Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 11 Ocak 2015
Geçerli Tarih: 19 Mayıs 2024, 05:07
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=20204
CHARLIE HEBDO’YA SALDIRI,TE’VİLLERİ VE TAVRIMIZ - SİBEL
ÖZBUDUN - TEMEL DEMİRER
“Bir türkü söylediler, duydunuz mu
Bir kuşu vurdular,gördünüz mü
Böyle neden susuyorsunuz böyle
Güzelliğiniz çoğalıyor,öldünüz mü?”
(Özdemir Asaf.)
7 Ocak 2015 günü üç
İslâmcı militan, Paris’in 11. mahallesinde bulunan mizah dergisi Charlie
Hebdo’nun bürosunu bastılar ve içeridekileri ağır silahlarla taradılar.
Katliamın bilançosu feciydi; aralarında Fransa’nın en ünlü çizerlerinin
bulunduğu 12 ölü; bir kısmı ağır, 20 kadar yaralı. Katiller, öyle anlaşılıyor
ki, Charlie’de yayınlanan İslâm dinini eleştirir mahiyetteki karikatürlerden
haz etmemişlerdi!
Ama’sız, fakat’sız, te’vilsiz, tek sözcükle lanetlenmesi, mahkûm
edilmesi gereken bir olay…
Oysa katliamın Türkiye’deki yansımalarına bakıldığında,
birçok vak’ada te’vil çabalarının (lanetleme, mahkûm etme bir yana) “kınama”nın
önüne geçtiğini gördük ve görmekteyiz de! Birkaç başlık altında toplayalım:
i) “Saldırıyı İslâm’a mal etmemek gerek” tavrı: Türkiye’de
başta iktidar çevreleri olmak üzere kendini “sağduyulu” olarak tanımlayan
Müslümanlarda yaygın tutum bu. Kendini “barışçı” dedikleri İslâm’ın “gerçek”
temsilcisi ilan eden bu grup (bu yetkiyi nasıl ve nereden aldıkları belli
değildir), buna karşın saldırganları “İslâm-dışı” ilan etmemekte ya da
edememektedirler bir türlü… (“Bir Müslümanın bir başka Müslümanı “tekfir
edemeyeceği”/ dindışı ilan edemeyeceği gerekçesiyle…) Bu durumda kendini İslâm
(ya da herhangi başka bir din) çerçevesinde tanımlamayanlar açısından söz
konusu olan her ikisi de “İslâm adına” davranan iki grup arasında bir yöntem
anlaşmazlığıdır. İslâmî referanslarla hareket etmeyen herhangi biri için bu
yöntemlerden hangisinin “otantik İslâm”, hangisinin “sahte” olduğunu ayırt etme
çabası, anlamsızdır. Dahası, din/ Allah adına girişilen hangi şiddet
göstergesinin İslâm’a mal edilip hangilerinin mal edilemeyeceğini ayırt etmek,
giderek zorlaşmaktadır: Gayrımüslim kadınların kaçırılarak cariye pazarlarında
satılması? Sokak ortasında kellelerin kesilmesi? Köylerin basılıp binlerce
kişinin taranarak öldürülmesi? Kadınların zina yaptılar diye recmedilmesi? Kız
çocukların 9-10 yaşında evlendirilmesi?
