Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster


Aaaaahhhn Ceyda!...


Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 11 Eylül 2014
Geçerli Tarih: 05 Mayıs 2024, 15:06
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=19004


Aaaaahhhn Ceyda!...

Aaaaahhhn Ceyda!... Can arkadaşım. Kendini; doğruluğuna, kurtuluşun kesin adresi devrim olduğu  inancına, ideolojisi  uğruna feda eden arkadaşım.

Sınavlara cansiperane bir şekilde öğrenci yetiştirdiğimiz günlerdi. Yabancı dil öğretimli bir okula, yoksul öğrencinin kaydolma şansı yalnızca sınav kazanmakla olacaktı. Öğrenciler,öğretmenler,dersaneler, anne babalar, özel öğretmenler, servis şöförleri, kırtasiyeciler,kantinciler veryansın koşuşturuyorlardı bu yarışın ortasında, beyinleri uyuşmuşçasına. Yapacak bir şey yoktu... Eğitim sistemimizde pasta küçük, pastaya uzanan minicik kollar binlerce!... Sınıf atlamanın, rahat yaşamanın, insanca karşılanmanın tek yolu okumak yoksula!.. Öyleyse elde avuçta, sandıkta sepette ne varsa bu uğurda feda edilmeliydi. Bu yarışta en karlı çıkan sınavı kazanabilen öğrenciler ve tek maaşa hapsolmuş, ilkokul öğretmenleriydi. Bir de günlük nafakalarını kaprisli yolcuların verdiği üç beş kuruşla kazanan eski Anadol marka taksilerin sahibi yaşlı taksi şöförleri. Minik bedenlerin taşıyamayacağı ağır çantaları koşarak ellerinden alır,itinayla bağaja yerleştirir, öğrencilerin bağırış çağırışları arasında okuldan eve, evden okula, ya da annelerin iş yerlerine taşırdı onları. Ve ek gelirleri, esas gelirlerini geçerdi, Allah bin bereket versin! Onlardı bu yarışı göğüsleyenler... Arkasından mantar gibi çoğalan dersaneler, aynı türden basılan yüzlerce yardımcı kitaplar, testler,  çalışma föyleri, sınav kitapçıklarını basan matbaalar, satan kırtasiyeciler. Adeta müthiş bir sektör olmuştu bu yabancı dil öğretimi yapan devlet okullarını kazanabilme yarışı!...

O, işte o özel öğretmenlerden biriydi.!... Kısa boylu,siyah kıvırcık saçlı,hep gülen,hep çok konuşan, hep bir yerlere yetişmeye çalışan ilkokul öğretmeniydi. Çok okuyan, çok eleştiren, yanlışların, haksız yaşam anaforların ortasında bır genç kızdı.Kalın etli dudakları sigaranın sıkı yakın arkadaşlığından kara kara parlardı. Zır zır konuşan cahil annesine kocalık, yetim kardeşlerine babalık yapıyordu. Aslında müzik öğretmeniydi. Gitar, piyano çalar, en zor Türk Sanat Müziği parçalarını Dede Efendileri,Yesari Asım Ersoylar'ı söylerdi. İlla ki devrimci marşları. Türküleri rakılı, Nazımlı dost sohbetlerinde güneş doğana kadar ne kadar içten söylerdi. Ama öğretmen okulu çıkışlı olduğu için, özellikle bu yarış ortamında ilkokul öğretmenliğini seçti. Kenar semt okullarının birinde öğretmenlik yaparken, "kesinlikle kazandıran özel öğretmen " ünvanıyla zengin ailelerin çocuklarına  özel derse gidiyordu. Sabahları villarda, köşklerde, saray yavrusu evlerde özel öğretmendi. Öğleden sonra dolmuşla gittiği okulunda çorapsız, çamurlu naylon ayakkabılarıyla, solmuş yamalı önlüklü, burunları ellerinin tersi ile sürekli silinmekten kıpkırmızı, mazlum, mahcup bakışlı çocukların öğretmeniydi. Kir dolu tırnakların çevrelediği çatlak parmaklara kalemin nasıl tutulacağını gösterirken,avcunun içinde gümleyen kalp sesini hissederdi Ceyda!.. Onlar böyle sevgiye, ilgiye alışık değillerdi ki!. İçi sızlardı. Diğer geçede "giiiit ders yapmak istemiyoruuuummm " diye İran halılarının üstünde, kristal avizenin altında fitursuzca, şımarık şımarık bağıran çocuklar!.Korkunç çelişkili yaşam standartları...Görüyordu...Yaşıyordu. Çocuklar!... Ahh çocuklar!... Tüm çocuklar!...Varsıllık ya da yoksulluğun derin vadilerle ayrımlarından habersiz masum çocuklar!... Büyüdükçe sanki canavarlaşıyorlardı...

Ceyda bu çelişkilerin isyankar yakıcılığında, yasa dışı örgüt toplantılarına katıldı önceleri. Sonra sıkı faal üyeliğine...Heyecanlı günler başlamıştı onun için. Annesi,  kardeşleri hiç birşeyin farkında değildi. Ceyda kazandığı ders paralarıyla onları rahat geçindiriyordu.. Şehir içi görevlerinden sonra örgüt, çevre il ve ilçelere sıçrattı onu!...Otobüslerde, minibüslerde, dağlık arazi jiplerinde örgütün yayın organlarının dağıtıyordu.Yola çıkmak kabustu ona. Jandarmaların otobüsleri durdurup kimlik aramalarında iç çamaşırına kadar tere bulanıyordu. Herşey jandarmaların iki dudağının ucundaydı. "İn aşağı" dediler mi her şey biterdi. Muhteşem dağ manzaralarının hiç bir zaman farkına varmadı... Haksızlıkların ve çarpık düzenin, böylesi çalışmalarla, devrimci ilkelerin uygulanmasıyla, direnişle biteceğine inancı, "eller havada" teslim olmuştu tüm yüreğiyle. Hakça düzene yangın bir yürek taşıyordu. Devrimci marşları, Ruhi Su'nun şarkılarını o güzel sesiyle söylerken, bir gün tüm adaletsizliklerin son bulacağına, insanların eşit olacağına öylesine kesin,coşkulu,can-ı gönülden inanırdı ki!...

Bir pazar sabahıydı. Yasak yayınları, bildirileri, gizli basılan el ilanlarını çarşı poşetine doldurdu, üstüne günlük plan defterini koydu, okul müdürünün her gün imzaladığı, onun üstüne hırkasını yerleştirdi. En üste de gece bitiremediği Jean-Jacques Rousseau'nun" Emile" kitabını" koydu. Mesleğini ilgilendiren kitapları seviyordu. Uzun yollar fırsattı okumak için. Annesine yirmi üç nisan prova çalışmalarına gideceğini söyledi. Çıktı. Bir ilçeydi görevlendirildiği yer. Günün sonunda araç bulamayacaktı dönüş için. Dönüşünü örgüt ayarlayacaktı...

Toroslar'ın tepelerinde yayla olarak pek meşhur ve kalabalık bir ilçeydi, gideceği yer. Bahar ayı olduğundan ortalık apaydınlıktı ama güneş henüz doğmamıştı. Eski, külüstür, uzun burunlu otobüsün kalkacağı durağın olduğu hana geldiğinde otobüs çoktan dolmuştu. Kalkmak üzereydi. Bindi. En arkadaki, en köşedeki pencere kenarına oturdu. Öylesine sıradan giyinirdi ki kimsenin dikkatini çekmezdi. Poşetini ayaklarının arasına aldı. Jan Jak Russo'nun eğitim üzerine yazdığı felsefi kitabini çıkardı,okumaya daldı.

