Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster


Her tercih bir vazgeçiştir!


Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 07 Eylül 2014
Geçerli Tarih: 28 Nisan 2024, 23:13
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=18943


HER TERCİH BİR VAZGEÇİŞTİR!..

O benim için çok özel biri!

Tanrı sizi yaratırken anne, baba, kardeşi ve yaşama adım attığınız çevreyi, ülkeyi  seçme hakkını size vermiyor. Bunlardan sonra gelecek olan, bunların dışındaki  tüm seçenekler elinizdedir asla unutmayın! Ve çok ender olarak, zorunlu seçeneklerin dışında, kader deyip kimseyi suçlamayın olur mu? Bu öykü, kaderleşen seçeneğin öyküsüdür...

Onu çadır kurduğumuz Akdeniz'in turistik ve doğasının henüz ırzına geçilmemiş bir kıyı kasabasında tanıdım. Çocuklarım Fransızca öğreniyorlar diye çevremde ne kadar Fransızca bilen varsa mutlaka davet eder; kahve, kısır, pasta, börek çörek ne varsa ikram eder, ortam hazırlardım. Onunla tanıştığımızda biz çadırda, onlar karavanlarında kalıyordu. Sarışın, mavi gözlü, aksanlı Türkçe konuşan ve bir Türk'le evli Fransız Nicole'du.

Bir sabah, erkenden uyanmıştım. Çocuklar uyuyordu ve henüz güneş doğmamıştı. Habercisi lacivert aydınlık, yüzümü okşuyordu. Çadırın önündeki tentenin altına portatif masayı açtım. Sabah kahvaltısını hazırladım. Çayı demledim, altını kapattım. Çocuklar uyanana kadar  doğru denize!.. Akdeniz'in gökyüzüne eş lacivertinin koynuna sokuldum, usulca. Tuzu yakar Akdeniz'in. Suları hamam suyu gibi sıcaktır. Ama sabahları değil. Sabahları, gecenin serinliğine yüzersiniz, uyku halindeki, henüz hırçınlaşmamış denizde. Öyle kıpırtısız, sakin, çarşaf gibidir. Doğa uyanırken o öğlene kadar uyur, sonra hırçın dalgalarına uyanır. Duru ve serin lacivertte açılmışım. Dinlenmek için durduğumda, geri döndüm, sahile baktım. Sahil küçük dalgalanmalarda bile görünmez oluyordu. Çok uzaktaydım sahilden. Bir kulaç sesi duydum az ötemde. Pembe boneli bir baş. Yaklaştım, "günaydın" dedi, bana suları süzülen yüzünde mavi mavi bakan gözleriyle...

-Günaydın dedim.

- Siz de erken yüzüyorsunuz?

Yabancıydı, belli. Aksanlı konuşuyordu. Çok sevimli, içten, sıcak!...

- Evet, çocuklar uyanmadan denizin keyfini çıkarayım dedim ama çok uzaklaşmışım.

-Derinler, daha temiz, daha sakin, daha arkadaş dedi.

- Arkadaş? dedim.

- Yani daha sesli içini konuşursun. Paylaşırsın denizle, dedi.

Anlamıştım, "duygusal biri" diye düşündüm.

- Dönelim mi?  dedim.

- Dönelim, ben de yoruldum dedi.

Dönüş yolu keyifli geçti, sohbet güzeldi, ne çok şey öğrendim Nicole hakkında. Öğretmen olduğumu duyunca çok sevindi.

- Türkiye'de en beğendiğim insanlar, öğretmenler, dedi. Hem her şeyi biliyorlar, dürüstler ve hem de çok mütevazi yaşıyorlar dedi.

Kocasının ailesi zengin ve soyluymuş. Sevgilerini ve ilişkilerini içten bulmuyormuş. Hep ölçülü ve kurallı davranmak gerekiyormuş. İçinden geldiği gibi konuşunca sorun yaşıyormuş. Oysa o, doğal, içten ve dürüst olmayı seviyormuş. Neyse ki kocası onlar gibi değilmiş ve karısına aşıkmış.

- İnsan olduğu gibi görünmeli, diyordu.

Balerinmiş, evlenince bırakmış. Kocasıyla, İsviçre'de tanışmış. İki kızı, bir oğlu varmış. Mesleğini çok özlüyormuş, denizi çok seviyormuş, sanki dans partreni gibiymiş deniz. Anlatıyor, anlatıyordu...

