Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 10 Kasım 2014
Geçerli Tarih: 29 Nisan 2024, 01:24
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=19631
“Kobanê’nin ‘biz’imle ne alâkâsı var?” – Sibel Özbudun
“Düşmana dönük bir mavzer gibidir umut,yaratır tetik ve
parmak en gürbüz çocuğunu tarihin.”[1]
T.C. devletinin cumhurbaşkanlığı makamını işgal eden zatın
sorusu bu…
Yeri geldiğinde Bağdat’ı, Bosna’yı, Kâbil’i, Beyrut’u,
Ramallah’ı, Üsküp’ü, Kudüs’ü “ilgi alanı”na dâhil eden bir şahıs için[2] ne
tuhaf bir soru…
Tuhaf olduğu kadar, sakıncalı da… Malûm, egemenler ulusal
sınırları dışındaki bir coğrafya ya da toplumla alâkâ kurup “tarihsel bağlar,
kültür ortaklığı, din kardeşliği, dil-gönül birliği vb.”nden söz etmeye
başladıklarında, ilk elde “emperyal hevesler”in baş gösterdiği gelir akla… Bu
hevesler gerçekleşme kanalı bulduğunda veyl o “din, dil, kültür, gönül, tarih kardeşleri”nin
hâline…
Bu nedenle, ben bu söyleşide Türkiye’nin Kobanê’yle
tarihsel, kültürel vb. ilişkilerinden söz etmenin doğru bir tarz olmayacağı
kanısındayım. Bunun yerine, bizlerin, yani Türkiyeli devrimcilerin,
sosyalistlerin Kürt kardeşlerimizin Kobanê’de sürdürmekte olduğu destansı
direniş ve mücadeleyi desteklemesi gerektiği üzerine birkaç söz etmek
istiyorum, izninizle…
Ama öncelikle AKP iktidarının dümeninde yer aldığı T.C.
devletinin IŞİD saldırganlığı ve Kobanê konusundaki tutumuna biraz bakalım.
IŞİD, bilindiği üzere, Orta Doğu’nun zengin kaynakları
üzerindeki denetim yetilerini elde tutmak isteyen ABD-AB ekseninin “Arap
Baharı” olarak anılan ayaklanmaları kendi avantajına döndürme gayretleri
içerisinde biçimlenmiş bir “örgüt”. ABD-Fransa’nın başını çektiği emperyalist
güçler, “Bahar”ın rüzgârıyla Suriye rejimini de devirme amacıyla, Türkiye,
Katar ve Suudi Arabistan’ın taşeronluğunda, İslâm dünyasının dört bucağından
(ve öngörmedikleri bir tarzda, Batı’daki İslâm diyasporalarından) kopup gelen
İslâmcı militanlara silah ve lojistik destek sağladılar. Hesap, “ılımlı” olduğu
düşünülen Suriyeli muhaliflerin kısa bir sürede Esad rejimini devirerek
Batı’yla uyumlu, neo-liberal piyasa ekonomisine bağlı “ılımlı” İslâmcı bir
rejim kuracağı yönündeydi…
Evdeki hesap çoğunlukla çarşıya uymaz. Bu kez de öyle oldu.
Esad rejimi, müttefiklerin sandığından çok daha dirençli olduğunu ortaya
koyarken, ABD-AB ve “yerel” taşeronlar eliyle beslenen “muhalifler” arasında
Batı’nın beklentilerine uygun, “uslu çocuk” rolünü kabullenmeyecek unsurların
azımsanmayacak kadar fazla olduğu, kısa sürede açığa çıkacaktı. Bu unsurlar,
hızla El Kaide’nin Ortadoğu versiyonunu oluşturacak Sünnî Vehhabî/Selefî
yapılanmalar hâlinde örgütlendiler. Gayrımüslimlerin, “müşrik” saydıklarının ya
da imanı yeterince güçlü olmadığını düşündüğü kişilerin kafalarını kameralar
önünde kesip kellelerle top oynayan ve bu görüntüleri sosyal medyada paylaşan
IŞİD, bunlar arasında en hızlı gelişeni oldu. Örgüt, kısa sürede liderini İslâm
âleminin halifesi ilan edip egemenlik alanını tüm Sünnî dünyası ölçeğinde genişlettiğini
açıklayacaktı.[3]
Öte taraftan, ABD’nin Suriyeli rejim muhaliflerini bir türlü
birleştirememesi; Esad rejiminin direngenliği, ABD’de “batağa saplanma”
korkusunu öne çıkartırken, Türkiye, Katar ve Suudi Arabistan gibi taşeronların
bölgede özerk inisyatif geliştirmelerinin de önü açılmış olacaktı. Bunun
kaçınılmaz sonucu, bölgede mezhebe dayalı politikaların ağırlık kazanması oldu.
Günümüzün Türkiye başbakanı, “stratejik derinlik”çi Ahmet
Davutoğlu’nun dışişleri bakanlığına getirilmesinden bu yana AKP Türkiyesi’nin
neo-Osmanlıcı yönelişi, böylelikle bir kez daha, Suriye’de önemli bir deneme
sahasına kavuşmuş oluyordu. Libya, Tunus “bahar”larında “fırsatı kaçırdığı”na
yerinen AKP’nin “Sünnî Türkiye”si, Şii Esad rejimini devirip Suriye’de Sünnî
bir rejimi tesis ederken, bölgesel ağırlığını da katlama hesabı içerisindeydi.
Bu emellerin pratiğe dökülmesi, dünyanın dört bir yanından Suriye’ye akın eden
cihatçı militanlara ülkenin kucak açması, eğitim, lojistik ve silah desteği
sağlaması yoluyla olacaktı.[4] Böylelikle başta Antakya/Hatay olmak üzere Antep
ve Urfa sınırları, kısa sürede eli silahlı şeriatçı militanların elinde kevgire
çevrilecek, sınır kentlerin hastaneleri cihatçı yaralılarla dolarken, salt
militanların tedavi edildiği özel hastaneler kurulacak, cihatçı elemanlar TSK
tarafından eğitime tabi tutulacak, radikal İslâmcı militanlara büyük
miktarlarda maddi yardım ve her türlü lojistik destek sağlanacaktı…
IŞİD’in önce Türk TIR şoförlerini, ardından da Musul’daki
Türk konsolosluğu görevlilerini rehin alması ve sonrasında AKP iktidarının
başını ABD’nin çektiği koalisyon güçlerinin de basıncıyla IŞİD’i “terör örgütü”
saydığını, IŞİD karşıtı koalisyona katıldığını kabul etmeli ki bir hayli
tereddütten sonra- açıklaması, bu “ortaklığın” sona erdiği anlamına gelmiyor.
Çünkü IŞİD’in Kobanê (ve Kobanê şahsında Rojava’ya) yönelmesi, AKP
Türkiyesi’nin Rojava karşısındaki tavrıyla uyumludur…
Suriye ordusunun bölgeden çekildiğinin açıklanmasının
ardından siyaseten ve ideolojik olarak PKK’ye yakın olan PYD’nin (Partiya
Yekitiya Demokrat = Demokratik Birlik Partisi) Suriye’nin kuzeyindeki
Rojava’daki (Batı Kürdistan) üç kantonda (Cizîre, Kobanê, Afrîn) özerklik ilan
ettiğini açıklaması, bu gelişmenin Kuzey’deki Kürtler için örnek teşkil edeceği
karabasanıyla uykuları kaçan Türkiye yöneticilerinin tüylerini diken diken
etmeye yetmişti. Çünkü Rojava Kürtlerinin yapmaya çalıştığı, işbirlikçi Kürt
burjuvazisinin pazarlıkçı siyasalarından farklı bir şeydi. Rojava Kürtleri,
Meksika’daki EZLN, Bolivya’daki MAS deneyimlerine benzer, PYD’nin ve “yeni sol”
esinli heveslilerin deyişiyle “ekolojik-demokratik-feminist-komünalist bir
devrim”,[5] daha serinkanlı bir değerlendirmeyle ise, şimdilik “kurtarılmış
bölge/halk demokrasisi” olarak nitelenmesi uygun düşen bir “inşa”ya
kalkışmışlardı. Bölgenin Kürt, Arap, Süryani, Ermeni, Çeçen,
Müslüman-Hıristiyan-Ezidi, Sünnî-Alevî halkların kendi inanç ve kültürlerini
özgürce yaşamalarını öngören, tabandan örgütlenmeye dayalı bir sistem.[6]
Sosyalist değil… proletarya diktatörlüğünü öngörmüyor… özel mülkiyeti ilga
etmiyor… ayrı bir devlet kurmayı, ya da Kürdistan’ın diğer parçalarıyla
birleşmeyi hedeflemiyor… hatta Suriye’nin bir parçası olarak kalma iradesini
açıkça beyan ediyor… ama yine de içerdiği “taban demokrasisi”, “çoğulculuk”,