ii) “Bu olay Müslümanlara kara çalmak adına, başka mihraklar
(Fransız “derin (denilen) devleti”? Siyonist İsrail?) tarafından kotarılmıştır”
tavrı: Müslümanlar arasında küreselleşmeye karşı daha kuşkucu, daha fazla
“milli görüş”ten yana duranlar arasında öne çıkan tepki. Psikolojideki
karşılığı sanırız “yansıtma” oluyor. Herhangi bir somut kanıt arayışı içine
girmeden, hiçbir özgülleştirme çabasına kalkışmadan, ya da bağlantı kurma
ihtiyacı hissetmeksizin, “olsa olsa”cı bir kestirmecilikle suçu birilerine
yükleyip ellerini yıkamak…
iii) Olay Batı yaygın olan İslâmofobi’nin ve/veya
emperyalistlerin İslâm coğrafyasında döktükleri kana tepkidir” tavrı:
İslâmofobi’nin Batı coğrafyasında, özellikle de neo-liberal piyasa ekonomisinin
yol açtığı istihdam daralması ve güvencesizleşme politikalarından tedirgin,
konumlarını giderek yitirmekte olan alt-orta sınıfların tepkisini yöneltecek
uygun bir araç olduğu ve bu nedenle de öfke/tepkiyi manipüle ederek ortak bir
sınıfsal duruşa yol açmaması amacıyla egemen sınıf politika(cı)ları tarafından
manipüle edildiği tartışma götürmez. Kuzey’li “efendiler”in, dünya enerji
kaynaklarının, koridorlarının denetimini ele geçirmek üzere başta İslâm
coğrafyası olmak üzere yeryüzünün geri kalanı üzerinde kıran kırana bir
rekabete giriştikleri ve bu rekabetin halkların boğazlaşmasını tetiklediği de…
Bütün bunlar, doğru, doğru olmasına ama, bu durum radikal İslâmcıların
eylemleriyle ortalığı kan gölüne çevirmelerini ‘mazur’ gösterecek bir gerekçe,
ondan da vazgeçtik, “olayları açıklamada başvurulabilecek
sosyolojik-siyasetbilimsel nedensellikler” olarak kullanılabilir mi? Hele ki,
katliamların kurbanları büyük ölçüde kadınlar, çocuklar, yaşlılar, silahsız,
sıradan insanlar, ya da Charlie Hebdo saldırısında olduğu üzere, İslâmofobi’yi
ve dünyanın yoksul coğrafyalarındaki emperyalist müdahaleleri her vesileyle en
sert biçimde eleştirmekten kaçınmamış onurlu aydınlar olduğunda?
iv) “Gazze’de, Irak’ta (ya da başka Müslüman coğrafyalarda)
o kadar Müslüman kanı dökülürken birkaç karikatüriste ağlayan Batı kamuoyu
neredeydi?” tavrı: Yukarıda sayılan gerekçelerin en kaypağı, en çarpığı ve/
fakat Türkiye’de en sık başvurulanı... Bu mantık, yeryüzündeki tüm
adaletsizlikleri sorgulanamaz/ eleştirilemez/ karşı çıkılamaz hâle getirmenin
sihirli formülü, tipik bir demogoji örneğidir. Bir yandan katilleri “aklarken”,
bir yandan da zeytinyağı gibi üste çıkmanızı, karşı tarafı ikiyüzlü/ sahtekâr/
işbirlikçi konumuna düşürmenizi sağlar. Nihayetinde her bir haksızlığı
dengeleyecek/ bastıracak bir başkasını bulup çıkarmak mevcuttur.
Bu “apolojiler”, haydi katledilişinin yıldönümü yaklaşmakta
olan sevgili ahbariğimiz Hrant’a atfen söyleyelim, Müslümanların “kanını
zehirleyen” argümanlardır: “Müslüman hata yapmaz, İslâm dini her türlü kusurdan
münezzehtir” tavrı… Hem bir dine, hem de o dinin saliklerine karşı herhangi bir
şekilde, eleştirel bir tutum almaktan kaçınma kestirmeciliği. Özeleştirellikten
uzak durarak “suç”u sürekli olarak başkalarının (“emperyalistler, Siyonistler,
İslâmofoblar, medya, derin (denilen) devlet, İslâm’ın ‘özünü’ bilmeyenler”,
vs.!) üstüne atan hırçın yeniyetme sendromu… Bu tutum(lar) kendini “Müslüman”
olarak tanımlayanları, dinlerinin ne olup ne olmadığı, neleri va’zettiği, dinsel
kaynaklardan ne gibi “vazifeler” türetilebileceği, dinsel umdelerin hangi
katliamlara, hangi insanlık suçuna gerekçe yapılabileceği konusunda içtenlikli
bir yüzleşmeden alakoyuyor. En çok da, İslâm’ın (kanımızca İslâm kaynaklı
şiddetin büyük bölümünün doktriner arkaplanını teşkil eden) “dünyevî olana
hükmeden bir din olma” iddiasını tartışmaya açmanın önüne geçiyor.
