Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 12 Aralık 2014
Geçerli Tarih: 29 Nisan 2024, 05:13
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=19903
AKP İKTİDARI VE GÜNDELİK HAYATIN İSLÂMİLEŞTİRİLMESİ
“Baskı belli bir yoğunlukta,sürekli olursa mazlumun tek
kurtuluşu zalime,cellada aşık olmak olur”
Hatırlayacaksınız, 2000’li yılların başlarında, hatta yakın
zaman öncesine dek, AKP’nin İslâmcı Milli Görüş çizgisinden koparak, çağın
neo-liberal iktisadî gereklerine uyum sağlamış, Türkiye’de İslâm ile
sekülarizmi bağdaştırma misyonuyla yüklü, Kemalist vesayet rejimini tarihe
gömerek ülkede AB ile uyumlu, demokratik bir dönüşümü gerçekleştirecek
“muhafazakâr demokrat” bir parti olduğu söylenceleri yaygındı hem AKP
inteligensiyası hem de liberal sağ ve “sol” saflarda. Bu söylem, hiç kuşku yok
ki AKP’nin kendi hakkında söylediklerinden besleniyordu; “solcu” ya da sağcı,
liberal kalemşörler ise AKP inteligensiyasının pişirdiği bu propagandayı
sorgusuz sualsiz servis ediyorlardı gazete ve TV’lerdeki köşelerinde. AKP
nezdinde Türkiye’de kendi meşreplerine uygun bir ortak bulduklarını düşünen
ABD-AB hattının da alkışları altında söylem öylesine hegemonik bir hâle
gelmişti ki, AKP’yi kendisini “mirasçısı” ilan ettiği klasik Türk sağından
ayırt eden temel vasıfları neredeyse tümüyle gözden yitip gitmişti…
Ancak her “balayı”nın bir sonu vardır… AKP İstanbul İl
Başkanı Aziz Babuşçu’nun bir konuşmasında sarf ettiği“10 yıllık iktidar
dönemimizde bizimle şu ya da bu şekilde bizimle paydaş olanlar, gelecek 10
yılda bizimle paydaş olmayacaklar. Onlar da şu ya da bu şekilde her ne kadar bizi
hazmedemeseler de; diyelim ki liberal kesimler, şu ya da bu şekilde bu süreçte
bir şekilde paydaş oldular ancak gelecek inşa dönemidir. İnşa dönemi onların
arzu ettiği gibi olmayacak,” sözleri, sol ya da sol-olmayan liberallerin büyük
bölümü için bu “hınk deyiciliğe” son noktayı koyacaktı… Ne ki, yıllar boyunca
kamuoyunu AKP’nin İslâmcı bir parti olmadığına inandırma çabalarının vebali
liberallerin boynunda asılı duruyor… Dün olduğu gibi, bugün de…
Evet, AKP, İslâmcı bir parti - üstelik de Suriye İç Savaşı
boyunca yaşananların İslâm’ın “ılımlısı” ile radikal”i arasında bir sınır
çizmenin olanaksızlığını iyice açığa çıkardığı koşullarda, “ılımlı” sıfatıyla
hafifletilemeyecek bir niteleme bu…
Yine de destek tabanını en az iki kat genişlettiği Selefî Milli
Görüş hattından, birkaç bakımdan farklılaşıyor: neo-liberal projeyi selefine
göre çok daha fazla hevesle sahipleniyor, örneğin. Daha otarşik bir pozisyon
benimseyen Milli Görüş’çülere göre çok daha gözükara ve saldırgan, giderek,
yayılmacı… (Bu yayılmacılığı, “Osmanlı lebensraum’unun yeniden ihdası”
ideolojik kılıfı ile hayat bulmakta.) Yanısıra, toplumsal yaşamın
İslâmîleştirilmesi konusunda daha acul olan selefine göre daha sabırlı ve
adımları daha geniş bir zaman dilimine yayma yanlısı. Dahası, bu adımların
piyasa düsturlarına belenmesinden rahatsız olmuyor - piyasayla çok daha
barışık, yani…
Bir başka deyişle, AKP Milli Görüş çizgisinden ekonomide
sonuna kadar piyasacı, dış politikada çok daha dışa dönük ve saldırgan, iç
düzenlemelerde ise çok daha ihtiyatlı ve sakınımlı olmakla ayırt ediliyor.