Türkçe dersinde öğrencilerime okuduğum bir Ömer Seyfettin öyküsü vardı. "Eskici" adında. Kahramanı, Hasan adında bir çocuktu. Annesi ölünce, Arabistan'a halasının yanına gönderiliyor. Orda dil bilmediği için günlerce susuyor. Birgün eve bir eskici çağırıyorlar. Ayakkabı tamiri için. Avluda onu seyrederken dalıyor, Türkçe soruyor. Eskici şaşırıyor, Türkçe yanıt veriyor. Eskici de Türk'müş, onun da gözleri doluyor vatan özlemiyle. Hasan da anlatıyor, anlatıyor. Aylarca suskunluğunun acısını çıkarırcasına!...

Nicole'da anlatıyor, anlatıyordu. Sabahın sessiz serinliğide, denizin şımarık lacivertinde!...Yüreğine bastığı incinmiş duyguları fışkırıyordu şimdi. Aç kaldığı içtenliği bulmuş; yalın, yapmacıksız, kültürünü beğendiği, kendi gibi bir yürek bulduğuna inanmıştı. Anlatıyor, anlatıyordu...

Sahile vardığımızda yıllarca birbirimizi tanıyor gibiydik. Mavi mayosundan süzülen sularla daha da çekici müthiş güzel bir  balerin vücudu vardı. "Kocamın ailesi,  onu bir Türk'le evlendirmek istemişler, ama o bana aşık oldu. Ne yazık ki, ben değil ama fiziğim ailesini etkiledi." dedi. Dürüstlük ve içtenlik Nicole için önemliydi. Çadırımıza yürürken birden durdu ve sordu:

- Lütfen benimle arkadaş olur musun? Gözleri öyle içten, öyle istekli, öyle masum bakıyordu ki! Hiç beklemeden,

- Elbette dedim, seve seve!... O, duygularını, özlemlerini, çıkmazlarını,  ikilemlerini, farklı bir kültürün özelliklerini anlatacağı,  paylaşacağı bir arkadaş, bir sırdaş arıyordu!.. Çok tatlı ve sempatikti.

Kaldığımız yerin olanakları güzeldi. Çadır yerleri için özel karolar döşenmiş, karavanlar için, çitlerle ayrılmış parseller yapılmıştı. Asırlık ağaçların arasında harika bir dinlence yeriydi. Gazinosunda her milletten turistlere rastlayabilirdiniz. Öğleden sonra buluşmak için sözleştik.

Bronzlaşmış tenine mavi şile bezinden otantik bir elbise giymişti. Sarı saçları kıvırcıktı. Bir tutamı alnına düşmüştü. Benden büyüktü Nicole. Çocukları kendi gibi sarışındı. Benim de iki oğlum, bir kızım vardı. Çocuklarımız da birbirleriyle kaynaştılar. Onlar, sahilde deniz kabuğu toplarken, biz sigara içtik, kahve, çay içtik ve konuştuk, daha doğrusu o konuştu, ben dinledim akşama kadar. İçten davranışlarının nasıl yanlış yorumlandığından yakınıyordu.

-Anlamıyorum bu insanları, neden hep olduğundan farklı görünmek istiyorlar? Yani insanın parası yoksa neden onu küçük görüyorlar? Niye hizmetçilerin de hakları olduğunu görmüyorlar? Niye ona ayrı yerde yemek yediriyorlar?

Ah Nicole, zamanla Türkleşirsen sen de o ayrımı yapacaksın, yaptıracaklar!...

On beş gün, hemen hemen hergün beraberdik. İlla ki sabah denizde uzaklara açılırken. Ve anlatıyordu, çiçekten çiçeğe konan bir kelebek gibiydi. Konudan konuya atlıyor, sevimli tavırları ve içten esprileriyle anlatıyor, anlatıyordu.

On beş gün yaşamından kesitler anlattı, yaşadıklarını, yaşayamadıklarını, özlemlerini, hüzünlü anılarını... Hüzünlü anıları! Gözleri dolu doluydu. Bittiğinde benim de gözlerimden akıyordu.

