Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 08 Mart 2015
Geçerli Tarih: 06 Mayıs 2024, 06:42
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=20662
DAİMA YAŞAYACAKTIR, İSMİYLE MÜSEMMA YAŞAR
KEMAL
SİBEL ÖZBUDUN-TEMEL DEMİRER
“Bir sis çanı gibi gecenin içinde
Ta gün ışıyıncaya kadar
Vakur metin sade
Çalacaksın...”[1]
1923’te hayata
“Merhaba” diyen koca çınar Yaşar Kemal, Anadolu, Ermenistan ve Kürdistan’ın
köklerinden beslenen gerçekleri gerisinde bırakarak ayrıldı aramızdan.
Yaşamı boyunca
emekten, isyandan, insan(lık)a ait güzellikten yana mücadelesiyle onurun,
onurlu duruşun ne olduğunu hepimize öğreten O; sözcüklerin gizemine sevdalı bir
sosyalistti!
Bütün
dillerin, renklerin, çeşitliliklerin bir arada kardeşçe varolması gerektiğinin
altını özenle çizen Yaşar Kemal, destansı isyan(lar)ın, türkülerin sesi
soluğuydu… Sürgünlerin, göç(ertme)lerin, ötekilerin çığlığıydı… Hasılı
ezilenlerin, horlananların, sömürülenlerin eline silahını alıp dağa çıkan İnce
Memed’iydi…
“Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle,
hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim”…
“Demir olsam çürürdüm, toprak oldum
dayandım”…
“İnsan evrende gövdesi kadar değil, gönlü
kadar yer kaplar”…
“İnsan salt yüzdür, desek... Yüzler
konuşuyor, yüzler gülüyor, yüzler ağlıyor. Dünya insan yüzleri dünyasıdır”…
“Bana öyle geliyor ki, insan yüzlerinin
bilincine varanlar... Adem’den kıyamet gününe kadar gelmiş geçmiş bütün yüzleri
görürler”…
“Küreselleşme ‘tek tip insan’ yetiştiriyor
bugün. Oysa dünya onbinlerce çiçekli bir kültür bahçesidir; her çiçeğin ayrı
bir rengi ve kokusu vardır. Bir çiçeğin koparılması bir rengin, bir kokunun yok
olmasıdır. Tek dile, tek renge kalmış bir dünya hapı yutmuştur”…
“Ölümü izlemek, insanlığa yakışmaz… vebali,
hepimizindir!” diye haykıran edebiyatı(mızı)n dev yazarı ölümsüz Yaşar
Kemal Usta sadece coğrafyamızın gerçeklerini şiirsel bir dille haykıran bir
kalemi olmakla yetinmedi; aynı zamanda aydınlık bir gelecek için dövüşen
kararlı taraflılığıyla, Kürt meselesi de dahil, coğrafyamızın tüm temel
soru(n)larına onurlu/ adil çözüm(ler) getirebilmek için ömrünün tümünü (Türkiye
İşçi Partisi saflarında) mücadeleye hasretmiş bir aydındı.
Kimi yazarlar
ve ozanlar, romanlarını, öykülerini, şiirlerini yazarken, yaşadıkları toplumun
iklimini, coğrafyasını gözlemleme güçlerinden, insan ruhunu ve doğasını okuma
yetilerinden yola çıkarak bir “ses”e dönüşürler. Yalnızca okurlarını derinden
etkileyen yapıtlar vermekle kalmazlar, yaşananlara gösterdikleri tepkileriyle,
yüreklilikle dile getirdikleri yol gösterici, akıl açıcı düşünceleriyle,
“yaşadıkları toplumun sesi, vicdanı” olurlar. Örneğin sadece XIX. yüzyılın en
büyük romancılarından biri değil, aynı zamanda gerçeğin ve adaletin savunucusu,
yoksullar ve ezilenlerin yanında bir eylem insanı olan Emile Zola ya da ABD’nin
Vietnam politikalarına karşı çıkarak, kendi adıyla anılan ‘Uluslararası Savaş
Suçları Mahkemesi’ni toplayan düşünür Bertrand Russell gibi...
