Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 07 Eylül 2014
Geçerli Tarih: 28 Nisan 2024, 23:13
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=18943
HER TERCİH BİR VAZGEÇİŞTİR!..
O benim için çok özel biri!
Tanrı sizi yaratırken anne, baba, kardeşi ve yaşama adım
attığınız çevreyi, ülkeyi seçme hakkını
size vermiyor. Bunlardan sonra gelecek olan, bunların dışındaki tüm seçenekler elinizdedir asla unutmayın! Ve
çok ender olarak, zorunlu seçeneklerin dışında, kader deyip kimseyi suçlamayın
olur mu? Bu öykü, kaderleşen seçeneğin öyküsüdür...
Onu çadır kurduğumuz Akdeniz'in turistik ve doğasının henüz
ırzına geçilmemiş bir kıyı kasabasında tanıdım. Çocuklarım Fransızca
öğreniyorlar diye çevremde ne kadar Fransızca bilen varsa mutlaka davet eder;
kahve, kısır, pasta, börek çörek ne varsa ikram eder, ortam hazırlardım. Onunla
tanıştığımızda biz çadırda, onlar karavanlarında kalıyordu. Sarışın, mavi
gözlü, aksanlı Türkçe konuşan ve bir Türk'le evli Fransız Nicole'du.
Bir sabah, erkenden uyanmıştım. Çocuklar uyuyordu ve henüz
güneş doğmamıştı. Habercisi lacivert aydınlık, yüzümü okşuyordu. Çadırın
önündeki tentenin altına portatif masayı açtım. Sabah kahvaltısını hazırladım.
Çayı demledim, altını kapattım. Çocuklar uyanana kadar doğru denize!.. Akdeniz'in gökyüzüne eş
lacivertinin koynuna sokuldum, usulca. Tuzu yakar Akdeniz'in. Suları hamam suyu
gibi sıcaktır. Ama sabahları değil. Sabahları, gecenin serinliğine yüzersiniz,
uyku halindeki, henüz hırçınlaşmamış denizde. Öyle kıpırtısız, sakin, çarşaf
gibidir. Doğa uyanırken o öğlene kadar uyur, sonra hırçın dalgalarına uyanır.
Duru ve serin lacivertte açılmışım. Dinlenmek için durduğumda, geri döndüm,
sahile baktım. Sahil küçük dalgalanmalarda bile görünmez oluyordu. Çok
uzaktaydım sahilden. Bir kulaç sesi duydum az ötemde. Pembe boneli bir baş.
Yaklaştım, "günaydın" dedi, bana suları süzülen yüzünde mavi mavi
bakan gözleriyle...
-Günaydın dedim.
- Siz de erken yüzüyorsunuz?
Yabancıydı, belli. Aksanlı konuşuyordu. Çok sevimli, içten,
sıcak!...
- Evet, çocuklar uyanmadan denizin keyfini çıkarayım dedim
ama çok uzaklaşmışım.
-Derinler, daha temiz, daha sakin, daha arkadaş dedi.
- Arkadaş? dedim.
- Yani daha sesli içini konuşursun. Paylaşırsın denizle,
dedi.
Anlamıştım, "duygusal biri" diye düşündüm.
- Dönelim mi? dedim.
- Dönelim, ben de yoruldum dedi.
Dönüş yolu keyifli geçti, sohbet güzeldi, ne çok şey
öğrendim Nicole hakkında. Öğretmen olduğumu duyunca çok sevindi.
- Türkiye'de en beğendiğim insanlar, öğretmenler, dedi. Hem
her şeyi biliyorlar, dürüstler ve hem de çok mütevazi yaşıyorlar dedi.
Kocasının ailesi zengin ve soyluymuş. Sevgilerini ve
ilişkilerini içten bulmuyormuş. Hep ölçülü ve kurallı davranmak gerekiyormuş.
İçinden geldiği gibi konuşunca sorun yaşıyormuş. Oysa o, doğal, içten ve dürüst
olmayı seviyormuş. Neyse ki kocası onlar gibi değilmiş ve karısına aşıkmış.
- İnsan olduğu gibi görünmeli, diyordu.
Balerinmiş, evlenince bırakmış. Kocasıyla, İsviçre'de
tanışmış. İki kızı, bir oğlu varmış. Mesleğini çok özlüyormuş, denizi çok
seviyormuş, sanki dans partreni gibiymiş deniz. Anlatıyor, anlatıyordu...