Yayla ve civar köylerinin tek otobüsüydü, haftada bir kez sefer yapar ve her defasında tıkabasa dolardı. Hindistan köylerine giden tepesinde denkler, sepetler, kafes içinde tavuklar olan, kapısından insanların taştığı otobüsler gibiydi. Üzeri bir parmak tozluydu, sıcak havalarda insanlar gibi ekşi ekşi ter kokardı. O ilkbahar sabahında, otobüsün yılların yorgunluğuyla öksürüp, tıksırıp, homurtularla kalktığının farkına bile varmadı Ceyda. Dalgındı, endişeliydi. Hep böyle olurdu sonra rahatlardı. Otobüs titreyen kaportasıyla, tarihi köprünün Arnavut kaldırımlı taş yolunu geçtikten sonra toprak yola saptı. Yavaş yavaş dağ yollarını tırmanıyordu. Kayalardan akan sularla kayganlaşan yollar, nisan yağmurlarının oyduğu çukurlar, tekerlerin aşınmış lastiklerini ve koltuklardaki dip dibe oturan yolcuları sık sık hoplatıyordu. O, pencere kenarında rahattı, onun için hep o köşeyi seçerdi. Önündeki koltukta genç bir çift oturuyordu. Kadının kucağından, koltuğun tepesine tırmanıp arkaya sarkan  bebekleri gülücükler atıyor cilveler yapıyordu Ceyda'ya. Elindeki çıngırağı her düşürdüğünde eğiliyor, koltuğun altından alıp bebeğe verirken okuduğu sayfayı karıştırıyordu. Bebek bir müddet sonra uyudu da kesintisiz okuyabildi kitabını.

Esneyerek saatine baktığında iki saat geçmişti. Parmağını kitabın arasına koydu kapattı. Kirli camın ardında ; bol yapraklı ağaçlar, yarıklarından maki fışkıran kayalar, dibindeki çakıl taşlarının görüldüğü bakir dereler, koyun sürüleriyle çobanlar, köpekler, toprak yoldaki tezek kümeleri akıp gidiyordu. Erdal'ı düşündü. Dünkü toplantıda hır çıkarmıştı. Son günlerde iyice huysuzlaşmıştı. Nesi vardı? Yabancı arkadaşlar edinmişti, kısacık favorili, oğlan traşlı. Onlarla görüldüğünde telaşlanıyordu. Oysa örgütün çekirdek elemanıydı. Hangi hesaplar peşindeydi?

Dağ rüzgarının iliklere işleyen havasında kargıdan yapılmış çardaklarıyla derme çatma bir "kendin pişir kendin ye" de mola verildi. Otobüs sıkı bir frenle durdu. Sarsıntıya başını kitaptan kaldırdı. Yolcuların inmesini bekledi, omuzlarına hırkasını attı, en son o indi... Gerindi, ayakları uyuşmuştu. Poşetini koltuğunun altına sıkıştırdı. Kurumuş kargı  yapraklarının gölgelediği  kenardaki tek sandalyeli tahta masayı seçti, oturdu. On kişinin elele vererek anca sarılabileceği asırlık bir çınarın altına kurulmuştu çardak. Ağacın gövdesinde paslı bir levha! "Anıt ağaç".  Hemen yanında kaya yarığından fışkıran buz gibi ak bir pınar. Gitti elini yüzünü yıkadı önce,  poşetini bacaklarının arasına kıstırarak. Mangallara taze kesilmiş keçi etleri atılmış, ağır ağır yükselen et kokulu gri duman, bahar kokulu dağ havasına konuk oluyordu,Her yolcu mutlaka yerdi nar gibi kızarmış etleri, parası çok önceden hazırlanırdı.Köylerine vardıklarında kurula kurula bir kez daha ağızları sulanarak anlatılacaktı çünkü, adettendi. Şalvarlı küçük çocuk kalaylı sahanda getirdi yufka ekmeğe sarılı yağları kenardan akan, buğusu tüten etleri. Ceyda, taze soğanla dürüm yaparak yedi yemeğini,köpüklü ayranını içti.