Sözü ve
eylemiyle Yaşar Kemal de onlardandı; ve O, sözleri ve eylemleriyle, çağrıları
ve uyarılarıyla “toplumumuzun vicdanı”ydı…
* * * * *
1923’te ya da
bir başka kayda göre 1926’da Adana/ Osmaniye’nin Hemite köyünde bir Kürt çocuğu
olarak dünyaya geldi. Orta sonda okulu terk edip Çukurova sıcağında ter döke
döke, bir taraftan ekmeğini kazandı, bir taraftan da çalakalem yazdı, yazdı,
yazdı. Koşuştu, aç kaldı, hapis yattı, çeltik tarlalarında ırgatlık,
amelebaşılık, kontrolörlük, arzuhalcilik, öğretmenlik yaptı ve yine yazdı,
yazdı, yazdı. Topraklarına dağına, taşına, ovasına, ırmağına, kurduna kuşuna,
çiçeğine, otuna, böceğine ve illa ki insanına ses oldu, söz oldu, destan oldu.
Onların diliyle konuştu ve yazdı. Yazdıkları onlarca dile çevrildi. Onlarca
ödül kazandı.
Sosyalist
dünya görüşü yüzünden ilk kez 17 yaşında tutuklandı. Daha sonra, “1950 yılında,
işkence görüyorum. 1971 yılında yeniden tutuklandım, ama uluslararası
protestolar karşısında serbest bırakıldım. Hiç kuşkusuz hapishane çağdaş Türk
edebiyatının okuludur”, derdi.
Asıl adı Kemal
Sadık Gökçeli’dir. Van Gölü’ne yakın Ernis köyünden olan ailesi Birinci Dünya
Savaşı’ndaki Rus işgali yüzünden uzun bir göç süreci sonunda Osmaniye’nin
Kadirli ilçesine bağlı Hemite köyüne yerleşmiştir.
1940’lı
yılların başlarında Pertev Naili Boratav, Abidin Dino ve Arif Dino gibi
komünist sanatçı, solcu ve yazarlarla tanıştı.
1943’te bir
folklor derlemesi olan ilk kitabı ‘Ağıtlar’ı yayımladı. Askerliğini yaptıktan
sonra 1946’da gittiği İstanbul’da havagazı şirketinde gaz kontrol memuru olarak
çalıştı. 1948’de Kadirli’ye döndü, bir süre yine çeltik tarlalarında
kontrolörlük, arzuhalcilik yaptı.
1950’de
Komünizm propagandası yaptığı iddiasıyla tutuklandı, Kozan cezaevinde yattı.
1951’de salıverildikten sonra İstanbul’a gitti,
1951-1963
arasında Cumhuriyet gazetesinde Yaşar Kemal imzasıyla fıkra ve röportaj yazarı
olarak çalıştı. Bu arada 1952’de ilk öykü kitabı ‘Sarı Sıcak’ı, 1955’te ise
bugüne dek kırktan fazla dile çevrilen romanı ‘İnce Memed’i yayımladı.
“Ben ilk
hikâyelerimi Arif Dino, Abidin Dino ve Orhan Kemal’e okumuşumdur. 1948’di. Orhan
Kemal, ‘Bebek’ hikâyesini okurken zaman çok şaşırmıştı. Ümit Yaşar Oğuzcan da
yanımızdaydı. Meyhaneye gidecek kadar paramız yoktu. Orhan Kemal, ‘Bebek’
hikâyesinin onuruna Ümit Yaşar’la bana meyhanede bir şişe şarap ısmarladı.
Böylece ilk yazarlık arkadaşlığımız başladı,” diyen Yaşar Kemal ekliyordu:
“… ‘İnce
Memed’ olaydır. Sadece polisiye vakalara karışmıştır edebiyat eseri ‘İnce
Memed’. Sadece devletin yasaklarıyla uğraşmıştır bu ‘İnce Memed’, otuz yıldır.
Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilirken savcılık takibatı; UNESCO Fransızcaya
çevirtmek isteyince bizimkilerin karşı koymaları, buna karşı UNESCO’nun diretip
çevirtmesi; televizyon yasağı. Dünyanın hiçbir yerinde, en totaliter ülkesinde
bile bir edebiyat eseri bu kadar yoğun biçimde engellemelerle
karşılaşmamıştır…”[2]
1962’de
girdiği Türkiye İşçi Partisi’nde genel yönetim kurulu üyeliği, merkez yürütme
kurulu üyeliği görevlerinde bulundu.