Türkçe dersinde öğrencilerime okuduğum bir Ömer Seyfettin
öyküsü vardı. "Eskici" adında. Kahramanı, Hasan adında bir çocuktu.
Annesi ölünce, Arabistan'a halasının yanına gönderiliyor. Orda dil bilmediği
için günlerce susuyor. Birgün eve bir eskici çağırıyorlar. Ayakkabı tamiri
için. Avluda onu seyrederken dalıyor, Türkçe soruyor. Eskici şaşırıyor, Türkçe
yanıt veriyor. Eskici de Türk'müş, onun da gözleri doluyor vatan özlemiyle.
Hasan da anlatıyor, anlatıyor. Aylarca suskunluğunun acısını çıkarırcasına!...
Nicole'da anlatıyor, anlatıyordu. Sabahın sessiz serinliğide,
denizin şımarık lacivertinde!...Yüreğine bastığı incinmiş duyguları
fışkırıyordu şimdi. Aç kaldığı içtenliği bulmuş; yalın, yapmacıksız, kültürünü
beğendiği, kendi gibi bir yürek bulduğuna inanmıştı. Anlatıyor, anlatıyordu...
Sahile vardığımızda yıllarca birbirimizi tanıyor gibiydik.
Mavi mayosundan süzülen sularla daha da çekici müthiş güzel bir balerin vücudu vardı. "Kocamın
ailesi, onu bir Türk'le evlendirmek
istemişler, ama o bana aşık oldu. Ne yazık ki, ben değil ama fiziğim ailesini etkiledi."
dedi. Dürüstlük ve içtenlik Nicole için önemliydi. Çadırımıza yürürken birden
durdu ve sordu:
- Lütfen benimle arkadaş olur musun? Gözleri öyle içten,
öyle istekli, öyle masum bakıyordu ki! Hiç beklemeden,
- Elbette dedim, seve seve!... O, duygularını, özlemlerini,
çıkmazlarını, ikilemlerini, farklı bir
kültürün özelliklerini anlatacağı,
paylaşacağı bir arkadaş, bir sırdaş arıyordu!.. Çok tatlı ve sempatikti.
Kaldığımız yerin olanakları güzeldi. Çadır yerleri için özel
karolar döşenmiş, karavanlar için, çitlerle ayrılmış parseller yapılmıştı.
Asırlık ağaçların arasında harika bir dinlence yeriydi. Gazinosunda her
milletten turistlere rastlayabilirdiniz. Öğleden sonra buluşmak için sözleştik.
Bronzlaşmış tenine mavi şile bezinden otantik bir elbise
giymişti. Sarı saçları kıvırcıktı. Bir tutamı alnına düşmüştü. Benden büyüktü
Nicole. Çocukları kendi gibi sarışındı. Benim de iki oğlum, bir kızım vardı.
Çocuklarımız da birbirleriyle kaynaştılar. Onlar, sahilde deniz kabuğu
toplarken, biz sigara içtik, kahve, çay içtik ve konuştuk, daha doğrusu o
konuştu, ben dinledim akşama kadar. İçten davranışlarının nasıl yanlış
yorumlandığından yakınıyordu.
-Anlamıyorum bu insanları, neden hep olduğundan farklı
görünmek istiyorlar? Yani insanın parası yoksa neden onu küçük görüyorlar? Niye
hizmetçilerin de hakları olduğunu görmüyorlar? Niye ona ayrı yerde yemek
yediriyorlar?
Ah Nicole, zamanla Türkleşirsen sen de o ayrımı yapacaksın,
yaptıracaklar!...
On beş gün, hemen hemen hergün beraberdik. İlla ki sabah
denizde uzaklara açılırken. Ve anlatıyordu, çiçekten çiçeğe konan bir kelebek
gibiydi. Konudan konuya atlıyor, sevimli tavırları ve içten esprileriyle
anlatıyor, anlatıyordu.
On beş gün yaşamından kesitler anlattı, yaşadıklarını,
yaşayamadıklarını, özlemlerini, hüzünlü anılarını... Hüzünlü anıları! Gözleri
dolu doluydu. Bittiğinde benim de gözlerimden akıyordu.
"Erken doğum nedeniyle öyle çirkin doğmuşum ki, annem
ölmem için Allah'a yalvarmış!... Kurbağaya benziyormuşum, kız çocuğu olarak bu
çirkinlikle nasıl yaşarım diye! Biliyor musun, benim yaşamım tam bir çirkin
ördek öyküsü. Onbeş yaşına kadar, öyle çirkindim ki kimse beni görmesin diye
odamdan çıkmazdım. Kalın camlı gözlükler, tel takılı dişler! Balerin olmayı
istememdeki neden, belki de o tüllerin arkasına saklanmaktı. Sınavda
bacaklarım, yeteneğim öyle beğenildi ki kimse yüzümle ilgilenmedi. Hırsım,
beğeni topluyordu. Dikkatler yeteneğimdeyken, yavaş yavaş değiştim. Pointe
çıktığım ilk gün, kendimi kuğu gibi hissettim. Ama biliyor musun point, yani ön
tarafı tahtadan oyulmuş, arka tarafı deri, çapraz bağlanan kurdeleli bale
papuçları. Onunla parmak ucunda koşulur, dönülür, atlanır. Vücudun tüm
ağırlığı, daracık tahta borunun içine sığan, üst üste şıkışan parmaklardadır.
Birçok temsilden sonra o borunun içi kan dolar, inan. Her balerin yaşar bunu.
Alkışlar, bembeyaz tüller, tütüler, sahne, seyirciler, müzik, dans her şey rüya
gibidir. Ama gösteri bitip de perde kapandığında ah'lar, of'lar arasında kanlı
pointler çıkarılır. Evet ama zevkle, çünkü bale ve point, balerin için tutkulu
bir sevdadır. Nasıl özlüyorum bilsen; sahnenin loş, nemli, tozlu kokusunu.
Pointime dolan kan kokusunu bile! İlk baş rolü "Giselle" temsilinde
oynadım. Rüya gibiydi. O güne kadar erkek arkadaşım yoktu. Evden okula, okuldan
eve. Çirkindim ya kendime göre! İnsanlardan kaçıyordum.
- Hiç eğlenceye gitmez miydin, sinemaya, tiyatroya, erkek
arkadaşın olmadı mı? diye sordum.
- Bir balerin bulduğu küçücük zamanda bile egzersiz yapar.
Başka hayatı olamaz. Gösteri, ve egzersiz, başka şansı yoktur iyi bir
balerinin. Ve devam etti.
Ben Giselle oyunundaki partrenime her akşam aşık oluyordum,
bale yaparken, rolümü yaşıyordum. Aşkı,
titreyerek yalnızca oyunda yaşıyordum. Anlatırken bile, gözleri parlıyordu
Nicole'un.
- Temsil bitince
süslü araba balkabağına, Sindirella külkedisine dönüyordu.
Ekstra çalışmalarımız olurdu, meydan gösterilerinde,
şenliklerde, Paskalya Yortusu'nda. Heyecan olsun diye, figüran rolü alırdık,
hem de para kazanırdık. Böyle bir meydan gösterisinde tanıdım onu. Emile'i...
Halka açık, açık bir sahnede, Don Carlos oyunu için seçmelere katılmıştım. O
da. Sıramızı beklerken tanıştık. Ses tonu çok etkileyiciydi. Bakışları da.
Seçildik. Ben rahibe olacaktım, o da rahip. Uzun, kukuletalı pelerinlerle yüzümüz gizleniyordu ve sadece
manastırdaki ayin sahnesinde öylece duruyorduk. Oyun boyunca bakışıyorduk.
Ağzımdan bir güvercin fırlıyordu, ona baktıkça, bakışlarındaki ısrarı gördükçe.
Arkadaş olduk. Hergün oyundan sonra beni eve bırakıyordu. Bu, geçici figuran
rolünde çok eğlendik. Oyun sona erdikten sonra da arkadaşlığımız sürdü, sevgiye
dönüştü. Sonra da tutkulu bir aşka!
Emile ressamdı. Güzel sanatlar kurslarında eğitmenlik
yapıyordu. Boş zamanların da da değişik işler yapmayı seviyordu. Kocaman bir
motosikleti vardı. Motosikletini çok seviyordu. Ben de... Binmeye bayılıyordum. Arkasından ona sıkı
sıkı sarılmak çok güzeldi. Rüzgarın yüzümü, ağzımı, kulaklarımı bıçak gibi
kesmesi çok güzeldi, heyecan vericiydi. Hergün baleye gelir, beni izler,
motosikletiyle nehir kenarına gider, uzun uzun mehtabı seyrederdik, hiç
konuşmadan. Sonra telaşlanırdım, eve geç kalmamak için. Babam da siz Türkler
gibiydi aynı. Geç kalırsam kapıda bekliyordi.Çok vasattı yaşantımız. Babam
işçi, annem ev kadını. Önünde hep önlük, hep temizlik, hep yemek ve hep
bulaşık. Ah canım annem! Pek güzel değildi ama, kırmızı yanakları her zaman
gülerdi. Şarabı çok severdi, kendi yapardı şarabını. Eskiden onun babasının
üzüm bağları varmış çok geniş arazilerde. Köyde yaşarlarmış. Üzüm toplama
işçisi olarak gelen babama aşık olmuş. Arkasından Paris'e gelmiş. Ben olmuşum,
sonra da kardeşim. İşte annem, " öyle çirkin doğmuştun ki ölmen için
Tanrı'ya yalvardım " derdi, gülerek. Sonra da "Aman! İyi ki Tanrı
beni duymadı ve beni utandırdı."
İki yıl önce kaybettik annemi. Babam yalnız şimdi. Onun kaprislerini ancak
annem idare ederdi. Aksi ve çok ciddidir. Çok da yakışıklıdır! (Bir kahkaha
attı.) Anlaşılan ben doğduğumda anneme, on beşinden sonra da babama benzemişim!
(Dedim ya kelebek gibi, konudan konuya atlıyordu.)
Emile'e önce karşı çıktı babam. Sonra tanımak istedi. Eve
davet etti. Annem güzel yemekler yaptı, en eski şarabını çıkardı. Emile'i ikisi
de çok sevdi.
Öyle güzeldi ki aşkımız, temsillerimde yalnız onun için dans
ediyordum. En önde, en uçtaki tek numaralı koltuk onundu. Partnerim beni havaya
kaldırsa, omuzuna alsa, döndürse, pointimle uçsam, kanat çırpsam gözlerim hep
Emile'deydi. Arkadaşlarıma darılsam, kareograf beni üzse, oyunda hata yapıp üzülsem,
babama sinirlensem; Emile'in kocaman bir paltosu vardı, beni bu paltonun içine
alır, sarar saatlerce onun sıcaklığında hiç konuşmadan sakinleşirdim.
Mutluluktu benim için, Emile'in paltosunun içine sarılmak, saklanmaktı.
Huzurdu.
Kardeşim yakın bir kasabada okuyordu. O da Emile'i tanımak
istedi. O hafta sonundan sonra Giselle ile turneye çıkacaktık. Nerdeyse tüm
Fransa'yı dolaşacaktık. Ben de Emile'de üzülüyorduk, ama "mutlaka
motosikletimle geleceğim" diyordu. O hafta sonu evimizde küçük bir parti
oldu. Emile piyano çaldı, ben dans ettim, polka yaptım, kardeşim gitar çaldı,
rak şarkılar söyledi. Annem güzel yemekleri, şarabı ve şık örtülerleriyle,
nefis bir sofra hazırladı. Mum ışığında, yenildi şato biryan. Babam mızıkasıyla
"O lili marleni, mavi tunayı çaldı, savaş günlerinin şarkılarını. Annemle
dans ettiler. Babamın hep çatık kaşları, yumuşamıştı. Gece sonunda hepimiz
odalarımıza çekildik. "İyi geceler öpücüğü" için Emile'in odasına
geçtim. Yatağına uzanmıştı. Yanına uzandım. Şarabın da etkisiyle çok ateşli bir
"iyi geceler" öpücüğüydü. Bırakmıyordu. Konuşuyorduk, fısıltıyla.
Paltosuna değil yorganına sarmıştı beni. "Ben kalkayım artık
"dediğimde," dur ne olur bir daha öpeyim!" Öpüyordu. Sonra
yalvardı, sınırdaydık! "Gitme sevişelim", dedi. İhtirasla bakıyordu.
- Olmaz Emile! dedim.
- Ama daha önce beraber olmuştuk, Nicole dedi.
- Olmaz Emile, olmaz. Henüz evlenmedik. Annemle babamın
olduğu bir yerde saygısızlık olur dedim. Mahzunlaştı, dudağını sarkıttı, sonra
gülümsedi.
- Okey dedi. Odanın kapısında son kez bir daha öptü, yandaki
odama geçtim, gülerek.
Sabah erkenden kalktım. Yeni oyunun rol dağıtımı olacaktı ve
provalara başlanacaktı.
Emile'in odasına süzüldüm. Öperek, uyandırdım. Gülümsedi.
- Aşkım, Kuğu Gölü Balesi'nin rol dağıtımı olacak, bu gün.
Baş rolü kapmalıyım, bunun için ön sırada olmalıyım, dedim. Emile;
- Eminim miss Barti
bunu sana verecektir, dedi. Annem de erken uyanmış, mis kokan bir kahvaltı
sofrası hazırlamıştı. Ben bir yeşil elma aldım yalnızca, Emile bir bardak kahve
içti. Babamla kardeşim henüz uyanmamışlardı. Çantama da bir yeşil elma aldım,
bütün gün yemeğim bu elmaydı. Çantama pointlerimi, mayomu, ter havlusunu
koydum. Emile:
- Seni ben bırakayım Nicole dedi.
- Sen derse geç kalırsın, dedim. Ben servisle giderim.
Evimiz biraz kenar semtteydi ve önünden şehirler arası,
büyük, dört şeritli bir karayolu geçiyordu. Balenin servis durağı hemen
karşımızdaki şeritteydi. Emile sağ, ben sol yönünde gidecektim.Hava soğutu, kar
yağmış, don yapmıştı. Paltosunu giydi. Ben de kabanımı, uzun çizmelerimi.
Boynumda mavi uzun bir fular vardı, yünden. Doğum günümde Emile armağan etmişti
bana. "Soğuk günlerde boğazın üşümesin" diye! Evden elele birkaç
basamak indikten sonra, geniş çim bahçemizdeki motosiletinin yanına
geldik. Birlikte bahçe kapısından
çıktık.
- Sen karşıya geç, ben sonra hareket edeyim, dedi. Sarıldım,
öptüm.
İki adım atmıştım ki döndüm, tekrar sarıldım.Paltosunun önü
açıktı. Kapattım, ilikledim. Sonra boynumdaki fuları çıkardım, boynuna sardım.
- Hava çok soğuk,
üşüme, fular benim kollarım olsun ısıtsın seni" dedim, gülerek.
Öptüm karşı durağa geçtim. Ona el salladım.
Kaskını taktı, motosikletini çalıştırdı. Yol kenarı açık,
görüş mesafesi çok uzundu. Onu ufukta kaybolana kadar izlerdim hep. Hızla
hareket etti. Elini kaldırdı, selamladı beni. Öyle hoştu ki! Hızla gidiyordu,
uçuyordu. Rüzgardan mavi fular boynundan kurtuldu, uçtu. Görüyordum. Emile
refleks olarak arkasına döndü fulara bakmak için. Ve hızla önündeki tıra
çarptı. Görüyordum, rüyada gibiydim, ağır çekilmiş film gibi, görüyordum ve
kıpırdayamıyordum.... Mavi fular uçtu, kıvrıldı, büküldü, ağır ağır yere indi,
Emile'in kanları üzerine kondu. Bağırıyordum ama sesim çıkmıyordu. Koşuyordum
ama ayaklarım yere çivilenmişti... Her yer önce maviye boyandı, sonra kapkara
oldu!..
Çıldırdım... Günlerce mezarına gittim, intiharı düşündüm.
Onsuz olmak, nefes alamamaktı benim için. İçime çektiğim havanın oksijeni
yetmiyordu bana. Yavaş yavaş ölüyordum. Yemek yiyemiyor, dans edemiyordum.
Ayaklarımı hissedemiyor, müziği duyamıyordum. Refleks olarak oynuyordum
yalnızca, ruh gibiydim... Birgün miss Barti beni odasına çağırdı.
- Kendine gelmelisin Nicole dedi. Onun için oynamalısın.
Onun seni izlediğini düşünerek oynamalısın. Eminim O böyle isterdi dedi. O
zaman derin bir uykudan uyandım. Evet onun için oynamalıydım. O beni ön
sıradaki tek numaralı koltukta izliyordu. Ve ruhunu hep yanımda hissediyordum.
Minik, mavi, parlak bir ışığın yanımda ve beni hep koruduğunu düşünüyordum...
Balede hızla ilerledim, baş rollerde oynuyordum, turnelere
çıkıyordum. Alkışlar, alkışlar... Zaman özlemini arttırırken, ruhumu yokluğuna
alıştırdı. Kabullendim. Sonra bir temsil sonrası odama bir demet kırmızı
karanfil geldi. Emile'in en sevdiği çiçekti. Az sonra da çiçeği gönderen geldi.
Gülen gözleriyle reverans yaparak selamladı. Sempatikti, sıcaktı. Sanki
karanfiller bir işaretti bana... Ali'yle böyle tanıştık.
Arkadaşlık, evlilik ve Türkiye!... Önceleri çok bocaladım.
Ama şimdi alıştım. Çocuklarım, kocam, geniş bir aile, Türkler.. Türkiye'de
olmak çok güzel. Yaşamak, gece ve gündüzün birbirini kovalaması gibi bir şey.
Hüzün ve mutluluğun birbirini kovalaması gibi... Rutin günlük yaşamda bile bu
iki gerçeğin birbirine örtüşen balesidir. İçiçedir hüzün ve mutluluk. Anında
birbirine dönüşür, her insanın kalbinde. Gece ve gündüz gibi...
Ve yaşamda her tercih bir vazgeçiştir. Mavi fularımın
tercihi, beni başka tercihlere yöneltti işte.
Dedi ve acı acı gülümsedi...
Düşündüm. Haklıydı. Her insan tercihlerinin bedelini yaşıyor
tüm yaşamında. Ülkeler bile tercihlerinin bedeliyle var olmuş ya da yok
olmuşlardı, yüzyıllar boyu. Aslında kader dediğimiz, tercihlerimizin toplamı
değil midir ki!.. Yıllarca sürecek köklü bir dostluk da Akdeniz'in tuzlu,
sıcak, oynak dalgalarının tercihiyle can bulmamış mıydı?..
Düşündüm, evet her tercih bir vaz geçiştir. Tercihlerimizi,
gündüzün aydınlığında, dinginliğinde, ışığında yani mantıkla, doğrulara imza
atarak yapmalıyız; gecenin kör karanlığındaki hüzün çukurunda, kör dövüşlerin
umutsuzluğunda değil... Ve her zaman yeniden güneşin doğacağını asla
unutmadan!...Her uykudan sonra sabahın ruhu okşayan serinliğine uyanılacağını,
yeniden mutluluğa kanat açılabileceğini hiç unutmadan!...
Nicole'ün yaşadıkları gerçek bir yaşam öyküsür. Milyonlarca
yıl insanların yaşadığı her kişiye özel, milyonlarca öyküden biriydi
yalnızca... Ya sizlerin veya yaşamınız boyunca çevrenizde gelişen, şahit
olduğunuz öyküler???!!!..
1942 yılı Avrupa.Doğu Almanya. Berlin. Haziran ayında bir
bebek doğdu, bir kız çocuğu. Erken doğum nedeniyle çok çirkindi, çok. Sarışın
mavi gözlü, nur yüzlü güzel anne, kurbağaya benzeyen bu bebeğe baktı ve ağladı.
- Allahım, hem de
kız! Diye ağladı. Oğlu vardı, kız oldu diye değil, "çirkin bir kız çocuğu,
kaderi n'olacak" diye ağladı, günlerce.
O da sarışın mavi gözlüydü. Durmadan ağlıyordu, cılız sesi,
keçi melemesine benziyordu. Babası ona, çirkinliğine inat çok güzel bir ad
taktı. Ama sevimli ve hep kullanılacak olan küçük adı, keçi melemesi
anlamındaydı. Çirkinliğine inat çok güzel bir yüreği vardı, çok sevimliydi, çok
çalışkandı, çok becerikli, çok işveliydi. Babasının sevgilisiydi, keçi gibi
meleyen kız. Çirkin ördek gibi çirkin ama sevimli. On beş yıl sonra bu aile,
savaş sonrası Almanya'sında, savaş yıllarının kalıntılarını yaşamakta zorlandı.
Rutin yaşantı, çıkmaz bir sokaktı, onlara ve çirkin ördek yavrusuna.
Mutsuzlardı, umutsuzlardı. Tedirginlerdi.
On beş yıl sonra, umudu, Batı Berlin'e göçte
aradılar.Geldikleri kasabada bir lokanta açtılar. Ailece bu lokantada yaşama
tutunmaya çalıştılar. Ve on beş yıl sonra, yıllarca anlatılan tatlı bir öykü
canlandı sanki; çirkin ördek Bale papuçları!
Bir balerinin ayaklarına yapışan, uzvu olan pointler, balenin ayakları!
Pointe çıkmak; parmak ucunda yürümek, koşmak, atlamak, dönmek, uçmak...Pointe
çıkmak; tapınma, kanatlanma ve kan!...