Aslına bakılırsa, Milli Görüş çizgisini “reaksiyoner” bulup
prim vermeyen liberallerin AKP’ye alkış tutması, tam da onu Selefînden ayıran
bu üç noktada yatıyor: neo-liberal piyasa ekonomisine kayıtsız şartsız iman,
aktif (!) bir dış politika, topluma İslâmi değer ölçütleri doğrultusunda
yeniden şekil şemal verme girişimlerini tedricî ve “özgürlükçülük” kisvesiyle
örten ihtiyatlı yaklaşım… Bir başka deyişle, “hocaları” Erbakan’ın “Kanlı mı
olacak, kansız mı?”, “kadayıfın altı kızardı”, “Rektörler başörtülülere selam
duracak” gibi söylemlerinden uzak durarak İslâmi bir yaşam tarzına yönelen
adımlarını “özgürlükler”, “din ve inanç özgürlüğü”, “insan hakları” söylemiyle
sunmaları - en azından iktidarının ilk yıllarında…
Ancak, geriye doğru baktığımızda, söylemi ne olursa olsun,
AKP’nin ta başından beri toplumu İslâmî referanslar doğrultusunda dönüştürme
doğrultusunda kararlı adımlar atmakta olduğunu görüyoruz. Her gün yüzlercesini
yaşadığımız bu adımlardan örnekleri birkaç başlık altında sıralayayım.
I) ALEVİ “AÇILIMI”/ASİMİLASYONU
AKP iktidarı, yıllardır “Alevî açılımı” adı altında kimi
gösterilere girişir. Parti ricali Hacıbektaş törenlerinde boy gösterir,
Muharrem ayında aşure dağıtılır, “Ali, Hasan, Hüseyin sevgisinden” bahsedilir,
“en Alevî benim” yarışlarına girilir, dedeler resmî davetlere çağrılır,
Yunus’tan dizeler okunur, “iri olalım, diri olalım” vb. klişeler tekrarlanır,
kardeşlikten dem vurulur… Ama Alevîlerin temel taleplerinden hiçbiri
karşılanmak bir yana, tartışmaya dahi açılmaz. Yani ne zorunlu din
derslerinden, ne hepimizin ödediği vergilerle finanse edilen Diyanet’in Sünnî
merkezciliğinden tavize yanaşılır, ne de cemevlerinin ibadethane olarak
tanınması söz konusu edilir. Nitekim, ne Recep Tayyip Erdoğan’ın Muharrem
vesilesiyle kimi dedeleri davet ettiği resepsiyon, ne de Ahmet Davutoğlu’nun
Hacıbektaş Veli Derneği’nin düzenlediği 4. Uluslar arası Hacıbektaş Veli Aşure
Günü’nde yaptığı konuşmadan Alevîlere (Hacı Bektaş-ı Veli türbesine ziyaretin bundan
böyle ücretsiz olacağı “müjdesi” dışında!) dişe dokunur bir vaad çıktı…
Başta Tayyip Erdoğan
olmak üzere AKP ricalinin söylemleri incelendiğinde, Alevîliği en iyi
olasılıkla (Sünnî) İslâm’a mündemiç bir “kültürel” hareket saydıklarını, tekçi
bir İslâm anlayışı içerisinde eritmek istediklerini görmek, mümkündür. Onun
Sünnî İslâm’dan ayrı bir inanç sistemi olarak tanımlanabileceği olasılığı,
akıllarındaki yekpare Sünnî tasavvura karşı bir “küfür”dür. Anayasası’nda hâlâ
“laik” olarak tanımlanan bir devletin sınırları dâhilindeki tüm inanç ya da
inançsızlıklara eşit mesafede durması gereken başkanının “Ali’siz Alevîlik” ya
da İslâm’dan ayrışan bir Alevîlik fikri karşısında ateş püskürmesi, bundandır.