TİP’e girişini
1971’de Abdi İpekçi’nin yaptığı bir söyleşide şöyle anlatıyordu Yaşar Kemal:
“Mehmet Ali Aybar’ın başkan olduğu bu partiye 1962 yılında girdim. Elimden
geldiğince de çalıştım. Benim hiçbir politik ihtirasım olmadı, olmayacak. Bunda
kararlıyım. Amma emekçilerin yanında, ölünceye kadar onların hakları için,
onların yönetime gelmeleri için sonuna kadar çalışacağım.”[3]
Kuruluş
yıllarında TİP’in halka açık hemen her toplantısı, “milliyetçi-mukaddesatçı”
militanların, polisin, jandarmanın saldırısına uğrardı... 1965 seçimlerinde
TİP’in 15 milletvekili ile Meclis’e girmesi büyük bir heyecan yaratmış,
saldırılar daha da yoğunlaşmıştı. Başta Mehmet Ali Aybar, Behice Boran, Sadun
Aren, Çetin Altan olmak üzere milletvekillerinin Meclis’teki konuşmaları siyasi
gündemi allak bullak ediyordu.
Çetin Altan’ın
bir Meclis konuşması sırasında Adalet Partili milletvekilleri tarafından
kürsüde lince varan bir toplu saldırıya uğraması, verilen önergelerin çoğunluk
tarafından sürekli reddedilmesi, seçimi izleyen günlerdeki iyimserlik içinde
“parlamenter demokrasi”ye bağlanan umutları adım adım törpülüyor, özellikle
gençler arasında daha kestirme mücadele yollarını öneren görüşlere itibar
kazandırıyordu. Parti içinde “Kürt Sorunu” konusundaki tartışmalar gerilimlere
ve görüş ayrılıklarına yol açıyordu.
TİP’deki ilk
ciddi bölünme emarelerinin açığa çıktığı Malatya kongresi sırasında Yaşar Kemal
Merkez Yürütme Kurulu üyesiydi. Parti içi tartışmaların yoğunlaşması üzerine,
Yaşar Kemal’in önayak olmasıyla, yakın siyasi tarihimizde önemli bir yeri olan
‘Ant’ dergisi yayına başladı.
O günleri,
derginin genel yayın yönetmenliğini ve sorumlu müdürlüğünü yapacak olan Doğan
Özgüden şöyle anımsıyor: “Çeviriyle uğraştığımız günlerde Yaşar Kemal’den bir
telefon geldi. Kasım 1966 sonlarında TİP’in İkinci Büyük Kongresi’nin yapıldığı
Malatya’dan dönmüştü. Kongrede yine birçok tatsız olay yaşanmış, özellikle
Behice Boran ve Nihat Sargın’ın örgütteki Mihri Belli ve Hikmet Kıvılcımlı
sempatizanı partililerin tasfiyesi için giriştikleri operasyon partiyi yeni bir
krize sürüklemişti...”[4]
Yazıları ve
siyasi etkinlikleri dolayısıyla birçok kez kovuşturmaya uğradı. 1973’te
‘Türkiye Yazarlar Sendikası’nın kuruluşuna katıldı ve 1974-1975 arasında ilk
genel başkanlığını üstlendi.
1988’de
kurulan PEN Yazarlar Derneği’nin de ilk başkanı oldu. ‘1995’te Der Spiegel’deki
bir yazısı nedeniyle İstanbul Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde yargılandı,
aklandı. Aynı yıl bu kez ‘Index on Censorhip’teki yazısı nedeniyle 1 yıl 8 ay
hapis cezasına mahkûm edildiyse de cezası ertelendi. Yaşar Kemal, yirmiyi aşkın
ödül, ikisi yurtdışında beşi Türkiye’de olmak üzere, yedi fahri doktorluk
payesi aldı.
TBMM
tutanaklarında Yaşar Kemal’in adı yasaklanmış kitap listelerinde ya da
kitaplarını okuttuğu için cezalandırılmış eğitimcilerle ilgili birçok yerde
geçiyor.
21 Mart 1992
tarihinde Kültür Bakanı Fikri Sağlar, 1984 yılında -Mükerrem Taşçıoğlu Kültür
Bakanı’yken - şikâyetçi oldukları yayınlarla ilgili olarak Burhan Kara’nın
“Yakılsın onlar, yakılsın” dediğini, Mehmet Nedim Budak’ın da “Hayır başka
tedbirler var, o tedbirler alınsın” dediğini aktarıyor.
“Başka
tedbir”i ise şöyle anlatıyordu:
“Başka tedbir
üzerine su sıkılıyor, depodaki o kitapların üzerine su sıkılıyor. Efendim biz
orayı açtık, gördük. Biz orayı açtık, TRT ekibi kamerasıyla gelerek çekti,
televizyonda 60 milyon insana gösterdi. Orada 154 bin kitap vardı, o kitapların
kutularının üzerinde ‘Yasaklı kitaplar’ yazıyordu. ‘Yasaklı kitaplar’ yazılı
kılıfları ve kapakları da bakanlığımızın koridorlarında teşhir ediyoruz; bir gün
kahvemizi içmeye teşrif ederseniz, bunu göreceksiniz. El yazısıyla ‘Yasaklı
kitaplar’ diye yazılmış ve içinden Yaşar Kemal çıkıyor, başkaları çıkıyor.”[5]
‘Der Spiegel’ dergisine verdiği bir beyanat
nedeniyle Devlet Güvenlik Mahkemesi’nde (DGM) açılan davadaki, 5 Mayıs 1995
tarihli savunmasında o karanlık günlerde önümüzü aydınlatan bir deniz feneri
gibiydi: “Ormanların yakıldığı doğru
değil mi? Bundan dolayı devleti suçlamaya hakkım yok mu? 1800 faili meçhulü
bütün dünya duymadı, gazeteler yazmadı mı? Türkiye dünyanın en büyük işkenceci
devleti olaraktan ilan edilmedi mi? Halkın üstünde zulüm bir ağı rüzgârı gibi
esmedi mi? (...) Üç milyon insan yerinden yurdundan edilmedi mi?”
2002 yılında
da bir yazısı nedeniyle, DGM, Yaşar Kemal’i “Halkı sınıf, ırk, din, mezhep veya
bölge farkı gözeterek kin ve düşmanlığa açıkça tahrik ettiği” gerekçesiyle
hapse mahkûm etmişti…
Zeynep Oral’ın
da işaret ettiği gibi, “Yazı yazarak, düşüncelerini yazarak işlemişti bu ‘suçu’
Yaşar Kemal. DGM haklıydı bir bakıma! Yaşar Kemal çoooook büyük bir
tahrikçiydi! Örneğin beni, hepimizi yıllardan beri yazdıklarıyla, romanlarıyla
açık açık, yani ‘açıkça’ tahrik etmişti…”
Kolay mı? Burası Türkiye’ydi; O da Yaşar
Kemal! Yoksa İnce Memed mi demeli?
* * * * *
Evet, evet O bir İnce Memed’di…
‘Europa Online Magazine’, Onun için “Genç
olsa Gezi’ye katılırdı” derken; ‘Berliner Zeitung da “Başkaldıran Homeros” diye
eklemekte sonuna kadar haklıydı![6]
Onca yıl
baskıya, egemen şiddete, zulme direndi. Yaşamı yapıtlarıyla çoğalttı...
Bu nedenle O;
“Güzel atlara binip giden o güzel insanlar”dan biriydi; içindeki çocuğu
öldürmemiş, hep capcanlı tutmuş, hep beslemiş bir devdi.
Nelere
direnmedi ki Yaşar Kemal! Siyasetten yargıya kadar nelere, nice haksızlıklara
ve zulme göğüs germedi ki?
Aslı sorulursa ‘İnce Memed’ yazan O; ‘İnce
Memed’in, direngen destanının kendisiydi; Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın, “Uluslar
büyük evlatlarıyla soluk alırlar,” vurgusundaki üzere!
Hatırlanacağı
üzere: Yaşar Kemal’e ‘Koca’ lakabını, önce Kadirli halkı uygun görmüş, sonra da
tüm halkımız bu rütbeyi ona yakıştırmıştır.
Bu takdirde
kuşku yoktur ki Onun yoksullar için yaptığı mücadelede, sözünün arkasında Toros
Dağları gibi durmasının payı vardı. Ve “Kendimi bildim bileli zulüm görenlerle,
hakkı yenenlerle, sömürülenlerle, acı çekenlerle, yoksullarla birlikteyim,”
derdi Yaşar Kemal!