Elini ve et kokulu yağlı ağzını, pınarın taş yalağına akan su ile yıkadı, poşetini koltuğunun altından hiç bırakmadan. Ellerini çırptı. Saçlarını sıvazlayarak kuruttu. Biraz yukarda, ağaçların arasında yarı gövdesi toprağın üstünde, damarlı bir kayaya oturdu. Oradan kuşbakışı izledi bir müddet insanların telaşlı hareketlerini, kemikleri dişleriyle sıyırışlarını. Yeniden kitabına yumuldu; dalgın, meraklı satırların içine düşerek. Arada bir "Maltepe" sigarasından derin derin nefes çekip, dumanını başının edalı bir hareketiyle havaya savurarak. Sigaradan bir nefes çekmek için başını kaldırdığı anda gördü, tobüsün yanına bir jip yanaşıyordu. Askeri bir jip! Tüm vücuduna bir sıcaklık yayıldı. Jipten iki jandarma eri ile kurula kurula yürüyen yekpare kaşlı komutanları indi. Ceyda kucağındaki poşete sıkı sıkı sardı, karnına bastırarak. Gözleri jandarmaların her hareketini hiç kaçırmadan izliyordu. Şalvarlı çocuk ve babası telaşla koşturarak karşıladılar, çınarın hemen yanındaki masayı hazırladılar.

"Haydiiii!.... Hareket ediyozzz! " diye bağıran muavinin ilk ikazında hemen kalktı. Kitabını, poşetini hırkasının altına gizledi, koltuğunun altına  aldı, çocuk taşır gibi. Çam pürleriyle dolu tepecikten kaymamak için dikkatlice indi. Herkesten önce çıktı otobüse, arka köşedeki koltuğuna yerleşti. Telaşlıydı,tedirgindi.Hırkasını dizlerinin üstüne itinayla yerleştirdi,ayaklarının arasındaki poşetini gizledi. Yolcuların ağır davranışlarına için için kızıyordu. Öndeki aile de geldi yerleşti. Gözü, bebeğin cilvelerini görmüyordu, gözü insan kafaları arasındaki pencereden görmeye çalıştığı jandarmalardaydı. Hareket ettiklerinde derin bir nefes aldı, rahatlamıştı. Gerginlik yormuştu onu. Hafiften uykusu geldi. Kitabı kucağına, başı arkaya düştü. Uyumuştu.

Uyuşmuş, mayışmış bir uykuydu... Her sorunu,sorumluluğu atmış, sakin çocuksu uyuyordu... Otobüsün homurtusu, cızırdayarak, hışırdayarak radyodan yayılan iç anadolu türküsü, kulaklarında yavaş yavaş eridi, sesler toplandı,birbirine karıştı. Tersine oynayan film gibi kulaklarından geri çıktı. Derin sessiz bir kuyuya yuvarlandı.....