“çokkültürcülük” anlayışı; tüm yurttaşları kapsayan “güvenlik, zorunlu temel
eğitim, istihdam, konut, sosyal güvence ve sağlık” hakları; “anne ve çocukların
korunması”, “yaşlı ve engellilerin sağlık, korunma ve sosyal hakları”nın
anayasal güvence altına alınması; kadınların artan ölçülerde İslâmî kuralların
boyunduruğu altına sokulduğu bir coğrafyada, onların “siyasal, toplumsal,
iktisadî, kültürel ve her türlü yaşam hakkının” güvence altına alınması,
“özsavunma ve her türlü cinsiyet ayırımını kaldırma, reddetme hakkı”nın
tanınması gibi ilkelerle bölgesel gericiliklere korkulu rüya gördürmeye
yetiyor… Olasıdır ki bu gelişmenin, Latin Amerikavarî bir “sol/halkçılık”a
doğru evrilmesinden, Kuzey Suriye’de oluşan Kürt entitesinin Rojava
Anayasası’nda böyle bir sav bulunmasa da- topraklarındaki enerji kaynakları
üzerinde denetim hakkı savlamasından kaygı duyan ABD’ne de…
T.C. yetkililerinin, PYD eşbaşkanı Salih Müslim’le her
görüşmesinde partinin “özerklik” ısrarından vazgeçmesini, “kanton”ları ilga
etmesini ve Suriyeli muhaliflerle işbirliği yapmasını[7] dayatmasının,[8] bir
başka deyişle Rojava Kürtleri’ni “hizaya getirme”ye çalışmasının bir nedeni de
bu…
Bir diğer neden ise, AKP iktidarının Rojava üzerinden Kuzey
Kürtleri’nin, özellikle de PKK-BDP hattının “burnunu sürtme” isteği…
Yani AKP iktidarının IŞİD’i gözden çıkartamayışının tek
nedeni, her iki oluşumun da Sünnî-İslâm bir dünya görüşü, “Batı kültürü”ne
karşı derin bir kuşku ve güvensizlik duygusu ve İslâm dinini hâkim kılma
arzusundan beslenmeleri değil… AKP, IŞİD’i aynı zamanda “içerideki tehlike”[9]
Kürtlerin “burnunu sürtecek”, iradelerini teslim alacak bir tetikçi olarak
görüyor… T.C.’ne toplumdan, Kürtlerden ve dışarıdan kendisine yönelik “IŞİD’e
karşı tavrını netleştirmesi” yolundaki çağrılar karşısında öne sürdüğü bütün o
“ama”lı, “fakat”lı, “lakin”li laf çevirmelerin gerisinde yatan, bu…
O zaman, gelin Türkiyeli devrimci ve sosyalistlerin neden
Batı (ve Kuzey) Kürdistan’lı kardeşlerin IŞİD canileri ve bölgesel gericiliğe
karşı mücadelesine omuz vermesi gerektiği üzerinde duralım…
Öncelikle, Rojava Kürtleriyle, Anadolu Kürtleri arasında sıkı
akrabalık bağları bulunmaktadır. Önemli bir bölümü, Şeyh Sait ayaklanmasının
(1925) ardından Rojava’ya sürgün edilenlerin torunlarıdır.[10] Yani IŞİD
katillerinin Kobanê’yi ele kuşatmasını, bombalamasını, kentin düşmesi durumunda
gerçekleştirmesine ise kesin gözüyle bakılan vahşi katliamları elleri kolları
bağlı izlemek, T.C.’nin bu konudaki kayıtsızlığına toslamak, Anadolu Kürtleri
için amca-dayı-teyze çocuklarının, dünürlerinin, kardeşlerinin katledilişini
izlemek zorunda bırakılmaktır. Ahmet Hakan’ın dediği gibi,
“Kobanê’ye gitmek bir akraba müdafaasıdır. Aç da haritaya
bir bak: Kobanê dediğin yer Fizan’da falan değildir. Urfa var ya Urfa…İşte o
Urfa’nın kazası Suruç’un bir mahallesidir Kobanê.Suruç’tan yüz adım atsan…Bir
de bakmışsın ki Kobanê’desin.
-Suruç’un evleri ile Kobanê’nin evleri sırt sırtadır.
-Suruç’tan bağırsan Kobanê’den duyulur.
-Suruç ile Kobanê akrabadır: Amcaoğullarını, dayıkızlarını
Berlin Duvarı gibi bir duvar bile değil, sadece bir tel örgü ayırır.
-Suruç’ta pişen yemek Kobanê’de yenir.
-Kobanê’de demlenen çay, Suruç’ta içilir.
Velhasıl Suruç ile Kobanê arasında zerre kadar bir uzaklık
yoktur.
Ne maddi olarak, ne manevi olarak…
Şimdi elini vicdanına koy da cevap ver:
Eli kanlı bir sapık çete, iki metre ötende akrabalarını öldürürken…
-Yerden taşı kaptığın gibi koşup gitmez misin yardıma?
-Sınır mınır dinlemeden atmaz mısın kendini oraya?
-”Gün namus günüdür” diye şöyle bir yekinmez misin?
-Sağına soluna bakmadan can havliyle atılmaz mısın
akrabaların mahallesine?
-‘Haksızlığa elinle müdahale etme’ imkânını sonuna kadar
zorlamaz mısın?
-Silahın yoksa bile tırnaklarını sokmaz mısın devreye?”[11]
Kürt kardeşlerimizin yakınlarının katledilişini, kadınların
cariye olarak satılmasını elleri kolları bağlı olarak izlemek zorunda
bırakılması, Türkiyeli devrimci ve sosyalistler açısından kabul edilebilir bir
durum değildir. Onların T.C.’nin IŞİD’e örtük desteği ve kayıtsızlığı
karşısındaki tepkilerini, öfkelerini paylaşmak, bir dayanışma görevidir.
Ancak, dahası var… DTP’nin çağrısıyla sokağa dökülen
kitlelerin, hem Kürt bölgelerinde (Hizbullah’çı) hem de Batı’da (dinci-faşist)
reaksiyonla karşılandığını gördük. Üç gün içinde yaşamını yitiren 30’un
üzerinde kişinin büyük bölümünün polis-asker destekli sivil “güç”lerce öldürülmüş
olması, iktidarın hatırı sayılır bir paramiliter desteğe sahip olduğunu
göstermektedir. Yükselen bu ırkçı-faşist-dinci dalga karşısında Kürtlerle
dayanışma içerisinde olmak, boynumuzun borcudur.
Yalnızca dayanışmanın devrimciliğin temel değerlerinden biri
olması nedeniyle değil. Kobanê protestolarına yönelen reaktif şiddet, hiç
kuşkunuz olmasın ki günü geldiğinde Alevîlerin protestolarını, işçi
eylemlerini, kadınların mücadelesini, çevrecilerin taleplerini, ateistleri,
LBGTI bireyleri, farklı olmak isteyen herkesi yerleştirecektir hedefine… 2013
Haziran kalkışmasında ortaya çıkan boşluk, bu nedenle artık fazlasıyla yakıcı
bir hâle gelmiştir: iktidar dışındaki/karşısındaki talep ve iddiaların,
emekçilerin, Alevîlerin, Kürtlerin, sekülerlerinçevrecilerin… mücadelelerinin
ortaklaşması.[12]
Bu yakıcıdır, çünkü IŞİD’in ilerleyişi Kobanê’de
durdurulamazsa, IŞİD’çiler yalnızca stratejik bir mevkii değil, aynı zamanda
her yerde önemli bir psikolojik üstünlüğü ele geçirmiş olacaklar.
Yeri gelmişken, vurgulamalı: IŞİD bir “örgüt”ten ibaret
değil. Belirli bir zihniyet ve eylem tarzında ortaklaşanları buluşturan bir
şemsiye… Kazanımları, zaferleri, kendini “Batı” karşısında ezik hisseden,
umudunu yitirmiş yüzbinlerce öfkeli, yönünü şaşırmış, fanatik genç için,[13]
ama aynı zamanda “ılımlı” milliyetçi-muhafazakâr-dindar Müslümanlar için de bir
“umut”, bir “kazanım”, bir “zafer”… Kültürel ve toplumsal ortamın iktidar
partisi eliyle hızla İslâmîleştirildiği Türkiye için durum, büsbütün böyle… Bir
başka deyişle, IŞİD’in Kobanê (ve Rojava) zaferi, sınırdaş (ve sınırları çoktan
kevgire dönmüş) Türkiye’de Türk ve yabancı İslâmcı militanların “fink atması”
anlamına gelecektir… Sosyalistler ve devrimciler bu tehlike karşısında seküler
ve özgürlükçü değerler adına Rojava’lı Kürt kardeşlerinin yanında yer
almalıdırlar…
Yanısıra, Rojava bugün abartılı yorumlarda sunulduğu üzere
bir “devrim” olmasa bile [devrimler sosyal sınıfların öncülüğünde, onlar
tarafından, yine belirli sosyal sınıf(lar)a karşı gerçekleştirilir… Rojava’da hangi
sınıf(lar)ın, hangi sınıf(lar)a karşı “devrim” yaptığını kestirmek zor…]
seküler, eşitlikçi, kültürel çeşitliliği zenginlik kabul eden, taban
demokrasisine dayalı, özgürlükçü, kadınların toplumsal/siyasal yaşama
katılımını öncelik sayan, doğanın korunmasını anayasal bir taahhüt altına alan
bir oluşumun yanında yer almak, devrimci/ sosyalist bir görevdir hele ki, Arap
Baharları’nın üzerinde yükselen İslâmcı rejimlerin bağnazlık katsayısını
arttırdığı bir coğrafyada…
Diyeceğim o ki bugün Kobanê direnişiyle dayanışmayı
yükseltmek, yalnızca enternasyonalist dayanışmanın gereği değil, aynı zamanda
hâkim oldukları coğrafyalara kayıtsız şartsız teslimiyet ve kölece boyun eğişi
dayatan katiller sürüsüne karşı kendi özgürlüğümüz için mücadele etmektir…
Türkiyeli devrimcilerin, sosyalistlerin bu görevleri ne
ölçüde yerine getirebileceği, kuşku yok ki güçleriyle sınırlıdır. Ancak, şu an
YPJ (YPG’nin kadın birliği) saflarında IŞİD katillerine karşı savaştığını
bildiğimiz Türkiyeli kadın devrimciler,[14] 14 Eylül 2013’de Serêkaniyê’de
düşen Yılmaz (Serkan Tosun) ve 5 Ekim 2014’de Kobanê’de yitirdiğimiz Paramaz
Kızılbaş (Suphi Nejat Ağırnaslı), Türkiye devrimci hareketinin bu yeti ve iradeye
sahip olduğunu gösteriyor…
16 Ekim 2014 18:25:36, Ankara.
N O T L A R
[*] 26 Ekim 2014 tarihinde Yapı Sanatevi’nin Ankara’da
düzenlediği “Türkiye’nin Kobanê ile Ne Alâkâsı Var?” başlıklı panelde yapılan
konuşma… Kaldıraç, No:161, Kasım 2014…
[1] Ahmet Telli.
[2] “Kardeşlerim, sadece Türkiye değil bugün Bağdat da,
İslâmabat da, Kabil, Beyrut, Saraybosna, Üsküp de kazanmıştır. Bugün Şam,
Halep, Hama, Humus, bugün Ramallah, Nablus, Eriha Gazze, Kudüs de kazanmıştır…”
(Tayyip Erdoğan’ın Cumhurbaşkanı seçildiği gün yaptığı “Balkon Konuşması”ndan.
11 Ağustos 204, http://www.akparti.org.tr/site/haberler/12.-cumhurbaskani-erdoganin-cumhurbaskanligi-balkon-konusmasinin-tam-metni/66015#1)
[3] Örgüt, örneğin 2022’de Katar’da düzenlenecek Dünya
Kupası’na izin vermeyeceği yönünde bir açıklama yaptı. Açıklamada şöyle deniliyordu:
“İslâmi Hilafet Devleti kurulmuştur ve Dünya Kupası organizasyonunun
düzenleneceği Katar diye bir ülke yoktur. Katar artık İslâm Devleti’nin bir
parçasıdır. Orada Müslümanların halifesi ve emiri Ebu Bekir Bağdadi’nin sözü
geçer. Halife, boş oyun ve eğlencelerin düzenlenmesine asla izin vermez. Bu
yüzden FIFA’nın başka alternatif aramasını tavsiye ediyoruz. IŞİD’in elinde
Scud füzeleri bulundurmaktadır ve bunlar rahatlıkla Katar’a ulaşabilir. Amerika
da bunu bilmektedir.”
(http://tr.eurosport.com/futbol/dunya-kupasi/2014/isid-katar-daki-dunya-kupasi-icin-tehdit-aciklamasi-yapti_sto4317766/story.shtml)
[4] Nitekim, sadece Fethullahçılar’ın kayıtlarını
sızdırdığı, Dışişleri Bakanlığı’ndaki Suriye ile savaş çıkartma yollarının
görüşüldüğü toplantıda MİT müsteşarı Hakan Fidan’ın “Türkiye’den Suriye’ye
ikibin TIR gönderdik” sözleri bile, bu desteğin boyutları konusunda bir fikir
vermeye yeterlidir. TIR’lardaki silah ve mühimmatın ÖSO’cular tarafından
Suriye’deki El Kaide bağlantılı örgütlere satıldığı daha sonra ortaya
çıkacaktır. (bkz. “MİT’in yolladığı silahlar terör örgütleri pazarında”,
http://aydinlikgazete.com/mansetler/38612-mitin-yolladigi-silahlar-teror-orgutleri-pazarinda.html)
[5] Örneğin bkz. Metin Yeğin, “Rojava ve İspanya Devrimi”,
Gündem, 25 Eylül 2014, s.13.
[6] 6 Ocak 2014 tarihinde Rojava’nın Amûdê kentinde toplanan
Rojava Demokratik Özerklik Yönetimi Yasama Meclisi’nin kabul ettiği Rojava
Toplumsal Sözleşmesi/Anayasası’nın
dibacesinde “din, dil, inanç, mezhep ve cinsiyet ayırımının olmadığı, eşit ve
ekolojik bir toplumda adalet, özgürlük ve demokrasinin tesisi; demokratik
toplum bileşenlerinin (…) çoğulcu, özgün ve ortak yaşam değerlerine kavuşması,
kadın haklarına saygı ve çocuk ile kadınların haklarının kökleşmesi; savunma,
özsavunma, inançlara özgürlük ve saygı ” hedefiyle “özerk bölgelerin halkları,
Kürtler, Araplar, Süryaniler (Asuri, Keldani ve Arami); Türkmen ve Çeçenler”in
sözkonusu sözleşmeyi kabul ettiği bildirilir.
Rojava Anayasası, “ulus-devletin, askeri ve dini devlet anlayışının,
merkezi yönetim ve iktidarın” kabul edilmeyeceğini net bir dille ifade
etmektedir. (Bkz. “Rojava’nın Toplumsal Sözleşmesi-1”,
http://www.yuksekovahaber.com/haber/rojavanin-toplumsal-sozlesmesi-1-121143.htm
[7] PYD Eşbaşkanı Müslim Türkiye’nin “Suriyeli muhaliflerle
işbirliği yapın” baskılarına şöyle isyan ediyor: “Şimdi ÖSO anlaşma imzaladı ve
Kobanê’yi de beraber savunuyor. İlla selefilerle mi işbirliği yapmak gerekiyor
yani? Bunlar zaten demokratik güçlerdir zaten demokrasiyi savunanlardır ve biz
onlarla zaten beraberiz. Seküler grupla beraberiz yani laikliği kabul
edenlerle, İslâmı alet etmeyenlerle, demokrasiyi kabul edenlerle biz zaten
beraberiz. Ama İstanbul’daki muhalefet seküler değil, bu yüzden de onlar
bizimle değil.” (Duygu Güvenç, “Müslim: Laiklerle Beraberiz”, Cumhuriyet, 9
Ekim 2014, s.6.)
[8] Bkz. Aslı Aydıntaşbaş, “Salih Müslim’le Kobanê
Pazarlığı”, Milliyet, 6 Ekim 2014, s.15; ayrıca
“Kürtlerin Kobanê’de ‘Kanton’ Savunması”, Milliyet, 6 Ekim 2014, s.12.
[9] Mehmet Metiner soruyor: “Hangi devlet/hükümet kendine
düşman bir gücü, en kötüsü de kendine düşman herkesle işbirliği yapmaktan
kaçınmayan bir gücü daha bir silahlandırıp başına bela etmek ister ki?” (Mehmet
Metiner, “Rojava’ya Git Savaş, Elini Tutan mı Var?”, Yeni Şafak, 30 Eylül 2014,
s.10.)
[10] “Ayn-el Arap (Kobani) neresi?”,
http://www.dunyabulteni.net/haberler/311132/ayn-el-arap-kobani-neresi
[11] Ahmet Hakan, “Kobanê’ye Gitmek Bir Akraba Müdafaasıdır”,
Hürriyet, 23 Eylül 2014, s.4.
[12] Bakın Ergin Yıldızoğlu, ‘Cumhuriyet’ gazetesindeki
köşesinden “Cumhuriyetçiler”i nasıl uyarıyor: “Cumhuriyetçi muhalefetin
laiklik, ulusalcılık, demokrasi, kadın erkek eşitliği, bireysel özgürlükler,
modernite gibi temel değerlerine tümüyle karşı olan siyasi İslâmın en radikal,
en ölüm tutkunu kanadı IŞİD, Kürtlere, kendi topraklarında saldırıyor. Buna
karşı en dikkatsiz bakışlar bile Kürtlerin laiklik, ulusalcılık, demokrasi,
kadın erkek eşitliği, bireysel özgürlükler, modernite gibi değerleri
benimsediklerini, bu değerleri bu karanlık çetelere karşı, kız ve erkek
gençlerinin kanı ve canıyla savunduklarını görebiliyor.
Kobanê düşerse siyasi dengelere ne olur, sorusunun korkutucu
cevabı bir yana, salt insani kaygılar, paylaşılan değerler ve tarihi
sorumluluklar, Cumhuriyetçilerin Kürtlere bu savaşta destek olmalarını, onları
savunmalarını gerektiriyor. Bu kadar ortak değer varken, uzun yıllardır salt
farklı ulusalcılıkları benimsedikleri, adeta bir madalyonun iki farklı yüzü
oldukları için savaşmak ve kan dökmek durumunda olan bu iki taraf,
ulusalcılığın salt bölücü değil, aynı zamanda etnik etiketten kurtulmasına
olanak verecek uygun biçimler altında birleştirici, yaşam inşa edici, bu yaşamı
koruyucu olabileceğini görmeleri gerekiyor. (…) Cumhuriyetçiler gerçekten
Cumhuriyetçiyse Kobanê’yi desteklemeleri gerekir.” (Ergin Yıldızoğlu,
“Cumhuriyetçi Muhalefet ve Kobanê”, Cumhuriyet, 1 Ekim 2014, s.14.)
[13] ‘The Wall Street Journal’da aktarılan bir ‘Rand
Corporation’ araştırmasının bulgularına göre, 2010-2013 döneminde, cihat
projesine bağlı terörist grupların sayısında yüzde 58 artış olmuş. Araştırmada,
bu grupların militan sayısının ikiye katlanarak 100.000’e ulaştığı tahmin
ediliyor. El Kaide taraftarı grupların saldırıları 392’den yaklaşık 1000’e
yükselmiş. 2014’de sayının hızla artmaya devam ettiği de söylenebilir. (Ergin
Yıldızoğlu, “Dünyanın V. Köşesi”, Cumhuriyet, 9 Haziran 2014, s.13.)
[14] YPJ komutanlarından Hevi Ahmed, Cumhuriyet gazetesinden
Ceyda Karan ile yaptığı söyleşide, “YPJ içinde sadece Kürt kadınlarının da
olmadığını, Türk, Arap ve İranlıların da olduğunu anlatıyor, ‘Ama Cizire
kantonu daha karışıktır. Orada Hıristiyanlar da var. Bizde Arap ve Türkler
bulunuyor,’ diyor.” (Ceyda Karan, “Kadınlara Karşı Daha Vahşiler”, Cumhuriyet,
30 Eylül 2014, s.6.)