“Sonsuz
çalışma azmi ve üretkenliğiyle romanlarında ne anlatırsa anlatsın, yaşamın
hangi anında olursa olsun, hep ama hep kendisi olabilen, kendisi kalabilen ve
sahici olan Yaşar Kemal bir bütündü.”[7]
Savaş, açlık
ve yoksullukla yoğrulmuş, acılarla büyüyen insanlar, Yaşar ustanın kaleminden
unutulmamaya mühürlenirken; Onu zirveye taşıyan müthiş dil ve eskiyle yeniyi
kaynaştıran kurgu ve anlatımının yanı sıra, daha yetmişli yıllarda ısrarla
çevre kirliliğine dikkat çekmesi, vahşi kapitalizmin tehditleriyle savaşımı ve
illa insanlık ve barış için bıkmaz usanmaz çabası da olmuştur.
O, kardeşlik ve barıştan yanadır her dem;
elbette bedeli ödemeyi göze alan dik duruşun, cüretkârlığıyla…
Şimdilerde
esamesi okunmasa, hükmü kalmasa, hatta artık söylendiği zaman gülünç kaçsa da,
bir zamanlar “kavimler kapısı” olduğu keder ve acıyla hatırlanan Anadolu’nun
Yaşar Kemal’i, sanki o zamanlardan kalma bir bilgedir; “kavimler kapısının
bekçisi”, “kültürlerin, halkların, dillerin, renklerin sözcüsü”dür… Çünkü
Anadolu, Yaşar Kemal’dir!
Kolay mı?
O 2013’de
düzenlenen ‘Kuzey Kürdistan Birlik ve Çözüm Konferansı’na gönderdiği mesajda,
“Dil insanın onurudur,” vurgusuyla ekliyordu:
“İnsanlık
yıkımının altında, insanların yüreğine nefret tohumlarının altında ırkçılık
vardır. Türkiye’yi düşünce düşmanlığına, demokrasi düşmanlığına itmekte,
kuşaklarımızın bağışlayamayacağı felaketlerde ırkçılığın büyük payı olmuştur.
(...) Onuruyla yaşamak, kendi dilini ve kültürünü de onurla taşımak ve yaşatmak
demektir. Bu temel bir insan hakkıdır. Bir dil de salt konuşulmakla yaşamaz.
Bir dilin yaşaması için, o dilde eğitim olması, dil kurumları, akademileri,
enstitüleri olması gerekir. (...) Dilini ve onurunu istemek en temel ve doğal
haktır. Bu ülkede yaşayan herkesin diline, dinine, tüm insan haklarına sahip
olduğu, onuruyla yaşadığı gerçek bir demokraside çözülmeyecek sorun yoktur.
(...) Ey Türk halkı, Kürt halkı, bu toprakların kültür zenginliği olan tüm
halklar, sözüm hepinizedir. Bugün bu ülkede yaratıcılığımız eksilmişse,
vicdanımız vurdumduymaz olmuşsa, şiddet hayatımızın her alanında üstümüze
çökmüşse, hiçbir kuruma güvenimiz kalmamışsa, bunlar bir kuşak ömrü süregelen
bir kirli savaşın insanlığımızda açtığı yaralardır. Ben diyorum ki bu yaraların
sarılması bizim elimizde. Ülkemizin onurunu, ekmeğini, kültür zenginliğini
kurtarmak elimizde. Gelin de doğru dürüst bir demokratik düzenin kurulması için
aklımızla, yüreğimizle el ele verelim. Bu bir çağrıdır. Sözüm sizedir.”
Ayrıca Kendi
deyimiyle “Cumhuriyetin ilk yıllarında bir Türkmen köyünde tek Kürt ailenin
çocuğu olarak doğan” Yaşar Kemal, eserlerinde büyüdüğü topraklardaki Ermeni
geçmişine sık sık atıfta bulundu.
2011’de
Fransa’dan onur nişanı ‘Legion d’Honneur’, 2013’de ise Ermenistan’dan ‘Krikor
Nargatsi Nişanı’na layık görülen Yaşar Kemal, Adana bölgesindeki Ermeni
mülkleriyle ilgili satırlarını ‘Yağmurcuk Kuşu’ romanına şöyle nakşetmişti:
“Annesi İsmail
Ağa’ya şöyle öğütler: ‘Bir de senden dileğim, oğlum, o kasabaya gidersen, o
Ermenilerden kalma evleri, tarlaları kabul etme. Sahibi kaçmış yuvada, öteki
kuş barınamaz. Yuva bozanın yuvası olmaz. Zulüm tarlasında zulüm biter.’
İsmail Ağa bu
öğüde uyarak romanın sonraki bölümlerinde ‘Sağol ama Bey, ben Ermeni konağı,
çiftliği, tarlası istemem’ diyordu ancak konağı öneren kişi teklifinin
reddedilmesine kızıyordu.