Bir el dürtüyordu onu,  uyandı. Yanık tenli, saf anadolu çocuğunun bakışlarıyla karşılaştı önce. Eğilmişti. Çipil gözlerini hızlı hızlı kırparak  bakıyordu. Boynunun altından bağlı başlığı hafiften arkaya kaykılmış, toza bulanmış ter şakaklarından süzülüyordu. Önce kıyafetin yün kokusu çarptı burnuna. Karşındakinin kimliğini algılamaya çalıştı. Bakışları önce demir başlığı, sonra haki renkli resmi kıyafeti gördü. Bakışları kaydı, kendini dürten eli değil, diğer omuzundaki asılı tüfeğin kayışını kavrayan eli gördü, gözünün hizasındaydı bu çatlak, kirli el... "Kalk" diyordu, sıradan mahcup anadolu çocuğu, resmi kıyafetin içinde acımasız emir eri kimliğiyle kubararak!... İlk, poşete attı elini Ceyda!. Duruyordu. Kitabı?... Kitabı yoktu. Sıçrayarak doğruldu. Yanına,  önüne baktı. "Bunu mu arıyorsun?" dedi arkadaki bir üst rütbeli subay Jan Jak Russo'nun kitabını sallayarak. Gülümsemesinde suç üstü yapanların hazzı vardı. Rousseau ne demekti? Rus demekti. Rus ne demekti? Komünizm demekti!!! Ahha!.. Bir komünist, terörist!... Hem de kız!....Ceyda şaşkındı,uyku sersemiydi, algısız boş boş bakıyordu. Bir an bir saniye durdu. Sonra, algıladı!... Başından kaynar sular dökülüyordu. Avuçları, yanakları, tüm vücudu alev alevdi. "Kimlik" dedi onu uyandıran jandarma eri. Kimliğini uzattı. Koltukların dar arasında, arka arkaya duruyorlardı jandarmalar.. Biri diğerinin omuzunun üstünden, birlikte baktılar öğretmen kimliğine... Bakıştılar. Tüm otobüs bakışıyordu... Zaman acı bir fren yapmıştı Ceyda'nın beyninde!... İçi titriyordu. Ne hikayeler dinlemişti gözaltı işkenceleri ile ilgili. Bir yerlerine dürtülen coplar, ıslak taş zemin yataklar, nöbetleşe getirilen küfürlü, aşağılayıcı sorgu odası... İşlenmeyen suçların kabulü için manevi baskılar!..

"Bizimle geleceksin" dediler. Arkada duran jandarma eri yürüdü, onu dürterek uyandıran yol verdi. Ceyda kalkarken ön koltuğun demirini iki eliyle yakaladı. Öne doğru eğilerek kalkarken, ağır suç delilleri olan poşeti ayağı ile oturduğu koltuğun altına itti bellirsizce. Dizlerinin üstündeki ceket, poşeti saklamıştı. Ama kitap! Çaresiz, ökseye yakalanmıştı Ceyda, suç unsuru kitap bedenine yapışmış olarak hem de!... Atamamış, yok edememiş, ellerinde kuzu kuzu ilerliyordu koltukların arasındaki koridorda, iki jandarmanın arasında. Koltuk kenarlarına yapışmış insanlar, acıyarak bakıyorlardı bu sıradan kıza!... Otobüsün son basamağında tökezledi,atlayarak indi aşağıya. Yürüdüler. Onlar uçurumun dibine park edilen jipe vardıklarında, otobüs kıpırdandı yavaşça. Poşet öneminin farkında gibi sessizce kayıvermiş, kıvrılıvermişti koltuğun altına. En arka koltuk olduğu için alt köşeye yapışmış, sinmişti. Varlığından kimsenin haberi olmayacaktı bir müddet!..Yaşlı ve şimdi yaslı otobüs menziline doğru hareket etti. Arkasından kinli beyaz bir toz bulutu bırakarak ve korkulu,kuşkulu,meraklı bakışları kirli camlara yapıştırarak!....

Jipin yanına geldiklerinde yekpare kaşlı, aksi suratlı komutanları karşıladı. Erler koşarak komutana yaklaştı, postallarını birbirine vurarak selam verdiler. Fısıltıyla durumu raporladılar. Az ötede durdurulan Ceyda, başı ilmiğe geçmiş sarılığında;  hissizleşmiş, kanı çekilmiş olacakları bekliyordu. Komutan iri adımlarla yanına gelirken"hem de öğretmen ha!" diye söyleniyordu küfür edercesine! Çaresiz, ökseye tutulmuştu... Üstelik  suç unsuru oluşturan "anayasayı tağyir, tebdil ve ilga edip silah zoruyla değiştirmek, yasal düzeni yıkmak" suçunu oluşturacak delillerden değil, Jan jak Russo'nun kitabından...Olsun Russo ne demekti? Rus demekti. Rus ne demekti? Komünizm demekti! Tamamdı o zaman. Üstelik öğretmendi, komünist öğretmen!..Sabahları zengin çocuklarını, öğleden sonra biçare insanların çocuklarını eğiten, okutan Ceyda Öğretmen...

Jipe bindirdiler. Dağ bayır dinlemeden her yokuşu tırmanan, derelerden hendeklerden atlayan keçi ayaklı jip, patinaj çekerek ileri doğru atladı. Hışımla kalkan tozlar, arkalarından koştu. Yıldız yıldız dağılan toz zerrecikleri, Ceyda Öğretmen'in sorularla, kuşkularla dolu yaşayacaklarına iğne iğne yağıyordu...

Yumruk yediği sol yanağı sızlıyordu. Gözleri bağlıydı.Burnundaki kan pıhtılarını tırnağıyla kazırken bir daha kanatıyordu. İçi kırılmıştı, içi kanıyordu, içine binlerce yılan dolmuştu sokuyorlardı onu, copların dürtüklendiği yerlerden. Tabanları patlamış, haya yerleri sancıyordu. O küfürleri hak edecek ne yapmıştı? Kimdi bu insanlar, bu canavarlaşmış düşüncelere hapsolmuş beyinler? Kim için ne için kime neye hizmet için yapıyorlardı? Göremediği insanların seslerine yönelerek anlatmaya çalışıyordu titreyen sesiyle! Burnu yeniden kanamaya başladı Ceyda'nın. Kendisi halkı için yapıyordu. Hakça bir düzende halkının insanca yaşamasına çalışıyordu. Ya onlar! Hangi halkın insanca yaşamasına hizmet ediyorlardı?. " O bir kitap, eğitim kitabı russo isim, yazarın ismi" dedikçe tokatı, yakası açılmadık küfürü yiyordu. "Gerçekten o bir isim rusla ilgisi yok " diye direndikçe" Hepiniz aynısınız aynı o.... ç.... larısınız!" diye borudan yuvarlanarak gelen ses kulaklarında çınlarken, bir karanlığa yuvarlanmıştı Ceyda.

Kullanılmış, hırpalanmış bir top gibi fırlatıp attılar jipten, şehrin kenar mahallesindeki sokağın başına. Yeterli görmüşlerdi, aradıkları kadar tehlikeli değildi, vardıkları kanı buydu... Küfürler arasında itelediler, gaza bastılar ve gittiler...

Tek ya da iki katlı evlerin badana boyalı duvarları birbirlerine  yapışıktı,kol kola girmiş insanlar gibi, bu dar sokakta. Pencereler direk yola açılıyordu, eskimiş mavi tahta pervazlarıyla. Gündüz, her türlü sesin birbirine dolanarak anlaşılmaz gürültüye dönüştüğü bu sokak, mezarlık sessizliğindeydi. Jipten attıkları yerden zorla kalktı. Sokak lambalarının  kirli sarı ışık hüzmesinde  çılgınca oynaşan mucuk sineklerinin arasından geçti. Gölgesi de ayaklarını sürüyerek yürüyordu. Kediler çöp kovalarını deviriyor, bir lokma yiyecek için birbirleriyle hırlaşıyorlardı gecenin sessizliğinde. O, ayaklarını sürüyerek yürüyordu yavaş ağır adımlarla; içindeki  heyecanlarını,umutlarını devire devire. İlla ki o saf köy kokulu erlerin, tiksintiyle bakışları çok koymuştu içine. O yekpare sesin iğrenç küfürleri! Copların dokunduğu bakir teni!...Acıyordu, her hücresi köküne kadar acıyordu.

Daha da bilendi Ceyda. Uzayan gölgesi, köşeyi döndükten sonra da yoksul evlerin duvarlarını, dar sokağı, ağaçları, tüm şehri  kapladı! Daha da hırslanan yüreği, şimdi dimdik peşinden koşuyordu.


Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster