıştan, “rasyonalite/verimlilik/kârlılık”
eksenli bir yaklaşıma kaydırmak. Bir başka deyişle, sosyalist ekonomiyi
“kapitalist aşı”yla canlandırmak…
Ancak işletmelerin “verimlilik ve kâr” temelinde
yeniden örgütlenmesi, “yeni” düzene ayak uyduramayan, atıl işletmelerin
kapatılması, istihdamda küçülme anlamına geliyordu. Yetmiş yıla yakın bir
süredir bedensel bir engeli olmayan tüm yurttaşları istihdam edilen bir ülkede,
bir anda milyonlarca kişinin işsiz kalması anlamına gelmekteydi bu… Üstelik
yetmiş yıllık tarihinde “işsizlik” diye bir olguyu tanımamış, dolayısıyla da bu
konuda hiçbir hazırlığı bulunmayan bir ülkede.
Tahmin edilebileceği üzere, kadınlar böylesi bir “şok
tedavi”yi absorbe etme yetisi daha yüksek bir toplumsal kesimi oluşturmaktaydı.
İki, hatta üç bakımdan: Öncelikle, “yuvayı yapan dişi kuşlar” olarak aslî
görevlerine, yani domestik alana çekilmeleri, işsizlik şokunu erkeklerin
sırtından alarak hafifleten, dolayısıyla da toplumsal sarsıntıyı emen “hava
yastığı” görevi görmelerinin önünü açacaktı.İkinci olarak, kadının istihdam
alanından çekilmesi, işgücü maliyetlerinde önemli bir düşüş, dolayısıyla da
ekonominin “yeniden yapılandırılması”nda önemli bir girdi oluşturacaktı. Öyle
ya, kadınların domestik alana çekilmesi demek, işyerlerinin, çoğu niteliksiz ya
da az nitelikli işlerde çalışan kadınlar için sağlamak zorunda olduğu kreş,
emzirme odası, emzirme saati, gebelik izni, hasta çocuk izni, banyo, servis vb.
gibi yükümlülüklerden kurtulması, dolayısıyla da emeğin maliyetini düşürerek
rekabet gücünü arttırması demekti.
Ve nihayet, tıpış tıpış yuvalarına dönen “dişi
kuşlar”, çocukların, hastaların, yaşlıların bakımı, yemek yapma, temizlik vb.
çoğunlukla sübvanse edilen işleri bedelsiz olarak üstlenecek, böylelikle de
kamuyu gereksiz bir “yük”ten kurtaracaklardı.
İşin ürkütücü yanı, bu “yeni söylem”in Sovyet
kadınları arasında da yaygın bir rağbet bulması, en azından büyük bir tepkiyle
karşılanmamasıydı. Daha da ilginci,[16] Gorbachov, nihaî olarak kadınları eve geri gönderme
yolundaki stratejisini, her düzlemde (işyeri, mahalle, kent, vilayet, bölge,
cumhuriyet) kurulmasını teşvik ettiği gönüllü kadın konseyleri, Zhensovety
eliyle gerçekleştirmeye çalışmaktaydı.
Sosyalist deneyimin kadınlara kazandırdıkları,
sosyalizmin çözülüşü ve blokun dağılışından sonra, işlerini ve geçim
temellerini yitirince çareyi yurtlarını terk edip sefalet ücretleri karşılığında
çocuk ve yaşlılara bakmak, garsonluk, temizlikçilik yapmak ya da bedenlerini
pazarlamak üzere Batı’ya akın etmekte bulan yüzbinlerce mühendis, öğretmen,
doktor, hemşire, hukukçu, teknisyen, laborant… kadınla birlikte iyice açığa
çıkacaktır. Sosyalizmin likidasyonu, sabit bir işleri, ücretsiz sağlık ve
diledikleri düzeyde eğitim görme hakları,[17] başlarını sokacak bir konutları olan, çocukları
için ücretsiz besin ve giysiler sağlanan, kreş ve yuva hizmetlerini tüm
yerleşim ve çalışma birimlerinde düşük ücretlerle sağlayabilen… kadınlar için
apansız bir biçimde tüm tüketim gereksinimlerinin ve hizmetlerin fiyatlarının
ateş pahasına fırladığı, kitlesel olarak işten atıldıkları, sosyal destek ve
sübvansiyonların kesildiği, kiraların birden bire katlandığı bir cehennemde
bulmak anlamına gelmişti kendilerini. Kapitalizmin hiç de TV ekranlarından
izledikleri gibi çekici olmadığını, çok kısa sürede, çok büyük bir düşkırıklığı
içerisinde keşfedeceklerdi.
Bu, işin bir yanı.
Ancak, sorunu “kapitalizmin cazibesine kapılarak
ellerindeki bulgurdan olan” aldatılmışların öyküsü olarak sunmak, yanıltıcı
olacaktır.
Yaşanılan sosyalist deneyim, elbette kadınlara önemli
kazanımlar sağlamıştı. Örneğin, SSCB’nde kadınlar işgücünün en eğitimli
kesimini oluşturmaktaydı. Yüksek ya da uzman eğitimli uzmanların yüzde 60’ı,
öğretmenlerin yüzde 75’i, doktorların yüzde 69’u, ziraatçi, mühendis ve
teknisyenlerin yarısı, iktisatçıların yüzde 66’sı, yargıçların yüzde 40’ı
kadındı. Kamusal yaşama katılım konusunda önlerinde hiçbir engel yok gibi
gözüküyordu…
Amma…
Evet, işin bir de ama’sı var.
Örneğin SSCB (ve diğer sosyalist ülkeler) kadın emeği
ile erkek emeği arasındaki ücretlendirme farklılığını giderebilmiş değildi.
Örneğin, kadınların büyük çoğunluğunu oluşturduğu eğitim ve tıp alanındaki
ücretler, vasıflı mavi yakalılara göre daha düşüktü. Örneğin, kadınların ancak
yüzde 28 oranda temsil edildiği inşaat sektöründe aylık ücretler 1983’te 236.6
rubleyi buluyorken kamu sağlığında (yüzde 84’ü kadın) ücret ortalaması 132.8
rubleyi geçmiyordu. Kadınların yoğun olduğu sınaî sektörler (gıda ve tekstil)
en düşük ücretli iş kollarıydı…[18]
Siyasal katılımın tüm basamakları, kuramsal olarak
Sovyet (ve diğer sosyalist ülkelerin) kadınlarına tümüyle açıktı. Ancak, tüm
diğer ülkelerde olduğu üzere, yönetim kademelerinde yukarıya doğru tırmandıkça,
kadınların sayısı ve oranı hızla düşmekteydi. George St. George (s.229)
Kadınların Komünist Parti ve Sovyetler’deki temsilinin hiçbir zaman yüzde 30’u
geçmediğini kaydeder. 1984’te Yüksek Sovyet’teki kadın vekillerin oranı, yüzde
33’dü örneğin. Buna karşılık bölgesel Sovyetler’deki kadınların oranı yüzde
49’u buluyordu.[19]
Ve 1988’de Komünist Parti üyelerinden yüzde 29.3’ü kadın iken, Merkez Komite’de
kadınların oranı yüzde 4.2’yi geçmiyordu…[20] “Her vasıfsız işçiye, her aşçıya devleti yönetmeyi
öğretmenin gereği”nden söz eden Lenin’in düşlediğinden çok daha geride, değil
mi?
George St. George (s.229), Sovyetler Birliği’nde
kadınların siyaset karşısındaki bu tereddüdünü açıklamaya çabalarken, harika
bir safdillikle önemli saptamalarda bulunur.
“Bu durumun açıklaması, Sovyetler Birliği’nde siyasal faaliyetin çok
zaman alıcı olmasına karşın, profesyonel ve ücrete tabi olmayışında
yatmaktadır. Kişinin olağan işinin üzerine fazladan bir nagruzka’yı (“yük”)
temsil eder. Salt Komünist parti üyeliği dahi her hafta birkaç saati bu işe
ayırmayı gerektirmektedir.
Doğum, çocuk bakımı ve ev işleri için gereken zaman hesap edildiğinde,
ortalama bir Sovyet kadınının erkeğe göre siyasete ayıracak çok daha az boş zamanı
vardır. Ve pek çok kadın, siyaseti erkeklere terk edip boş zamanlarını evlerine
ve ailelerine ayırmaktan çok mutluluk duymaktadırlar.
Evet, sorun tam da budur; gerek Sovyetler Birliği,
gerekse diğer sosyalist ülkelerde ev işleri büyük ölçüde kadınların
sırtındadır. SSCB’nde büyük bölümünü kadınların gerçekleştirdiği ev işlerinde
yılda 275 milyar saat (ulusal ekonomide gerçekleştirilen ücretli işin yüzde
doksan kadarı) harcanmaktaydı. Kadınların ev işlerine ayırdığı süre, erkeklerin
2-2.5 katı kadardı (sırasıyla haftada 28 ve 12 saat). Bir başka deyişle,
ortalama bir Sovyet erkeği, karısına göre yüzde 50 oranında daha fazla boş
zamana sahipti. Moscow News’ta yayınlanan bir araştırma, bir
kadının dört kişilik bir aile için yılda 2.4 ton yiyecek aldığı ve ev işi
yaparken günde ortalama 12-13 kilometre yürüdüğünü açığa çıkartıyordu. Pravda’da
yayınlanan bir başka araştırmaya göre ise, kadınlar alışverişte (çoğunlukla kıt
bulunan malları aramak, kuyrukta beklemek…) 37 milyon saat geçirdiğini ortaya
koymuştu…[21]
Evet, Sovyet kadınları iş çıkışı alışverişi yapıp çocukları kreş, yuva ya da
okuldan alıp eve koşup yemek pişirip bulaşık yıkamak, hafta sonu tatillerini
ise genel temizlik, söküklerin onarımı, çocuklarla zaman geçirmek gibi
“barbarca, üretici olmayan, küçük, sinir bozucu, aptallaştırıcı ve nahoş
işlere” ayırmak durumundaydı. Hizmetlerin yetersizliği, kadınların sırtındaki
yükü katmerlendiriyordu…
Bir yerlerde bir şey yanlış gitmişti!
Çoğunluk, bu “yanlışlığı” “aile”nin toplumun temel
birimi olarak yeniden yüceltildiği, püritanizmin topluma pompalandığı, kürtajın
kısıtlanıp doğurganlığın teşvik edildiği, on ya da daha fazla çocuk doğuran
kadınlara “Kahraman Ana”lık madalyalarının dağıtıldığı Stalin dönemine atfeder.
Bu kısmen doğrudur. Ama ancak kısmen… Çünkü tüm bu
önlemler, İç Savaş ve II. Paylaşım Savaşı’ndan milyonlarca genç erkeğini
yitirerek çıkmış, tarumar durumdaki bir ülke için nihayetinde anlaşılabilir
gelişmelerdir. Kadınlarla erkeklere hem kamusal, hem de domestik alanda eşit
sorumluluk vererek ve demografik dengeler yeniden kurulur kurulmaz,
başlangıçtaki ilkelere geri dönmek şartıyla…
Ancak öyle görülüyor ki SSCB’nde olan bu değildir. İç
Savaş ve İkinci Paylaşım Savaşı’nın yıkım mirası, bu yıkım telafi edildikten,
ülke ayağa kalktıktan, demografik denge yeniden kurulduktan sonra da, bir
“üretim kültü” olarak süregitmişe benzemektedir. Sosyalizm, Marx’ın deyişiyle
“herkesten yeteneğine, herkesin ihtiyacına göre” ilkesinde ifade edilenden çok
farklı bir tarzda yorumlanır olmuştu; hiç kuşku yok ki yine Marx’ın “Hiç
kimsenin münhasıran tek bir faaliyet alanına sahip olmadığı, ama herkesin
dilediği alanda kendini geliştirebileceği komünist toplumda genel üretimi
toplum düzenler ve benim bir gün bir şeyi, ertesi gün ise başka bir şeyi
yapmamı, avcı, balıkçı, çoban ya da eleştirmen olmaksızın sabahleyin avlanmamı,
öğleden sonra balık tutmamı, akşam sığır gütmemi, yemekten sonra eleştiri
yapmamı olanaklı kılar…”[22] şeklindeki betimlemesinden de çok farklı bir şey
olarak tanımlanmaya başlamıştı.
Doğrudur, SSCB, 50 yılda son derece geri,
okuryazarlık oranlarının son derece düşük olduğu, statik bir tarım toplumundan,
bilim ve teknoloji açısından ileri, dünyanın ikinci güçlü sınaî ülkesine
dönüşmeyi başarmıştı - çok yıpratıcı bir iç savaş ve ülkeyi harabeye çeviren
bir dünya savaşının sahnesi olmasına karşın. Öyle ki, iç savaştan yeni çıkmış,
milyonlarca erkek yurttaşını yitirmiş ülkede, tüketime yönelik sanayiden
vazgeçerek tümüyle ağır sanayiye yönelen Birinci Beş Yıllık Plan ilan
edildiğinde (1928) tüm yabancı uzmanlar tarafından alayla karşılanmıştı -
makine yoktu, araç-gereç yoktu, hammadde kıttı, en önemlisi, ülke vasıflı
işgücünü yitirmişti. Planın öngörüleri nasıl gerçekleşecekti?
Ama genç sosyalist cumhuriyet, başardı. Üstelik
öngörülenden daha kısa bir süre içerisinde, Plan’ın dördüncü yılında 1500 ağır
sınaî kompleks üretime başlamış, sınaî üretim 1913’dekine (Çarlık Rusyası’nın
son barışçıl yılı) göre yüzde 253 oranında artmıştı. Gayrısafî millî gelirdeki
yıllık artış oranı yüzde 19’u geçiyordu…
Ve bu durum büyük ölçüde, inanılmaz koşullarda,
alet-edevatsız, çoğunlukla çıplak elleriyle, yarı aç, günde 15-16 saat çalışan,
geceleri ise kendilerini geliştirmek için okuyan genç kadınların eseriydi…
Benzer bir durum, İkinci Beş yıllık Plan için de söz konusuydu.
Üretim 1928’deki düzeyinden 5.5 kat fazla artacaktı, 1937’ye gelindiğinde 4500
yeni sınaî kompleks üretime başlamış, GSH’daki yıllık artış oranı yüzde 17.1’i
bulmuştu. George St. George (s.51) ABD’nin bu boyuttaki büyümeyi 40 yılda
(1890-1929) sağladığını kaydetmektedir.
1939’da seferberlik ilanının ardından hafta sonu
tatili kaldırıldı. SSCB’nin tüm üretimi, askerî malzemeye yöneltildi. Naziler
22 Haziran 1941’de SSCB’ne saldırdı ve Nazi orduları, ülke nüfusunun yüzde
40’ının yaşadığı, sanayi potansiyelinin yüzde 60, tarımsal üretiminin ise yüzde
70’ini karşılayan toprakları istila ve tarumar ettiler - o yıl sona ermeden
püskürtülmek üzere. Savaşın birinci yılının sonuna erişildiğinde, Sovyetler
Birliği, Avrupa’da Nazi kontrolündeki tüm sanayi kollarından daha fazla üretim
yapmaktaydı…
Savaş, SSCB için geride çoğu erkek 20 milyon ölü,
milyonlarca engelli, tarumar olmuş 1000 kent ve 65 000 köy, yerle bir edilmiş
fabrikalar, yıkılmış baraj ve kanallar, yağmalanmış milyonlarca dönüm toprak
bırakarak nihayet sona erdiğinde, ülkeyi ayağa kaldırma görevi, yine kadınlar
tarafından omuzlanacaktı. Üstelik bu kez, yükleri ikiliydi; enkazı üzerinde
SSCB’ni yeniden inşa etmek ve savaşın doğurduğu nüfus açığını kapatmak…
Toplumlar tarihlerinin esiridirler… Bu yıkımlar
tarihi, Sovyet insanına kendini sınırsız bir özveriyle sosyalist anavatana ve
her ne pahasına olursa olsun üretimi, ağır sınaî üretimi arttırmaya adamış bir
değerler sistemini miras bıraktı. Öyle ki, savaşın üzerinden onlarca yıl
geçtikten ve hasarlar çoktan giderildikten sonra, ülke ayakları üzerinde
dikelip bir “süper güç” olarak ABD’nle yarışı sürdürmeye koyulduğunda dahi
Sovyet Anayasası’nın 12. maddesi: “SSCB’nde çalışmak, ‘Çalışmayan yiyemez’
ilkesi doğrultusunda, çalışmaya yetili her yurttaş için bir zorunluluk ve bir
onur konusudur,” demektedir.
Sanırım sıkıntı buradan kaynaklanmaktadır: SSCB
yönetimi, ülke ayağa kalktıktan ve dünya koşulları göreli barışçı bir
savaş-sonrası düzene geçtikten sonra da, kapitalizmin üretebildiğinden farklı,
insanı merkeze yerleştiren, doğayla uyumlu, alternatif, komünist bir yaşam
tarzı, kapitalist moderniteden kopan bir uygarlık kavrayışı arayışına girecek
yerde, yurttaşlarının enerjisini -ve tabii büyük ölçüde kadınların emeğini-
kapitalist sistemle rekabete kanalize etti… Stalin’in ardından Kruşçov ve
Brejnev’in yönetimindeki kadrolar, her yıl rekordan rekora koşan yıllık sınaî
üretim verileri, baş döndürücü bir makineleşme hızı, sınır tanımayan bir
teknolojik yarış, kapitalist sistemle uzaya taşınan amansız bir rekabet,
kısacası “bilimsel-teknolojik devrim” adıyla kutsanan bir teknoloji fetişizmi
içinde sosyalizmin kurucularının düşlerinden giderek uzaklaşırken… tüm bu
gelişimleri omuzlayan, ve onlar arasında sıkışıp kalan sıradan insanların,
emekçilerin özlemlerine de yabancılaştı.
Kadınlar açısından bu uzaklaşmanın sonucu,
yaşamlarını öznesi belirsiz bir “sosyalist kalkınma/modernleşme” idealine
adanmış, özgür ve üretken otomatlar olarak sürdürme zorunluluğu olmuştu.
Frenleri patlamış bir sanayileşme güdüsü ve sosyalist
anavatanın kalkınması idealiyle hipnotize olmuş bu gidişatın bir getirisi de,
cinsiyetler arası işbölümünün sorgusuz kabulüydü… Sovyet kadınları, üretimin
her alanında kısıtsız kayıtsız görev almaya teşvik edilirken, domestik alandaki
geleneksel işbölümüne yönelik ilk devrimci yıllardaki itirazlar, savaşın
dramatik bir biçimde bozduğu demografik dengenin yeniden tesisi konusundaki
çabalar arasında yitip gitmişti…[23] Sovyet kadını bundan sonra iki zorlu görevi birden
gerçekleştirmekle yükümlenecekti: sosyalist anavatanın üretimini arttırma
çabalarına omuz vermek ev içi hizmetleri, çocukların yetiştirilmesini
üstlenmek…
* * *
Ekim Devrimi’nin Sovyetler Birliği’nin 97. ve
SSCB’nin likidasyonunun 23. yılında, tüm bu olan bitenler nasıl değerlendirilmeli?
Ben bu süreçlere “yaşasın” ya da “kahrolsun”cu bir
toptancılıkla yaklaşmanın yanlış olduğunu düşünenlerdenim. Sosyalizmin birinci
büyük dalgasının deneyimlerini topyekûn mahkûm eden post- öntakılı arayışların,
yaşanan sosyalizmin tasfiyesiyle dizginlerinden boşanan vahşi kapitalizmin
tarumar ettiği, emeğin varlık alanını ve haklarını sürekli olarak daralttığı
bir dünyada onulmaz bir aymazlık olarak görüyorum. Sosyalist deneyimler
dizisini, birbiriyle kan davalı, uzlaşmaz bir episodlar alternasyonu olarak ele
almaktansa, her bir evrenin kendisinden önceki deneyimlerin getiri ve
hatalarından ders çıkaran süregen bir inşa olarak görmenin sosyalistlere daha
verimli bir düşün ve eylem arkaplanı sağlayacağı kanısındayım.
Bu yaklaşımı SSCB’nde yaşanan sosyalizmin kadınlar
açısından getirilerine tercüme ettiğimizde, bu deneyimin kadınları başta üretim
olmak üzere kamusal ve toplumsal yaşama sınırsız bir tarzda katma konusundaki
pratiğine ve başta çocukların yetiştirilmesi olmak üzere ev işlerinin
sosyalleştirilmesi konusundaki kuramsal yönelişine sahip çıkmamız gerektiğini
düşünüyorum.
Ancak bu kadarının “kadınların kurtuluşu” için
yeterli olmadığını bu deneyim ortaya koymuştur. Sosyalizmin “kadınların
kurtuluşu” perspektifinin, kapitalizmin meydana getirilebildiğinden radikal bir
biçimde farklı bir yaşam tarzı ve uygarlık anlayışı ve cinsiyetler arasındaki
işbölümüne yönelik köklü bir itiraz geliştirmediği ve bunu içselleştirmediği
takdirde tamamlanamayacağını en iyi Sovyet deneyimi ortaya koymaktadır.
Bu ise, ancak bağımsız ve kitlesel bir kadın hareketi
aracılığıyla sağlanabilir.
16 Kasım 2014 19:42:24, Ankara.
N O T L A R
[1] 29
Kasım 2014 tarihinde Kaldıraç’ın Ankara’da ‘Ekim Devrimi’nin Yıldönümünde
Sosyalizmin Güncelliği Sempozyum’una sunulan tebliğ… 1 Mart 2015 tarihinde
AKA-DER Kadın Faaliyeti’nin Ankara’da düzenlediği ‘Dün, Bugün Yarın Kadın ve
Sosyalizm’ başlıklı panelde yapılan konuşma… Kaldıraç, No:165, Mart 2015…
[2] V. İ. Lenin.
[3] Akt. George St. George, Our
Soviet Sister, Tobert Hale & Co. Londra, 1973, s.23.
[4] Devrim öncesi Rus toplumu
ve devrimin kadınların özgürlüğü alanındaki ilk hamleleri için bkz. George St.
George, Our Soviet Sister, Tobert Hale & Co. Londra, 1973, ss.17-42.
[5] George St. George, s.30. Lenin’in Clara Zetkin’le
söyleşisinde sözünü ettiği, o çok eleştirilen “bir bardak su” teorisi
itirazının böyle bir bağlama yerleştiğini unutmamak gerek: “Gençlerin cinsiyet
sorununa karşı değişik tutumları, tabii ki çok “önemli”dir ve teoriye dayanır,
diyordu Lenin bu söyleşide. “Birçok kişi bu tutuma ‘devrimci’ ya da ‘komünist’
der. (…) Ben yaşlı bir adamım ve bunu sevmiyorum. Belki de huysuz bir sofuyum,
ama genç insanların -ve çoğunlukla ergin insanların da- bu ‘yeni seks hayatı’
dediği şey bana açıkça burjuva gibi görünmesinden başka, eski burjuva
umumhanelerinin yayılması gibi geliyor. Bütün bunların, biz komünistlerin
anladığı serbest aşkla hiçbir şekilde ilgisi yoktur. Komünist toplumda, cinsel
arzunun tatmin edilmesinin ve aşk yapmak arzusunun, ‘bir bardak su içmek’ kadar
basit ve önemsiz olduğu hakkındaki meşhur teoriyi şüphesiz ki duymuşsundur. Bu
‘bir bardak su teorisi’ üzerinde gençliğimizin bir kısmı aklını kaçırmış, hem
de tamamen aklını kaçırmış. (…) Meşhur ‘bir bardak su’ teorisini anti-Marksist,
ve bundan da öte anti-sosyal olarak kabul ediyorum. (…) Cinsler arasındaki
ilişkiler, ekonomi ile psikolojik inceleme için özellikle seçilmiş fiziksel bir
istek arasındaki karşılıklı bir etkinin basit olarak ifadesi değildir. Bu
ilişkilerdeki değişikliği, bir bütün olarak ideoloji ile olan bağından tecrit
ederek, doğrudan toplumun ekonomik temeline bağlamaya niyet etmek, Marksizm
değil, rasyonalizm olur. Şüphesiz ki aşırı arzu tatmin edilmelidir, Ama normal
bir insan, hendeğe yatıp kirli sudan içer mi? Ya da kenarı bir yığın dudak tarafından
yağlanmış bir bardaktan?...” (V. İ. Lenin, Kadınların Kurtuluşu, Günce Yay.,
İstanbul, 1975, s.137-38.)
[6] V. İ. Lenin, Kadınların
Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul, 1975, s.87-88.
[7] V. İ. Lenin, Kadınların
Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul, 1975, s.22.
[8] V. İ. Lenin, Kadınların
Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul, 1975, s.26.
[9] Nisan-Mayıs 1917’de kaleme
alınan düzenlemeler. (V. İ. Lenin, Kadınların Kurtuluşu, Günce Yay., İstanbul,
1975, ss.66-72)
[10] Kadınlara oy hakkının
tanınması: Yeni Zelanda (1893), Avustralya (1902), Finlandiya (1906), Norveç
(1913), SSCB (1917), ABD (1920), İngiltere (1918 ve 1928), İspanya (1931),
Türkiye (1934), Fransa (1944), Belçika, İtalya, Yugoslavya (1946); İsviçre
(1971), Kuveyt (2005)…
[11] Clara Zetkin, Kadın Sorunu
Üzerine Seçme Yazılar, İnter Yay., İstanbul 1988, ss.28-29.
[12] Lenin ile bir ilişki
yaşayan Inessa, ne yazık ki Lenin’in ölümünden sonra, ağır bir sansüre uğramış
ve pek az yazısı gün yüzünü bulabilmiştir. Hakkındaki birinci elden temel
kaynak, büyük ölçüde Lenin’in kendisine yazdığı mektuplardır. Bu mektuplarda
Lenin, Armand’ın “fazlaca özgür” bulduğu aşk üzerine düşüncelerine itiraz
etmektedir. Inessa’nın Lenin’e mektupları ise, yayınlanmış değildir. Armand
konusunda bibliyografik bir çalışma için bkz. R. C. Elwood, Inessa Armand,
Revolutionary and Feminist, Cambridge University Press, 1992.
[13] http://www.counterfire.org/articles/77-revolutionaries/3906-inessa-armand-portrait-of-a-revolutionary
[14] Alexandra Kollontai,
“Sexual Relations and the Class Struggle”, (1921) Alexandra Kollontai,
Selected Writings, Allison & Busby, 1977.
[15] “Documents: Mikhail
Gorbachev on Women and the Family”, Population
and Development Review, Vol. 13, No. 4 (Dec., 1987), s.758.
[16] İki Kanadalı feminist,
Ester Reiter ve Meg Luxton (“Overemancipation? Liberation?: Soviet Women in the
Gorbachev Period”, Studies in Political Economy, 34:53-73, Bahar 1991)
Gorbachov dönemi SSCB kadınları arasında yaptıkları araştırmada, kadınların
“aşırı özgürleşme”den yorgun düştükleri, daha az hakka sahip, daha az güçlü ve
daha fazla “kadınsı” olmak istediklerine ilişkin gözlemlerini (biraz da
şaşkınlıkla) aktarmaktadır.
[17] SSCB’nin 1977 tarihli
anayasasının 35. Maddesi, kadınlara eğitim ve meslekî eğitime erişimde
erkeklerle eşitlik, istihdam, ücretlendirme ve terfide eşit fırsatları güvence
altına almaktaydı. Aynı zamanda toplumsal, siyasal ve kültürel faaliyetlerde
eşitlik içerirken, kadınlara yönelik özel sağlık koruma önlemlerini öngörüyordu.
[18] Ester Reiter ve Meg Luxton
1991. Bu durum, SSCB’ne özgü değildi. Sosyalist Doğu Avrupa, özellikle de
Çekoslovakya’da kadının durumu üzerine ayrıntılı bir çalışması olan Hilda Scott
(Does Socialism Liberate Women? Experiences from Eastern Europe, Beacon Press,
Boston, 1975, s.5) şu bilgileri aktarmaktadır: “1968’de sanayi, perakende
ticaret ve kamu hizmetlerinde istihdam edilen işçiler ile teknik ve idarî
personelin ücretleri üzerine yapılan bir çalışmada kadınların kazançlarının
erkeklere oranla ulusal ölçekte ortalama yüzde 27.9 oranında daha düşük olduğu
ortaya çıkmıştır - buna kadınların başat olduğu sektörler de dahildir. İnşaat
sektöründe kadınların ücretleri erkeklerin yüzde 48’i kadarken bu oran tekstil
sanayinde yüzde 71, sağlık hizmetlerinde ise yüzde 80.4’ü bulmaktadır.”
[19] Bkz. Carol Nechemias,
“Women’s Participation: From Lenin to Gorbachev”, Russian Women in Politics and
Society, Wilma Rule, Norma C. Noonan (der.), Greenwood Press, 1996, s.21.
[20] Carol Nechemias, “Women’s
Participation: From Lenin to Gorbachev”, Russian Women in Politics and Society,
Wilma Rule, Norma C. Noonan (der.), Greenwood Press, 1996, s.23.
[21] Ester Reiter ve Meg Luxton
1991.
[22] Karl Marx-Friedrich Engels, Alman İdeolojisi
[Feuerbach], Çev: Sevim Belli, Sol Yay., 1976.
[23] 8 Temmuz 1944’te ilan edilen ve 1970’e dek yürürlükte kalan Evlilik ve
Aile Yasası boşanmaları büyük ölçüde zorlaştırmakta, 1926 yasasının kabul
ettiği kayıtsız birliktelikleri “gayrımeşru” ilan etmekte, bekâr erkeklere ağır
bir vergi dayatmakta, analığı bir yurtseverlik görevi ilan etmekte, savaşın
doğurduğu kadın fazlasını doğurmaya teşvik etmek üzere babasız doğan çocukları
kısmen, ya da tamamen devlet koruması altına almaktaydı.