"Erken doğum nedeniyle öyle çirkin doğmuşum ki, annem ölmem için Allah'a yalvarmış!... Kurbağaya benziyormuşum, kız çocuğu olarak bu çirkinlikle nasıl yaşarım diye! Biliyor musun, benim yaşamım tam bir çirkin ördek öyküsü. Onbeş yaşına kadar, öyle çirkindim ki kimse beni görmesin diye odamdan çıkmazdım. Kalın camlı gözlükler, tel takılı dişler! Balerin olmayı istememdeki neden, belki de o tüllerin arkasına saklanmaktı. Sınavda bacaklarım, yeteneğim öyle beğenildi ki kimse yüzümle ilgilenmedi. Hırsım, beğeni topluyordu. Dikkatler yeteneğimdeyken, yavaş yavaş değiştim. Pointe çıktığım ilk gün, kendimi kuğu gibi hissettim. Ama biliyor musun point, yani ön tarafı tahtadan oyulmuş, arka tarafı deri, çapraz bağlanan kurdeleli bale papuçları. Onunla parmak ucunda koşulur, dönülür, atlanır. Vücudun tüm ağırlığı, daracık tahta borunun içine sığan, üst üste şıkışan parmaklardadır. Birçok temsilden sonra o borunun içi kan dolar, inan. Her balerin yaşar bunu. Alkışlar, bembeyaz tüller, tütüler, sahne, seyirciler, müzik, dans her şey rüya gibidir. Ama gösteri bitip de perde kapandığında ah'lar, of'lar arasında kanlı pointler çıkarılır. Evet ama zevkle, çünkü bale ve point, balerin için tutkulu bir sevdadır. Nasıl özlüyorum bilsen; sahnenin loş, nemli, tozlu kokusunu. Pointime dolan kan kokusunu bile! İlk baş rolü "Giselle" temsilinde oynadım. Rüya gibiydi. O güne kadar erkek arkadaşım yoktu. Evden okula, okuldan eve. Çirkindim ya kendime göre! İnsanlardan kaçıyordum.

- Hiç eğlenceye gitmez miydin, sinemaya, tiyatroya, erkek arkadaşın olmadı mı?  diye sordum.

- Bir balerin bulduğu küçücük zamanda bile egzersiz yapar. Başka hayatı olamaz. Gösteri, ve egzersiz, başka şansı yoktur iyi bir balerinin. Ve devam etti.

Ben Giselle oyunundaki partrenime her akşam aşık oluyordum, bale yaparken, rolümü  yaşıyordum. Aşkı, titreyerek yalnızca oyunda yaşıyordum. Anlatırken bile, gözleri parlıyordu Nicole'un.

 - Temsil bitince süslü araba balkabağına, Sindirella külkedisine dönüyordu.

Ekstra çalışmalarımız olurdu, meydan gösterilerinde, şenliklerde, Paskalya Yortusu'nda. Heyecan olsun diye, figüran rolü alırdık, hem de para kazanırdık. Böyle bir meydan gösterisinde tanıdım onu. Emile'i... Halka açık, açık bir sahnede, Don Carlos oyunu için seçmelere katılmıştım. O da. Sıramızı beklerken tanıştık. Ses tonu çok etkileyiciydi. Bakışları da. Seçildik. Ben rahibe olacaktım, o da rahip. Uzun, kukuletalı  pelerinlerle yüzümüz gizleniyordu ve sadece manastırdaki ayin sahnesinde öylece duruyorduk. Oyun boyunca bakışıyorduk. Ağzımdan bir güvercin fırlıyordu, ona baktıkça, bakışlarındaki ısrarı gördükçe. Arkadaş olduk. Hergün oyundan sonra beni eve bırakıyordu. Bu, geçici figuran rolünde çok eğlendik. Oyun sona erdikten sonra da arkadaşlığımız sürdü, sevgiye dönüştü. Sonra da tutkulu bir aşka!