Çünkü o, kendini laik bir devletin başkanındansa (Sünnî) İslâm’ın
temsilcilerinden saymaktadır…
Ya da, bir başka deyişle, tekçi, yekpare bir Sünnî İslâm
tasavvuru, AKP iktidarı indinde (henüz) telaffuz etmediği bir “devlet dini”
derkesindedir.
II) ZORUNLU DİN DERSLERİ / EĞİTİMİN İMAM-HATİPLEŞMESİ
12 Eylül rejiminin ilk ve ortaöğretimde dayattığı din
derslerinin zorunlu olmaktan çıkartılması, kendini “vesayet rejimine karşı”,
“özgürlükçü” vb. ilan eden bir siyasi partiden normal beklentilerden olmalı.
AKP hükümetleri sürekli olarak bundan yan çizmenin yanısıra, ilk ve ortaöğretim
müfredatındaki dine ilişkin derslerin sayısını ve ağırlığını arttırdı,
felsefe-biyoloji derslerine “müdahaleler”le bu dersler “dinle uyumlulaştırdı”,
Evrim kuramı müfredattan çıkartıldı; derslerde Darwin’den söz eden biyoloji
öğretmenlerine soruşturma açıldı; cami gezileri, namaz kılma vb. “sosyal
faaliyetler” derslere eklendi; Kur’an kurslarına başlama yaşını erkene çekti;
daha da vahimi, temel öğrenim sürecini 4+4+4 yıl sistemi ile parçalayıp
ilkokula başlama yaşını 5’e çekerek bir yandan öğrenim yaşını hafız yetiştirme
yaşıyla uyumlulaştırdı, bir yandan da 9 yaşındaki çocuklar için imam-hatiplerin
önünü açtı. İş bununla da kalmadı; düz liseleri ortadan kaldırarak maddi
durumları çocuklarını özel okula göndermeye elvermeyen aileleri, Anadolu
lisesine giremeyen çocuklarını meslek ve imam-hatip lisesi seçenekleri arasında
sıkıştırdı. AKP bununla da yetinmeyerek, Anadolu liselerinin bir bölümünü
tümüyle ya da kısmen imam-hatipleştirdi… Böylelikle 2002-2003 öğrenim yılında
İHL sayısı 450, İHL’lerde okuyan öğrenci sayısı 71 100 iken, 2013-14 öğrenim
yılında bu sayılar sırasıyla 854 ve 474 096’ya fırlayacaktır! Devlet
yönetiminde kritik pozisyonlara, THY’den MİT’e hemen bütün kurumların yönetici
kadrolarına İmam-Hatip çıkışlıların atanması ise, cabası…
Bir başka deyişle, her şey, Recep Tayyip Erdoğan’ın,
Başbakanlığı sırasında İHL’lerin kuruluşunun 100. yıldönümünde düzenlenen
törende söylediği sözler üzere ilerlemektedir:
“Siz de çok üzüldünüz
ama sabrettiniz. Kaderin üstünde bir kader var dedik. Hiçbir şey yapamadığımız
zaman seccademize sığındık...
Başınız öne eğilmesin. İnanıyorsanız mutlaka üstünsünüz.
Unutmayın her karanlık gecenin bir sabahı vardır. Her kışın bir baharı vardır.
Yusuf’u kuyudan çıkartıp Mısır’a sultan yapan bir güç
vardır. Musa’yı Firavun’un yanında büyütüp hâkim kılan vardır…”
III) DİYANETİN TOPLUMSAL VE SİYASAL YAŞAMIN MERKEZİNE YERLEŞTİRİLMESİ
AKP iktidarı, belirli kararlarda Diyanet’ten görüş sormayı
giderek bir devlet pratiği hâline getirmekte… Böylelikle Diyanet İşleri
Başkanlığı, kendi alanına giren-girmeyen neredeyse her konuda “fetva veren” bir
merciye dönüşmüş durumda. Örnek mi: “Sigorta caiz midir?”; “kürtaj yapılabilir
mi?”, “Milli Piyango gelirleri helal midir?”, “organ bağışı yapılabilir mi?”,
“internet pazarlamacılığı caiz midir?”, “resmî tatillerde çalışan işçiler mesai
ücretine hak kazanır mı?”, “Bankalardan faizle kredi alınabilir mi?”
Böylelikle Diyanet İşleri Başkanlığı siyasal-toplumsal
yaşamda giderek merkezî bir konum edinmektedir. Ve her yıl bütçe açıklandığında
medyada yer aldığı üzere, bütçesi çok sayıda bakanlığın bütçesini geride
bırakacak şekilde katlanmaktadır. Şu habere bir göz atalım:
“Bütçe ödeneklerinden en fazla pay alan kurumların başında
gelen Diyanet, 5 milyar 442 milyon liralık bütçesiyle 13 bakanlığı sollayarak
en yüksek ödenek alan 13. kurum oldu. 2014 rakamlarına göre Orman ve Su İşleri,
Kalkınma, Gümrük ve Ticaret, Gençlik ve Spor, Ekonomi, Çevre ve Şehircilik,
Bilim, Sanayi ve Teknoloji ile AB Bakanlığı’nın toplam ödenek teklifi ancak
Diyanet’e ulaşabiliyor. (…) Diyanet, 3 milyar 550 milyon liralık ödenek
teklifiyle İçişleri Bakanlığı’nı, 2 milyar 514 milyon lirayla sağlık
bakanlığı’nı, 1 milyar 868 milyon lirayla Dışişleri Bakanlığı’nı, 1 milyar 550
milyon lirayla Kültür ve Turizm Bakanlığı’nı, 1 milyar 416 milyon lirayla
Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanlığı’nı, 1 milyar 329 milyon lirayla Çevre ve
Şehircilik Bakanlığı’nı, 1 milyar 324 milyon lirayla Ekonomi Bakanlığı’nı, 970
milyon lirayla Kalkınma Bakanlığı’nı, 652 milyonla Bilim, Sanayi ve Teknoloji
Bakanlığı’nı, 644 milyon lirayla Gümrük ve Ticaret Bakanlığı’nı, 519 milyon
lirayla Orman ve Su İşleri Bakanlığı’nı ve 142 milyon liralık bütçe ödenek
teklifiyle Gençlik ve Spor Bakanlığı’nı geride bıraktı”
Bir başka deyişle Diyanet,AKP’nin elinde adı konulmamış bir
Hilafet merciine dönüşmüştür…
IV) DIŞ POLİTİKANIN “İSLÂMÎLEŞTİRİLMESİ”
Toplumun (ve de devletin) tedricen İslâmîleştirilmesi
sürecinin en belirgin biçimde ilerlediği alanlardan biri de (şimdiki başbakan
Ahmet Davutoğlu’nun Stratejik Derinlik “doktrini” doğrultusunda yeniden
yapılandırılan dış siyasettir. Bu “doktrin”, Türkiye’nin pasif “yurtta sulh,
cihanda sulh” politikasını terk ederek çevresindeki gelişmelere müdahil
olmasını, biçimlendirmesini ve Osmanlı’nın lebensraum’unu yeniden nüfuz alanına
dönüştürmesini öngörmektedir. Bu yolda İslâm’a, özellikle de Sünnî İslâm’a bir
manivela işlevi yakıştırılmaktadır. Türkiye’yi, Balkanlar’dan Ortadoğu’ya
uzanan coğrafyada Sünnî İslâm’ın lideri kılmak AKP’nin dış politikasının temel
düsturu hâline gelmiştir. Bu düstur, Davutoğlu’nun yapıtında “Türk siyasi
kültürünün Batı siyasi kültüründen farklı olduğunu, Türkiye’nin uluslararası
ilişkilerdeki konumunu belirleyen temel unsurların coğrafya ile
Yeni-Osmanlıcılığa yön gösteren tarih faktörü olduğunu, tarihin stratejik
amaçlar için yeniden yorumlanabileceğini, Türkiye’nin uluslar arası ilişkilerde
güçlü bir aktör olabilmesi için yeni bir medeniyet inşa etmesinin şart
olduğunu, bunun ise Türk toplumunun dolayısı ile de Türkiye’nin yeni bir kimlik
inşa etmesi ile mümkün olabileceği”; “toplumsal aidiyetin tarihe (Yeni
Osmanlıcılık) ve sosyokültürel değerlere (İslâmcılık) dayandır”ılması gerektiği
iddiasıyla çerçevelendirilmektedir.