‘Onlar kuş
değil Ermeni’ diye bağırdı, bir çelik tel gibi zangırdayarak Arif Bey,
ayaklarını yere vurup tepinerek, ‘Sen ne söylüyorsun, be akılsız Kürt, deli
Kürt, onlar kuş değil, kuş değil… Evleri de yuva, olamaz.’
Yaşar Kemal,
bölgede var olan ‘şu kadar Ermeni öldüren cennetliktir’ propagandasını da
İsmail Ağa’nın dostu Onnik’i öldürmek isteyen köylülerden kurtarması üzerinden
anlatıyordu:
‘Ver Ermeni’yi
bana, onu öldürmeliyim ben. Cennete gideceğim. Bu Ermeniyi de öldürürsem, benim
sayım tamam olacak, cennete gideceğim, ver onu bana da sevaba gir. Ben onu
Rıza’dan satın aldım.”[8]
Yine Yaşar
Kemal, Ermeni mülklerini eline geçirenlere yönelik en sert eleştirilerini ise
‘İnce Memed’in üçüncü cildinde dile getirip, onları “Cumhuriyetin şişirdiği
keneler” diye niteliyordu:
“Öyle ötekiler
gibi hazinenin, ya da Ermenilerin topraklarına konmamıştı Murtaza Ağa. Ve hem
de bununla övünürdü. Yalnız, şimdi bu oturduğu konağı, kaçarken ona Ermeni
dostu Karabet Keklikyan vermişti. Herkes konağın Karabetten zorla alındığını
söylüyordu ya, Murtaza Ağa bu iftiraya cin ifrit oluyordu. Hayır, o, bu
görkemli konağı gasp etmemiş, Ermeni dostu Keklikyana çil çil altınlar sayarak
satın almıştı. Konakları gasp edenler Zülfü’ydü, Taşkın Halil Beydi, Molla
Duran Efendiydi, Mustantık Rüştü Beydi. Ötekilerdi. Bir kuruş vermeden, ne
devlete ve ne de konakların sahiplerine, onlar gidince, babalarının malları
gibi gelip oturuvermişlerdi…
Ötekiler
düşmüşler yazıya yabana, Ermenilerin çiftliklerini, Yörüklerin kışlaklarını,
öteki Hazine tarlalarına pay ediyorlar, bir türlü de gözleri toprağa
doymuyordu. Taşkın Halil Bey, Zülfü, emekli yargıç Hüdai, Mustafa Rüştü Bey,
bunların hepsi hepsi birer sahtekârdı. Hepsi, Çamuroğulları, Tazıgiller,
Yiğitoğulları üç beş yılın, Cumhuriyetin şişirdiği kenelerdi…”[9]
Özetin özeti Yaşar Kemal’in, Ermeniler için
yazdıklarının en ünlü cümlesi, “O iyi insanlar, o güzel atlara bindiler
gittiler”di!
* * * * *
Şimdi o da
gitti!
Ancak Ovidius’un, “Omnia mutantur, nihil
interit/ Her şey değişir, hiçbir şey kaybolmaz”; Vergilius’un, “Carpent tua
poma nepotes/ Senin mahsulünü gelecek nesil biçer,” sözleriyle betimlenmesi
mümkün olan O; Latinler’in “Abiit, non obiit/ Gitti, ama ölmedi,” dediğidir!
Evet, evet
Osho’nun, “Yaratıcılık var olan en büyük başkaldırıdır”; Miguel de Unamuno’nun,
“Yaşam çok şey öğretiyor insana, ölüm daha çok; her ikisi bilimden çok, çok
daha fazlasını öğretiyor. Yaşamın tek öğretmeni yalnızca yaşamdır,”
saptamalarındaki O; zulüm düzenine başkaldıran İnce Memed’dir; yani Yaşar
Kemal’in ifadesiyle “içinde başkaldırma kurduyla doğmuş” bir insanın, “mecbur
adam”ın destanıdır.
Ali Çakmak’ın,
“İnsana çok uzun bir süre bakmış, şaşırmış, büyük bir sevinç çığlığı atmıştır kendi
ifadesiyle ‘İnce Memed’le. Bütün büyük destanlarda bulduğumuz o sevinç çığlığı
her yerden duyulur; ovadan, dağdan, denizden,” diye ifade ettiği o destan
Toroslar gibi karşımızdadır; yolumuzu yönümüzü göstermektedir hâlâ…
Ve son söz hep
Onundur!
“Ben hep korkudan korktum. Korkudan çok
korktum. Roman yazdığım zaman içimde bir korku istemezdim. O yüzden bu kitapta
da korkuyu anlattım. Kayseri’de askerlik yaptığım kasabanın üzerinde büyük bir
taş vardı ve bütün kasaba bu taşın üzerlerine düşeceğinden korkuyor, düşmesin
diye taşı demir zincirlerle bağlıyorlardı. Madem korkuyorsunuz o zaman çekin
gidin derdim. Seneler senesi bu korkuyu yazmak istedim,” diye haykıran Yaşar
Kemal, ‘Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi’ndeki onursal doktora töreninde
de şunları demişti:
“Biz sanatın
gücüne ve sanatçının sorumluluğuna inanan bir kuşaktık. Sanatçı güzel
yapıtlarla dünyamızı zenginleştirecek diyorduk. İnsan kültürüne bir şeyler
katacak. Kötülüklerle en önde, kellesini koyarak dövüşecek.
Biz
edebiyatımızda inatla yaşama sarıldık. İnatla bu topraklarda yaşanan acıların,
duyulan özlemlerin sesi olmaya uğraştık. İnatla kendimize dönüşü
gerçekleştirmeye çalıştık. Bunun için de çoğumuz bedel ödedik.
Zilli kurt
diye çok anlattığım, yazdığım bir gerçek vardır. Doğu Anadolu’da kurtlar bir
beladır. Bir kurt bir koyun veya keçi sürüsüne dalar, bütün sürüyü parçalar.
Kurt dalmış sürüden artık hayır yoktur. Ve koyundan, keçiden başka geçimi
olmayan Doğu Anadolu halkı, sürüsüne kurt girmişse çöker, biter, açlıkla karşı
karşıya kalır. Bu durumda köylü, kurttan öcünü almak ister. Atlanırlar,
köpeklerini, iplerini alırlar. Kurt avına çıkarlar. Kurtları diri yakalamaktır
en büyük amaçları. Usulünü bilirler, kurtları diri yakalarlar. Kin
bağladıkları, öç almak istedikleri kurda bir fiske bile vurmazlar.
Kurdu hiç
incitmezler. Yalnız sağlam bir telle ya da kirişle kurdun boğazına bir zil
takarlar ve kurdu salıverirler. Boğazı zilli kurt, hiçbir canlıya yaklaşamaz.
Boğazında zil, bozkırlar boyunca, dağlar boyunca koşar durur ve bir gün
açlıktan ölür. Bu, insan aklına gelen işkencelerin, zulümlerin en
korkunçlarından biridir.
Türkiye’de pek
çok yazar bu bedeli zilli kurt olarak ödemiştir…
Çağımızın
büyük şairi Nâzım Hikmet son şiirlerinden birinde ‘Şairlik kanlı zenaat’,
diyordu. Ve biz de sanat kanlı bir zenaat olma namusunu sürdürüyor.
XVII. yüzyılda
bir şiiriyle binlerce kişiyi ayaklandıran Pir Sultan Abdal da imanını şöyle
belirtiyordu:
‘Yemenden öte
bir yerde, Düldül hâlâ savaştadır’…”
1 Mart 2015
09:35:35, Ankara.
N O T L A R
[1]
Melih Cevdet Anday, “Telgrafhane”.
[2]
Celâl Üster, “Köroğlu Gibi Bir Şey…”, Cumhuriyet Kitap, No:1302, 29 Ocak 2015,
s.6.
[3]
Milliyet, 19 Nisan 1971.
[4]
Doğan Özgüden, Vatansız Gazeteci, Cilt:I., Belge Yay., 2010, s.390.
[5]
Türey Köse, “Yaşar Kemal Terörist Pamuk’un Davası Kıytırık”, Cumhuriyet, 29
Aralık 2012, s.8.
[6] “Genç
Olsa Gezi’ye Katılırdı”, Cumhuriyet, 11 Ekim 2013, s.17.
[7]
Zeynep Oral, “Yaşar Kemal: Bir Büyücü!”, Cumhuriyet, 23 Ocak 2015, s.15.
[8]
Yaşar Kemal, Yağmurcuk Kuşu-Kimsecik 1, YKY., 2003.
[9]
Yaşar Kemal, İnce Memed, C:3, 18. baskı, YKY., 2015.