Emile ressamdı. Güzel sanatlar kurslarında eğitmenlik yapıyordu. Boş zamanların da da değişik işler yapmayı seviyordu. Kocaman bir motosikleti vardı. Motosikletini çok seviyordu. Ben de...  Binmeye bayılıyordum. Arkasından ona sıkı sıkı sarılmak çok güzeldi. Rüzgarın yüzümü, ağzımı, kulaklarımı bıçak gibi kesmesi çok güzeldi, heyecan vericiydi. Hergün baleye gelir, beni izler, motosikletiyle nehir kenarına gider, uzun uzun mehtabı seyrederdik, hiç konuşmadan. Sonra telaşlanırdım, eve geç kalmamak için. Babam da siz Türkler gibiydi aynı. Geç kalırsam kapıda bekliyordi.Çok vasattı yaşantımız. Babam işçi, annem ev kadını. Önünde hep önlük, hep temizlik, hep yemek ve hep bulaşık. Ah canım annem! Pek güzel değildi ama, kırmızı yanakları her zaman gülerdi. Şarabı çok severdi, kendi yapardı şarabını. Eskiden onun babasının üzüm bağları varmış çok geniş arazilerde. Köyde yaşarlarmış. Üzüm toplama işçisi olarak gelen babama aşık olmuş. Arkasından Paris'e gelmiş. Ben olmuşum, sonra da kardeşim. İşte annem, " öyle çirkin doğmuştun ki ölmen için Tanrı'ya yalvardım " derdi, gülerek. Sonra da "Aman! İyi ki Tanrı beni duymadı ve  beni utandırdı." İki yıl önce kaybettik annemi. Babam yalnız şimdi. Onun kaprislerini ancak annem idare ederdi. Aksi ve çok ciddidir. Çok da yakışıklıdır! (Bir kahkaha attı.) Anlaşılan ben doğduğumda anneme, on beşinden sonra da babama benzemişim!

(Dedim ya kelebek gibi, konudan konuya atlıyordu.)

Emile'e önce karşı çıktı babam. Sonra tanımak istedi. Eve davet etti. Annem güzel yemekler yaptı, en eski şarabını çıkardı. Emile'i ikisi de çok sevdi.

Öyle güzeldi ki aşkımız, temsillerimde yalnız onun için dans ediyordum. En önde, en uçtaki tek numaralı koltuk onundu. Partnerim beni havaya kaldırsa, omuzuna alsa, döndürse, pointimle uçsam, kanat çırpsam gözlerim hep Emile'deydi. Arkadaşlarıma darılsam, kareograf beni üzse, oyunda hata yapıp üzülsem, babama sinirlensem; Emile'in kocaman bir paltosu vardı, beni bu paltonun içine alır, sarar saatlerce onun sıcaklığında hiç konuşmadan sakinleşirdim. Mutluluktu benim için, Emile'in paltosunun içine sarılmak, saklanmaktı. Huzurdu.

Kardeşim yakın bir kasabada okuyordu. O da Emile'i tanımak istedi. O hafta sonundan sonra Giselle ile turneye çıkacaktık. Nerdeyse tüm Fransa'yı dolaşacaktık. Ben de Emile'de üzülüyorduk, ama "mutlaka motosikletimle geleceğim" diyordu. O hafta sonu evimizde küçük bir parti oldu. Emile piyano çaldı, ben dans ettim, polka yaptım, kardeşim gitar çaldı, rak şarkılar söyledi. Annem güzel yemekleri, şarabı ve şık örtülerleriyle, nefis bir sofra hazırladı. Mum ışığında, yenildi şato biryan. Babam mızıkasıyla "O lili marleni, mavi tunayı çaldı, savaş günlerinin şarkılarını. Annemle dans ettiler. Babamın hep çatık kaşları, yumuşamıştı. Gece sonunda hepimiz odalarımıza çekildik. "İyi geceler öpücüğü" için Emile'in odasına geçtim. Yatağına uzanmıştı. Yanına uzandım. Şarabın da etkisiyle çok ateşli bir "iyi geceler" öpücüğüydü. Bırakmıyordu. Konuşuyorduk, fısıltıyla. Paltosuna değil yorganına sarmıştı beni. "Ben kalkayım artık "dediğimde," dur ne olur bir daha öpeyim!" Öpüyordu. Sonra yalvardı, sınırdaydık! "Gitme sevişelim", dedi. İhtirasla bakıyordu.

- Olmaz Emile! dedim.

- Ama daha önce beraber olmuştuk, Nicole dedi.

- Olmaz Emile, olmaz. Henüz evlenmedik. Annemle babamın olduğu bir yerde saygısızlık olur dedim. Mahzunlaştı, dudağını sarkıttı, sonra gülümsedi.

- Okey dedi. Odanın kapısında son kez bir daha öptü, yandaki odama geçtim, gülerek.

Sabah erkenden kalktım. Yeni oyunun rol dağıtımı olacaktı ve provalara başlanacaktı.