Bir başka deyişle Türkiye’nin dış politikası, AKP’nin elinde
pan-İslâmist bir neo-Osmanlıcılık temelinde yeniden yapılandırılmıştır…
V) TİCARÎ YAŞAMIN İSLÂMÎLEŞTİRİLMESİ
Diyanet fetvalarının yaşamın her alanında giderek merkezî
bir konuma yerleştiğinden söz etmiştim. Bu durumun etkisini en fazla
hissettirdiği alanlardan biri de ticarî yaşamdır. TSE eliyle “Helal gıda
sertifikası” alan ürünler listesine her gün yenilerinin eklendiğine tanık
oluyoruz, örneğin.
Üstelik “helal” ürünler yalnız gıda alanını kapsamamaktadır:
kozmetikten temizlik malzemelerine, tesettür giyimden hac malzemelerine geniş
bir spektruma yayılmıştır. Ve de 6000 kadar çeşidin sergilendiği, her yıl
düzenlenen bir uluslar arası fuara sahiptir: Helal Expo!
Bundan ibaret değil. Ticarî yaşamın İslâmîleştirilmesinin
bir başka göstergesi de sayıları gün geçtikçe artan faizsiz bankacılık
girişimleridir. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ağzından Merkez Bankası’na sık sık
yöneltilen “faizlerin indirilmesi” telkini ile birlikte düşünüldüğünde,
“faizsiz bankacılık” uygulaması, aynı zamanda siyasal iktidarın Türkiye’de
sermayenin el değiştirmesi yönündeki basıncının bir bileşenini oluşturmaktadır.
Ve AKP iktidarı boyunca laik-Batıcı sermaye grubu TÜSİAD’ın,
siyasal iktidarın doğrudan müdahaleleri aracılığıyla iktisadî-siyasal yaşamın
merkezindeki konumunu tedricen dindar-gelenekçi Anadolu Kaplanları/MÜSİAD’a
bırakışına tanık oluyoruz.
Bir başka deyişle iktisadî yaşamdaki İslâmîleşme, sermayenin
siyasi iktidar eliyle tedricen el değiştirerek seküler-modernist “Marmara
Baronları”ndan, İslâmî referanslı Anadolu kaplanları’na kaydırılması anlamına
gelmektedir.
VI) SOKAĞA (İSLÂMCI) MÜDAHALE
Kuşku yok ki AKP iktidarının gündelik yaşamın
İslâmîleştirilmesi yönündeki girişimlerinin en görünür veçhesi budur… “Sokağa
müdahale”nin spektrumu son derece geniştir; kadınların kaç çocuk doğurmasından
nasıl giyinmeleri, nasıl, ne zaman, ne şekilde sokağa çıkmaları gerektiğine,
kafenin teras katında sigara içenlere küfür-kıyamet müdahaleye, “kızlı-erkekli”
aynı evde kaldırtmamaya, kahkaha attırmamaya, TV dizilerinin nasıl olması
gerektiğinden, “millî içki”nin ne olduğuna, bale sanatçılarının taytlarından tiyatro
oyunlarının metinlerine, heykellere… dek uzanır. Devlet ricali sürekli olarak
özellikle gençlere ve kadınlara talkını verdikçe, “durumdan vazife çıkartan”
polisler, güvenlik görevlileri, zabıtalar, “hınk deyici amirler”, giderek
“sivil ahlâk zabıtaları” “pastar”lığa soyunur. “Asayiş”i sağlayan polisler
alenen tekbir/Rabia işaretleriyle boy gösterir sahnede… Ellerinde kalan tek
yeşil alanı korumak isteyen mahalle sakinleri, “cami düşmanları” olarak hedef
gösterilir. Ramazan’da sokakta sigara içenler, evlerinin balkonunda şortla
oturanlar, sokakta elele dolaşan çiftler, parkta bira içen gençler, LBGTI
bireyler, öğrenci evleri, küpeli, uzun saçlı erkekler… sürekli taciz edilir, TV
programlarına “format” verilir, devlet kurumlarındaki sanatçılar sıkı bir denetim
altına alınırken, özel kurumlar destek terörüyle terbiye edilir, bunun
yetmediği yerde yasaklar devreye girer. Sosyal medya sıkı bir denetim altına
alınır; hesaplara erişim sık sık sınırlandırılır ya da engellenir, dine
yöneltilen eleştiriler, “kutsal değerlere hakaret” kisvesiyle (TCK 125/3)
cezalandırılır… Yurttaşların gündelik yaşamında dinin ve dinsel buyrukların
etkisinin ağırlaşması konusunda bir medya seferberliği başlatılır adeta, TV,
radyo kanalları, gazete sayfaları dinsel içerikli yayınlarla dolar… Dinsel
söylemi ağırlıklı vakıflar, hayır cemaatlerinin “yoksullara, felaketzedelere,
muhtaçlara yardım” kisvesi altındaki misyonervarî çalışmaları teşvik edilir.
Alternatif, İslâmi bir “sivil toplum”un tesisi desteklenir…
Bir başka deyişle, sokak, iktidar ve “paralel” “sivil
toplum”u eliyle tedricen dinsel değerler doğrultusunda yeniden
yapılandırılmaktadır.
* * *
Lafı fazla evirip çevirmeye, dolandırmaya gerek yok.
İktisadî, siyasal, toplumsal, kültürel alanları, gündelik yaşamı İslâmî kurallar
doğrultusunda yeniden örgütleme girişimi, hâl-i hazırdaki başbakanın pek
sevdiği bir terimle bir “restorasyon”dur.
Ancak restorasyon, yandaş medya prens ve prenseslerinin
yorumlamaya pek hevesli oldukları üzere, mevcut sistemi ıslah (reform) çabası
değildir. Engin Yıldızoğlu’nun da işaret ettiği gibi,
“Restorasyon, ortadan
kaldırılmış bir mülkiyet ilişkisini, siyasi iktidarı, hatta devlet yapısını
yeniden kurmaya ilişkin tarihsel, siyasi bir kavramdır. Başbakan’ın sözünü
ettiği restorasyon da ‘yüzyıllık bir parantezi kapatarak’, cumhuriyet öncesine
ilişkin bir iktidarı ve toplumu yeniden kurmaya ilişkindir. Bu restorasyon,
kapitalist devletin yukarıda değindiğim özelliklerini tasfiye ederek
ilerlemektedir. Önce güçler ayrılığı tasfiye edildi. Şimdi de ekonomide sermaye
sınıfının gereksinimlerine cevap vermek üzere kurulmuş “bağımsız” kurumlar
tasfiye edilerek devlete bağlanıyor. Bu yönetim ‘işadamlarını bile kendi memuru
görmek’ isteyen bir korporatizm anlayışıyla şekillendiriliyor.”
Bir başka deyişle, AKP iktidarının müdahaleleri, bugüne dek
yaşadığımız hâliyle Cumhuriyet rejimini İslâmî umdelere doğrultusunda regüle
edilen bir neo-Osmanlıcı sisteme doğru dönüştürmeye matuftur.
Bu “başkalaşım”ın başarılı olup olamayacağını tayin edecek
olan ise, artık ne Cumhuriyet’in “geleneksel” koruyucuları (asker-sivil
bürokrasi, “Mustafa Kemal’in askerleri”), ne de “Marmara burjuvazisi”dir. Bunu
ancak ve ancak, neo-Osmanlıcı neo-liberalizmin de “öteki”si olmayı sürdüren,
taşeronlaştırılan, emekleri ve yaşamları gaspedilen işçiler, emekçiler; sınır
tanımaz bir kâr hırsıyla yaşam ve geçim alanları tahrip edilen köylüler,
asimilasyon tehdidi karşısındaki Alevîler, onursuz, teslimiyetçi bir “barış”a
boyun eğdirilmeye çalışılan Kürtler, bedenleri dinsel buyrultuların hedef
tahtası kılınmak istenen kadınlar, özgürlükleri boğulan gençler… Velhasıl
Haziran 2013’de harekete geçtiğine ve muazzam etkisine tanık olduğumuz
dinamiklerdir…