Evet, İslâm fundamentalizminin temeli, İslâm’ın (vicdanlara,
“öte dünya”ya, ahlâka vb. taalluk eden bir din olmak bir yana) yeryüzüne hükmetmesi
gerektiği ilkesidir. Bu ilke, “ılımlı” (denilen) İslâm(cılar) tarafından net
bir dille ve kesin bir biçimde reddedilmediği sürece, İslâm’ın “ılımlı” ile
“radikal/ fundamentalist vb.” versiyonları arasındaki “sınırlar” muğlak
kalacak, geçirgenleşecektir; bu durum, Müslümanların dünyasında
(tarihsel-siyasal vb. nedenlerle biçimlenmiş) “mağduriyet” duygusunu, onları
kendi inanç sistemleri üzerinde düşünmekten alakoyacak bir perdeye
dönüştürmektedir. Bu anlayış hüküm sürdüğü, “İslâm alemi”nin hâkim hissiyatı
olmayı sürdürdüğü müddetçe, Müslümanlarla Müslüman-olmayanlar (başka dinlerin
salikleri, laikler, ateistler) arasında bir arada yaşama olasılıklarının önünü
kapatır…
Bugün şu iki olgu, açıkça kabul ve ilan edilmelidir:
İslâm’ın hâkim olduğu coğrafyada, gayrımüslimler bir yana, nüfus kağıdı
itibariyle Müslüman da olsa İslâm kurallarına göre yaşamak istemeyen hatırı
sayılır bir nüfus yaşamaktadır. Bu bir tercih özgürlüğüdür. Kimsenin, hiçbir
merciin başkalarına bir inanç ve yaşam tarzını dayatma yetkisi yoktur.
İkincisi ise, eleştiri özgürlüğü -kutsal sayılan değerlere
yönelik olanlar dahil- tartışmasız, “ama”sız, “fakat”sız kabul edilmesi gereken
temel bir özgürlüktür. Eleştiri beğenilmeyebilir, “yıkıcı” bulunabilir, ancak
eleştiriye sadece kendi düzleminde, yani “fikir”le karşılık verilebilir.
Eleştirene karşı (hapsetmek ya da öldürmek gibi) fiziksel “müeyyide”
uygulamak”, bir düzeni “tabular” aracılığıyla sürdürme, “tabular”ı düzeni/
iktidarı meşrulaştırma aracı olarak kullanmaktan başka bir şey değildir.
Sonuç olarak, yukarıda sıralanan dört “te’vil”, kısmen
medyada, ama çoğunlukla da sosyal medyada karşımıza çıkan, “Peygamber
efendimize, mübarek dinimize dil uzatmaya cesaret edenler için bu olay ibret
olsun” zorbalığını nakzetmemekte, tersine ona örtülü destek sağlayıp toplumcu
laiklik gereksinimini inkâr ve ihmal etmektedir.
Peki “ya sizin tavrınız nedir?” diye sorulacak olursa…
Özkan Mert’in, “Cesurum ey hayat/ Cesurum ey namussuzlar/
Genç bir yürekle/ Karşı çıkıyorum dünyaya/ /Yumruklarım sıkılı/ Türkü
söylüyorum haykırarak/ Haykırarak yaşıyorum”; Ataol Behramoğlu’nun, “Yıkılma
sakın geçerken günler// Onurlu, güzel geleceklerin/ Biziz habercileri düşün ki/
Ve halkın bağrında bir inci gibi/ Büyüyüp gelişmektedir zafer,” dizelerini gür
sesle haykırarak tamamlıyoruz diyeceklerimizi: 2012 yılında “ölüm
listesi”ndeyken; “Misilleme yapılmasından korkmuyorum. Karım, çoluk çocuğum,
kredi kartım, otomobilim yani özel bir mülkiyetim de yok. Bu beni daha özgür ve
kendine güvenli kılıyor. Diz çökmüş yaşamaktansa, ayakta dimdik ölmeyi tercih
ederim,” diye haykıran komünist karikatürist Stephane Charbonnier’in yoldaşları
olarak, sonuna kadar onların karşındayız!
Kokuşmuş düzen(lerin)e, kurallar(ın)a, dayatmalar(ın)a boyun
eğmiyoruz; diz çökmüyoruz; teslim de
olmayacağız!
Bizi kavgaya davet edenlerin davetleri, “ölüm hoş geldin
sefa geldin” geleneğiyle kabulümüzdür!