Emile'in odasına süzüldüm. Öperek, uyandırdım. Gülümsedi.

- Aşkım, Kuğu Gölü Balesi'nin rol dağıtımı olacak, bu gün. Baş rolü kapmalıyım, bunun için ön sırada olmalıyım, dedim. Emile;

 - Eminim miss Barti bunu sana verecektir, dedi. Annem de erken uyanmış, mis kokan bir kahvaltı sofrası hazırlamıştı. Ben bir yeşil elma aldım yalnızca, Emile bir bardak kahve içti. Babamla kardeşim henüz uyanmamışlardı. Çantama da bir yeşil elma aldım, bütün gün yemeğim bu elmaydı. Çantama pointlerimi, mayomu, ter havlusunu koydum. Emile:

- Seni ben bırakayım Nicole dedi.

- Sen derse geç kalırsın, dedim. Ben servisle giderim.

Evimiz biraz kenar semtteydi ve önünden şehirler arası, büyük, dört şeritli bir karayolu geçiyordu. Balenin servis durağı hemen karşımızdaki şeritteydi. Emile sağ, ben sol yönünde gidecektim.Hava soğutu, kar yağmış, don yapmıştı. Paltosunu giydi. Ben de kabanımı, uzun çizmelerimi. Boynumda mavi uzun bir fular vardı, yünden. Doğum günümde Emile armağan etmişti bana. "Soğuk günlerde boğazın üşümesin" diye! Evden elele birkaç basamak indikten sonra, geniş çim bahçemizdeki motosiletinin yanına geldik.  Birlikte bahçe kapısından çıktık.

- Sen karşıya geç, ben sonra hareket edeyim, dedi. Sarıldım, öptüm.

İki adım atmıştım ki döndüm, tekrar sarıldım.Paltosunun önü açıktı. Kapattım, ilikledim. Sonra boynumdaki fuları çıkardım, boynuna sardım.

 - Hava çok soğuk, üşüme, fular benim kollarım olsun ısıtsın seni" dedim, gülerek.

Öptüm karşı durağa geçtim. Ona el salladım.

Kaskını taktı, motosikletini çalıştırdı. Yol kenarı açık, görüş mesafesi çok uzundu. Onu ufukta kaybolana kadar izlerdim hep. Hızla hareket etti. Elini kaldırdı, selamladı beni. Öyle hoştu ki! Hızla gidiyordu, uçuyordu. Rüzgardan mavi fular boynundan kurtuldu, uçtu. Görüyordum. Emile refleks olarak arkasına döndü fulara bakmak için. Ve hızla önündeki tıra çarptı. Görüyordum, rüyada gibiydim, ağır çekilmiş film gibi, görüyordum ve kıpırdayamıyordum.... Mavi fular uçtu, kıvrıldı, büküldü, ağır ağır yere indi, Emile'in kanları üzerine kondu. Bağırıyordum ama sesim çıkmıyordu. Koşuyordum ama ayaklarım yere çivilenmişti... Her yer önce maviye boyandı, sonra kapkara oldu!..

Çıldırdım... Günlerce mezarına gittim, intiharı düşündüm. Onsuz olmak, nefes alamamaktı benim için. İçime çektiğim havanın oksijeni yetmiyordu bana. Yavaş yavaş ölüyordum. Yemek yiyemiyor, dans edemiyordum. Ayaklarımı hissedemiyor, müziği duyamıyordum. Refleks olarak oynuyordum yalnızca, ruh gibiydim... Birgün miss Barti beni odasına çağırdı.

- Kendine gelmelisin Nicole dedi. Onun için oynamalısın. Onun seni izlediğini düşünerek oynamalısın. Eminim O böyle isterdi dedi. O zaman derin bir uykudan uyandım. Evet onun için oynamalıydım. O beni ön sıradaki tek numaralı koltukta izliyordu. Ve ruhunu hep yanımda hissediyordum. Minik, mavi, parlak bir ışığın yanımda ve beni hep koruduğunu düşünüyordum...

Balede hızla ilerledim, baş rollerde oynuyordum, turnelere çıkıyordum. Alkışlar, alkışlar... Zaman özlemini arttırırken, ruhumu yokluğuna alıştırdı. Kabullendim. Sonra bir temsil sonrası odama bir demet kırmızı karanfil geldi. Emile'in en sevdiği çiçekti. Az sonra da çiçeği gönderen geldi. Gülen gözleriyle reverans yaparak selamladı. Sempatikti, sıcaktı. Sanki karanfiller bir işaretti bana... Ali'yle böyle tanıştık.

Arkadaşlık, evlilik ve Türkiye!... Önceleri çok bocaladım. Ama şimdi alıştım. Çocuklarım, kocam, geniş bir aile, Türkler.. Türkiye'de olmak çok güzel. Yaşamak, gece ve gündüzün birbirini kovalaması gibi bir şey. Hüzün ve mutluluğun birbirini kovalaması gibi... Rutin günlük yaşamda bile bu iki gerçeğin birbirine örtüşen balesidir. İçiçedir hüzün ve mutluluk. Anında birbirine dönüşür, her insanın kalbinde. Gece ve gündüz gibi...

Ve yaşamda her tercih bir vazgeçiştir. Mavi fularımın tercihi, beni başka tercihlere yöneltti işte.

Dedi ve acı acı gülümsedi...

Düşündüm. Haklıydı. Her insan tercihlerinin bedelini yaşıyor tüm yaşamında. Ülkeler bile tercihlerinin bedeliyle var olmuş ya da yok olmuşlardı, yüzyıllar boyu. Aslında kader dediğimiz, tercihlerimizin toplamı değil midir ki!.. Yıllarca sürecek köklü bir dostluk da Akdeniz'in tuzlu, sıcak, oynak dalgalarının tercihiyle can bulmamış mıydı?..

Düşündüm, evet her tercih bir vaz geçiştir. Tercihlerimizi, gündüzün aydınlığında, dinginliğinde, ışığında yani mantıkla, doğrulara imza atarak yapmalıyız; gecenin kör karanlığındaki hüzün çukurunda, kör dövüşlerin umutsuzluğunda değil... Ve her zaman yeniden güneşin doğacağını asla unutmadan!...Her uykudan sonra sabahın ruhu okşayan serinliğine uyanılacağını, yeniden mutluluğa kanat açılabileceğini hiç unutmadan!...

Nicole'ün yaşadıkları gerçek bir yaşam öyküsür. Milyonlarca yıl insanların yaşadığı her kişiye özel, milyonlarca öyküden biriydi yalnızca... Ya sizlerin veya yaşamınız boyunca çevrenizde gelişen, şahit olduğunuz öyküler???!!!..

1942 yılı Avrupa.Doğu Almanya. Berlin. Haziran ayında bir bebek doğdu, bir kız çocuğu. Erken doğum nedeniyle çok çirkindi, çok. Sarışın mavi gözlü, nur yüzlü güzel anne, kurbağaya benzeyen bu bebeğe baktı ve ağladı.

 - Allahım, hem de kız! Diye ağladı. Oğlu vardı, kız oldu diye değil, "çirkin bir kız çocuğu, kaderi n'olacak" diye ağladı, günlerce.

O da sarışın mavi gözlüydü. Durmadan ağlıyordu, cılız sesi, keçi melemesine benziyordu. Babası ona, çirkinliğine inat çok güzel bir ad taktı. Ama sevimli ve hep kullanılacak olan küçük adı, keçi melemesi anlamındaydı. Çirkinliğine inat çok güzel bir yüreği vardı, çok sevimliydi, çok çalışkandı, çok becerikli, çok işveliydi. Babasının sevgilisiydi, keçi gibi meleyen kız. Çirkin ördek gibi çirkin ama sevimli. On beş yıl sonra bu aile, savaş sonrası Almanya'sında, savaş yıllarının kalıntılarını yaşamakta zorlandı. Rutin yaşantı, çıkmaz bir sokaktı, onlara ve çirkin ördek yavrusuna. Mutsuzlardı, umutsuzlardı. Tedirginlerdi.

On beş yıl sonra, umudu, Batı Berlin'e göçte aradılar.Geldikleri kasabada bir lokanta açtılar. Ailece bu lokantada yaşama tutunmaya çalıştılar. Ve on beş yıl sonra, yıllarca anlatılan tatlı bir öykü canlandı sanki; çirkin ördek Bale papuçları!  Bir balerinin ayaklarına yapışan, uzvu olan pointler, balenin ayakları! Pointe çıkmak; parmak ucunda yürümek, koşmak, atlamak, dönmek, uçmak...Pointe çıkmak; tapınma, kanatlanma ve kan!...


Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster