Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster
Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 07 Eylül 2014
Geçerli Tarih: 05 Mayıs 2024, 13:50
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=18939
IŞİD’İN ARKASINDAKİ TEMEL GÜÇLER
ORTADOĞU’DA DURUM VE OLANAK(LAR)[*]
“Eşitlik olmayan bir yerde,özgürlük bir yalandır.”[1]
Soru: IŞİD’in uluslararası güçlerce Ortadoğu’ya müdahalede
kullanıldığı belirtiliyor. IŞİD’in arkasındaki temel güçler kimler ve nasıl bir
strateji yürütülüyor?
Öncelikle şu “kullanılma” saptamasına mündemiç yüzeyselliği
tashihte yarar var. Her “kullanılma”, bir yerden sonra kullanmadır da.
Doğru ABD emperyalizmi “yeşil kuşak” için El Kaide’yi,
Taliban’ı kullandı. Ya sonra? El Kaide 11 Eylül yaşatmadı mı? Taliban’ın
Afganistan’daki icraatları da herkesin bilgisi dahilinde değil mi?
Evet, IŞİD’i kullananlar olabilir; olasıdır ki var da…
Ama önemli olan kimin kimi kullanırken, kullanıldığı veya
tam tersi değil.
Şimdi önemli olan “Ne oldu, ne oluyor?” sorularına verilen
yanıt(lar)dır…
Ortadoğu’da “Ne oluyor”un ilk yanıtı: Vaziyetin neredeyse
Birinci Dünya Savaşı sonrası Sykes-Picot koşullarından farksız olduğudur.
Evet, Sykes-Picot’un nihayetine doğru ilerliyor Ortadoğu…
Bu çerçevede Irak haritasını yeniden çiziliyor; çatışmaların
doğası iyiden iyiye dolambaçlı bir hâle geliyor.
Irak’ta tam bir kilitlenmişlik hâli yaşanırken; Irak Şam
İslâm Devleti’nin (IŞİD) 10 Haziran 2014’de Musul’u ele geçirmesiyle başlayan
“yeni durum”, işgalle mağlup olmuş yüzde 18’lik Sünnî azınlığın eski Baasçı
kadrolar eşliğinde isyana eklemlenmesi durumu ortaya çıktı…
Maliki’nin siyasi birliği sağlamadaki sekiz yıllık
başarısızlığı, ABD’nin 2011’de çekilmesiyle oluşan güvenlik boşluğu, Suriye
çatışmasının yansımaları, başta Körfez monarşileri olmak üzere Sünnî komşuların
Iraklı Şiîlerin kazanımlarından hazzetmeyip radikallere sağladıkları destek
“yeni durum”u tetikledi…
Yani mevcut gelişmeleri IŞİD’ten önce Irak’ın politik ve
toplumsal dinamiklerden hareketle değerlendirmekte yarar var.
ABD emperyalizminin 2003’deki Irak müdahalesinin “entegre
olmamış” bir toplumsal yapıyı patlatıp, iç çelişkileri ortaya çıkardığı
herkesin malumu. Yüzde 66’lık bir nüfusa sahip Şiîlerin siyasi egemenlik alanı,
Kürt egemenlik alanı, Sünnî Arapların varlığı arasında yaşanan keskin
gerilimler Irak’ı uzun süredir siyasi cehenneme çevirmiş durumdaydı…
Söz konusu cehennem sadece etnik ve mezhebi toplumsal
grupların farklılaşması ve çatışmasından ibaret değil. Bu çerçevede kâh Irak
topraklarında üreyen, kâh dışarıdan beslenen örgütler ve örgütlenmeler Irak’ta
belirleyici bir rol oynuyor. İran’ın bir Şiî bölgesi yaratma politikaları, El
Kaide tipi Selefî örgütlenmelerin bulduğu hareket alanı, hem ABD’yle hem diğer
yerel örgütlerle giriştiği kanlı egemenlik savaşı Irak’ın son 10 yıllık öyküsünde
çok önemli bir yer tuttu.
Bunun böyle olmasında şaşırtıcı hiçbir şey yoktu!
Çünkü ABD’nin Irak işgali ardından izlediği politikalar
devleti çökertirken; parçalanmış toplumsal doku nedeniyle devletin yeniden
kurulması çok zordu; bu zorluğun yerine mezhepsel iktidar tercihleri devreye
girdi…
Suriye açısından da benzer bir durum söz konusu. Ne var ki
Şam yönetimi İran ve Rusya desteği sayesinde kendi kontrolü altındaki bölgede
devlet işlevlerini iyi kötü yerine getirebiliyor. Ülkenin gerisi ise bir harabe
hâlinde, şiddeti en insafsızca kullanabilenlerin insafına bağlı koşullara
mahkûm.
Bu noktada Irak’ta IŞİD’in şimşek hızıyla gerçekleştirdiği
harekâtların ardından kısa dönem için şu değerlendirmeler yapabilir: Suriye’de
Esad rejimi yerini “sağlamlaştırdı”… Kürdistan Bölgesel Yönetimi Kerkük’ü de
alarak genişlettiği sınırları içinde konsolide olmaya başladı… Obama yönetimi
Irak’a müdahale etmeyecek. Bu durumda da Bağdat’ın düşmesini önlemek, Şiî
iktidarının sürmesini sağlamak İran’a düşecek. Tahran, bu durumda Irak
üzerindeki hâkimiyetini artıracağı bir konuma geldi…
IŞİD rüzgârı, Şiîlerin hâkim olduğu alanlarda İran’ın Bağdat
üzerindeki etkisini perçinlerken; Tahran’ın da Ortadoğu’daki ağırlığını ciddi
şekilde artırır.
Bu hâl Türkiye’yi, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne
yakınlaştırırken; ‘Başur’a (Güney) göz kırpan T.“C”, ‘Rojava’yı (Batı)
karşısına alıyor…
Soru: Bir anda ortaya çıkan IŞİD nasıl bu kadar geniş bir
alanda hareket edebiliyor. Ortadoğu’nun dengeleri açısından bu ne gibi
sıkıntılara yol açabilir?
IŞİD’in “aniden” Ortadoğu gündeminin baş maddesi olmasını,
askeri başarılarını Irak Sünnîlerinin isyanına bağlamak yanında İslâm dünyasını
kapsayıp, Avrupa’ya kadar uzanan bir “durumun” ürünü ya da semptomun (hastalık
belirtisinin) olarak algılamalıyız.
Buradan tekrar Selefî IŞİD’e dönersek önemle altı çizilmesi
gereken ilk şey: “Selefî” düşünce yahut “Selefîye” kısaca “önde olanların”,
“önce gelenlerin” yani Hazreti Muhammed’in zamanında yaşamış olan nesil ile
onları takip eden iki neslin yolundan gitmek, itikadî konularda Kur’an’ın
hükümlerinin ve sünnetin dışına çıkmamak, dinî bahislerde akla dayanan
yorumlara yer vermemektir.
Selefî görüşü diğer mezheplerden ve yollardan ayıran çok
daha başka farklar da mevcuttur ama temelde Kur’anı ve sünneti esas
almışlardır, hattâ hadislerin kaynaklarının değerlendirilmesi ve kabul edilmesi
konusunda da değişik görüşleri vardır, Kur’an’ın açıkça ifade etmediği
hususlarda yorum yapmak ve kıyasta bulunmak bile Selefîler için “bid’at”, yani
dinden çıkmaktır!
IŞİD, sadece bir İslâm devleti kurma peşinde değil, o da
içinde olmak üzere halifelik kurumunu yeniden oluşturma amacı güden,
politikasını cihat üzerine kuran bir örgüt. Yarı enternasyonal bir yanı da var.
Sınırları tanımıyor, İslâmın tek bayrak altında toplanmasını savunuyor. Bu
nedenle mensuplarının Bosna’da, Çeçenistan’da, Suriye’de cihat adına savaşıyor
olmalarında şaşılacak bir şey yok. Savaşçıları arasında adı geçen bu ülkelerin
yanı sıra Endonezya’dan da katılımcılar var.
Her ne kadar 2013’te kuruldu sanılsa da bu da doğru değil.
Suriye’de özellikle söz konusu yıl adını bir hayli duyuracak eylemlere imza
attığı için öyle sanılıyor. Mart 2013’te Suriye’nin Rakka kentini ele geçirdi
örneğin ki bu Suriye’de isyancıların kontrolünü ele aldıkları ilk kentti.
Ağustos 2013’te Bağdat başta olmak üzere birçok kentteki çok ölümlü saldırıları
gerçekleştirmiş, 18 Eylül 2013’te ÖSO’nun elinden Azaz kentini de almıştı. Aynı
yılın kasım ayında da İslâmcı Ahrar el Şam örgütünün en etkili mensuplarından
birini öldürmekle suçlanmıştı. Günümüzde Suriye’de Esad yönetimine karşı
mücadele veren El Nusra’nın daha Irak Savaşı sırasında, 2006 yılında ikiye
bölünmesinden, Cemaat el-Tevhid vel-Cihad adını alan kanatlardan birinin El
Kaide ile işbirliğine gitmesinden doğdu.
Cemaat el-Tevhid vel-Cihad’ın, sonradan El Kaide’nin en
önemli “komutanlarından” biri olacak olan Ürdünlü Ebu Musab el Zerkavi
tarafından kurulduğu biliniyor. Yani çok yeni bir örgütten söz ediyor değiliz.
IŞİD adını alışı daha sonradır. Mücahidler Şûrası, Ceyş el Fatihin, Cündul
Şahaba, Ceyş el Taife el Mansur gibi örgütleri de barındırıyor bünyesinde.
Ancak artık El Kaide ile bir bağı kalmadı, çünkü El Kaide lideri Eymen el
Zevahiri, El Nusra ile IŞİD birlikteliğinin sona erdiğini duyurdu iki ay önce.
O gerçekten bir birlik olduğuna inanıyordu anlaşılan, oysa hem de uzun zamandan
beri IŞİD, El Kaide’den bağımsız davranıyor.
Bir süre öncesine kadar El Kaide’nin Irak ile Suriye’deki
“temsilcisi” durumunda olan IŞİD, şimdi El Kaide ile kanlı bıçaklı. Bunun El Kaide
içerisinde uzun zamandan beri var olan “görüş ayrılığı” ile ilgisi var. Eyman
el Zevahiri aslında El Nusra’nın lideri Ebu Muhammed Gülani’yi (ki kendisine
Nisan 2013’e kadar biat edeceğini açıklamamıştı) Irak’ta temsilci olarak
görüyor. El Nusra’nın El Kaide içinde “yenilikçi grup” olarak adlandırıldığını
da ekleyeyim. Ama Irak El Kaidesi, Zevahiri gibi düşünmüyor ve IŞİD lideri Ebu
Bekir El Bağdadi’yi El Kaide temsilcisi olarak görüp emirleri ondan alıyorlar.
Bu Irak’taki gücünü artırıyor hâliyle.
Irak’taki görüş ayrılığının yanı sıra IŞİD ile El Nusra
arasında 2014 yılında Suriye’de kanlı çatışmalar olunca Mayıs ayında Zevahiri
çatışmaların durdurulması konusunda mesaj yayımlamıştı ama fayda etmedi. Nusra,
IŞİD’in tutumunu Zevahiri’ye saygısızlık kabul edip savaşı sürdüreceğini
duyurdu. El Kaide içinde IŞİD kaynaklı bölünme Ürdün ve Kuzey Afrika Arap
toplulukları içinde de görüldü. Ürdün’de Ebu Muhammed Makdisi, Ebu Katade başta
olmak üzere Filistinli Selefî örgütler Nusra Cephesi’nden yana tutum aldılar.
El Kaide 2004 yılından beri “bölünme” yaşayan bir örgüt aslında. Bu yıl, diğer
İslâmi örgütlerle çatışmayı da mücadelenin bir parçası olarak gören Ürdünlü Ebu
Musab Zerkavi’nin El Kaide’ye katıldığı yıl. Bin Ladin’in bile aşırılıklarından
rahatsızlık duyduğu bir isimdi Zerkavi. Zerkavi 2006 yılında öldürüldü ama
geride kötü bir miras ile takipçilerini bıraktı. Hatta hâlâ bugün de “yeni
Zerkavicilik” adını taşıyan bir oluşum var. Ama en büyük takipçisi ise IŞİD.
El Kaide, faaliyet gösterdiği ülkelerde yerel halkla
çatışmıyor. Kolay kolay kimseyi “İslâm dışı” ilan etmiyor. ABD ile işbirliği
yapan Arap ülkelerini, liderlerini hedef alıyor. Genellikle mezhep
ayrılıklarını öne çıkarmıyor. Örgütlenme tarzı 11 Eylül 2001 saldırısından
sonra değişti. Piramit örgütlenmeden yatay örgütlenmeye geçti. Merkezi bir yapı
olmaktan çıkıp, başkalarınca yapılan eylemlerin adına üstlenildiği bir yapıya
dönüştü zamanla. Yani amaca uygun olması koşuluyla kim tarafından yapılırsa
yapılsın, her eylemi kendi adını vererek üstlenmeye başladı. Kimi yararlarına
rağmen bu örgütü zayıflattı.
IŞİD ise İslâmcı diğer örgütlere bile yaşam hakkı tanımıyor.
Mezhep farklılığına vurgu yapması (Sünnî bir örgüt) siyasi çizgisinin en
belirgin özelliği. Mensuplarının çoğu Iraklı, Suriyeli Sünnîlerden oluşuyor.
İran’la, Şiî gruplarla çatışmasının nedeni bu. Irak’ta Felluce’nin kontrolünü
ele aldığı saldırılarda en büyük desteği buralardaki bazı Sünnî aşiretlerden
aldı. Anbar vilayetine bağlı Ramadi kentinde ise durum biraz farklı. Buradaki
Sünnî aşiretlerin desteğini henüz tam olarak alamadı. Ama bölgede kurulacak bir
Sünnî yapının IŞİD eliyle oluşturulacağı bu nedenle sürpriz sayılmamalı. Bir de
El Kaide’nin yapmadığı bir şeyi yapıyor. Çocukları cephenin ön saflarında
kullanıyor. Bunu özellikle Halep’te yaptı.
Devam edersek, taşların yerinden oynadığı Ortadoğu’da, “yeni
durumu” biçimlendiren beş unsurun altını şöyle çizebiliriz: i) Kapitalizmin
krizi ile biçimlenen etkiler… ii) ABD emperyalizmin Irak’a girmesiyle
sınırların geçirgenleşip, geçersizleşmesi… iii) Şiî-Sünnî çatışmasının
tetiklenmesi… iv) “Ilımlı İslâm” projesinin iflası… v) Kürt ve Filistin
soru(n)larının merkezileşmesi…
Hızla sıralayalım: Nihai kertede IŞİD Kuzey Afrika’da ve
Ortadoğu’da yükselen cihatçı hareketin en etkin parçası. Bu hareketin
yükselmesi için gereken insan enerjisinin, kaynağını, yerel ekonomilerin,
ataerkil yapıların, metalaşmayı hızlandıran neo-liberal politikaların
basıncıyla sarsılmasına, eğitimli genç işsizler nüfusuna, bu ikisinin etkisiyle
seçkinlerle halk arasındaki postkolonyal mutabakatın çökmesine bağlayabiliriz.
ABD emperyalizminin Irak’ı işgaliyle üç şey oldu: İlki
Sykes- Picot anlaşmasının çizdiği sınırlar geçersizleşti. İkincisi Kürtler
otonomi kazanırken, bu da tüm parçaları etkiledi. Nihayet El Kaide ve benzeri
cihatçı örgütler Irak’ta, ABD işgaline karşı direniş içinde kendilerine verimli
bir büyüme ortamı buldular.
ABD işgali Irak’ı stabilize edemedi, Şiî-Sünnî çatışmasını,
tarihin bu canavarını uyandırdı. Sonrası da malum!
Bölgesel “denge(sizlik)ler” açısından İran’ı dengeleyen
Saddam rejimi yıkılınca, Şiî-Sünnî çatışması canlanınca, Suudi Arabistan,
Körfez devletleri ve İran’ın bölge üzerindeki etkisi artmaya başladı. Sünnî
rejimler de İran’ı dengeleme telaşına kapıldılar. Şiî-Sünnî çatışması, devletlerarası
bir rekabete, Irak ve Suriye’de olduğu gibi “vekâleten” yürütülen savaş(lar)a
yol açtı. Söz konusu Sünnî ülkeler Suriye’de, Irak’ta IŞİD, El Nusra gibi
cihatçı örgütleri desteklemeye başladılar.
Ilımlı İslâm projesi Türkiye, Mısır, Tunus deneyimlerinin
gösterdiği gibi karaya oturup, 2007 yılında Halis Çelebi’nin, “Müslümanlar
İslâm devleti kurmak adına insanları öldürüyor, İslâm’ın adını kirletiyor.
Özeleştiri yapma vakti geldi,”[2] diye işaret ettiği gibi İslâmi radikalliği
besledi… Totaliter eğilimleri ortaya çıkardı. Cihatçı akımlara ters düşmeye niyetli
olmadığını ortaya koydu.
Şunu görmek ve kavramak gerek: “Ilımlı İslâm”, liberal
entelijansiyanın, kimi İslâmcı entelektüellerin tüm çabalarına karşın iflas
etti.
Hatırlayın bir keresinde Başbakan Erdoğan, “İslâmın ılımlısı
olmaz” demişti. Bu saptama hem teorik-teolojik olarak doğrudur hem de o günden
bu yana pratikte doğrulanmıştır.
Çünkü, “Ilımlı İslâm” projesi, bir “üçünü taraf” olabilmesi
için gerekli teorik ve teolojik gerekçeleri oluşturmayı başarması mümkün
olmayan bir söylencedir.
Soru: Sünnîler arasında IŞİD’in örgütlenme zemini var mı?
Elbette var, sadece Irak’ta da değil!
IŞİD, Irak’ta işgal sonrasında, El-Kaide’nin uluslararası
katılımla ve acımasız/ sansasyonel eylemlerle büyürken; “Ilımlı İslâm”
söylencelerini yerle yeksan edip, “üçünü taraf” olmaktan çıkardı.
“Ilımlı İslâm”, bir “üçünü taraf” olabilmesi için gerekli
teorik ve teolojik gerekçeleri oluşturmayı başaramazken; İslâma mündemiç
radikallik ortaya çıkar.
“Nasıl” mı?
“Özgür Suriye Ordusu” ile IŞİD arasında geçen bir telsiz
konuşmasındaki üzere:
IŞİD: “Sizi dönek ilan ettik. Siz Allah’ı, peygamberini inkâr
ediyorsunuz.”
ÖSO: “Niye buraya geldin kardeşim, git İsrail’le savaş.”
IŞİD: “Döneklerle savaşmak Yahudilerle, Hıristiyanlarla
savaşmaktan önce gelir. Bütün imamlar bunu bilir.”[3]
IŞİD, Müslümanlığı ‘Kutsal’a, Tanrının mesajına ilişkin
radikal bir teorik-teolojik çaba/ duruş olarak algılıyorken; sadece teoride
değil, esas olarak pratikte kazanılması gereken savaş olarak Ortadoğu’nun
gündemine getirdi.
Bunun önemi büyük! Tıpkı Prof. Dr. Hamit Bozarslan’ın,
mezhebi aidiyetlerin etkin hâle gelmesi ve “yoksullaşmaya dayanan
muhafazakârlık” olguları ele alınmadan Ortadoğu’da mevcut durumun anlaşılmayacağına
dikkat çekmesindeki üzere!
Mathias Enard’ın, Ortadoğu’nun bir “kurban” olduğu, geçmişte
olduğu gibi bugün de başka ülkelerin çıkarları uğruna “kurban edildiği” kanısı
yersiz değil.
Ortadoğu’da aslında sınır yoktur; sunidir çünkü…
Bu bağlamda IŞİD, Ortadoğu’da lokal bir soru(n) olamaz!
Çünkü IŞİD’in Irak, Suriye, kısmen Lübnan’la sınırlı, en
kötü olasılıkta Ürdün ve Türkiye’de istikrarsızlık yaratabilecek bir “sorun”
olduğu düşünülebilirdi. Ancak, IŞİD’in halifelik ilan etmesinden sonra ortaya
çok farklı bir şekillenme çıkmaya başlıyor.
IŞİD, Sünnî kabilelerin de desteğini alarak Suriye’den,
Bağdat’ın 40 km. yakınına kadar uzanan bir bölgede “yarı-devlet” sayılabilecek
bir egemenlik alanı oluşturmaya başladıktan sonra, gereken koşulları yerine
getirdiğini iddia ederek liderini İbrahim Halife ilan etti. Aynı günlerde,
yakın zamana kadar IŞİD ile savaşmakta olan El Nusra IŞİD’e katıldığını
açıkladı. 1 Temmuz 2014 günü ‘The Times’, Kuzey Afrika ve Mağrip El Kaidesi
(KAMEK) adlı örgütün, Yemen’de etkin El Kaide (YEK) grubunun, İbrahim Halife’yi
selamladıklarını, Boko Haram’ın IŞİD bayrağı göstermeye başladığını
aktarıyordu. ‘The Times’, KAMEK’in Avrupa’da en yaygın örgütlenme ağına sahip
olan YEK’in uluslararası eylemler düzenleyebilen yapılar olduğunu da
anımsatıyordu.
IŞİD’in halifelik ilanı, tüm Müslümanları halifeye biat
etmeye çağırıyor, etmeyenleri halifenin iradesine karşı çıkan dönekler (mürted)
ilan ediyor. Böylece IŞİD Müslüman dünyasının iktidar ilişkilerine karşı savaş
ilan etmiş oluyor. IŞİD’in uluslararası insan kaynakları, KAMEK ve YEK’nin
katılımı, IŞİD’in savaş alanının Ortadoğu’nun ve Müslüman dünyasının çok dışına
taşacağını gösteriyor.
IŞİD’in halifelik ilan etmesi birçok yorumcuya göre,
uluslararası cihat hareketinde yeni bir sayfa açıyor. Cihat hareketinin,
“halife”nin çağrısına uluslararası planda olumlu cevap vermeye başlaması, gerek
Körfez emirliklerinin ve Suudi krallığının, gerekse Türkiye’deki İslâmcı
hareketin, AKP liderliğinin hesaplarının nasıl altüst olduğunu, nasıl bir
gerçekle karşılaşacaklarını (IŞİD’in bunları adeta mürted olarak gördüğünü
düşününce…) görmek çok zor olmasa gerek. Diğer taraftan, büyük olasılıkla IŞİD
çok yönlü bir saldırı altına girmeyi göze alarak bir hesap hatası yapmış kendi
sonunu hazırlamış da olabilir. O durumda “bir halifelik kuruldu, Batı ve
bölgedeki uşakları onu yıktı” algısının nerede, nasıl sonuçlar yaratabileceğini
bilmek çok zor.
Kim ne derse desin Ortadoğu’da sınırları tanımadığını
açıklayan bir İslâm Devleti ve halifelik iddiasıyla karşı karşıyayız. Bu İslâm
Devleti’ni kuran, liderini halife olarak ilan eden IŞİD adlı hareket, kanlı
eylemlerini sosyal medyada sergileyerek şok etkisi yaratıyor, bu yolla taraftar
topluyor. Amerika’dan Avrupa’ya, Rusya’dan Uzakdoğu’ya, birçok ülkeden ihmal
edilemeyecek sayıda genç bu örgüte katıldı, katılmaya devam ediyor. Bu örgüt,
kendi İslâm anlayışına uymayanlara karşı acımasız bir şiddet uyguluyor. Halife
dünyanın her yerindeki Müslümanlara İslâm Devleti’ni (İD) tanımaya, halifenin
iradesini kabul etmeye, uğrunda ölümüne savaşmaya çağırıyor.
IŞİD, yense de yenilse de sonuç “aynı” kapıya çıkıyor.
Birincisi: Ya kurulan “İslâm Devleti”, elindeki maddi
olanaklara, kadrolara, yerel Sünnî iktidar ilişkilerine dayanarak yönetmeye,
kalıcılık kazanmaya başlarsa; dünyanın çeşitli yerlerinden gelen militanlar
için, cihat savaşını kendi ülkelerine taşımalarına olanak sağlayacak eğitimi
alacakları, kaynaklara ulaşacakları bir çekim merkezi olur.
Daha sonra da dünyanın çeşitli yerlerinden gelmiş
savaşçılar, benzer bir yapıyı kurmak ve İD’ye katmak için çalışmak üzere
geldikleri ülkelere döner, savaşmaya başlarlar.
İkincisi IŞİD yenilirse, İD ilk kurulurken militanlarda
oluşan beklentiler boşa çıkmaya başlar. Hayal kırıklığı, ihanete uğramışlık
duygusu hâkim olur. Bu durumda da militanlar hem hayatta kalabilmek hem de
savaşa yeniden başlayabilmek için etrafa saçılıp, ülkelerine geri dönmeye başlarlar
ki bu sorunu büyütür.
Soru: Esad’a karış ortaya çıkan gruplar arasında bulunan
IŞİD’in şu anda Esad güçleri ile çatışmadığı belirtiliyor. IŞİD, neden Rojava’da
Kürtleri temel hedef olarak aldı?
IŞİD’in, Esad’la “çatışmaması” konjonktüreldir. IŞİD’in,
öncelik sıralaması ve yönelimleri söz konusudur. Kaldı ki çatışmalar, farklı dozajlarda
yer yer sürmektedir.
IŞİD’in, Rojava’da Kürtleri hedef olarak alması, T.“C” politikalarından
ayrı ele alınmaz.
Soru: Türkiye’nin IŞİD’e desteğinden söz ediliyor.
Silahların gönderildiği ve büyüme aşamasında Türkiye’nin rol aldığı
belirtiliyor. Türkiye’nin Rojava politikasını da göz önüne aldığımızda böylesi
bir destek sizin için mümkün mü?
“Türkiye’nin IŞİD’e desteğinden söz ediliyor” mu? Hayır “söz
edilme”nin ötesinde T.“C” aktif olarak IŞİD’i ve radikal İslâmcı grupları
destekledi, kolladı…
Bu T.“C”nin, Rojava ve Suriye politikasının “olmaz
olmaz”ıdır!
‘Ortadoğu Stratejik Araştırmalar Merkezi’ Başkanı Hasan
Kanbolat’ın, “Suriye’nin kaosa sürüklenmesi Türkiye’nin güvenliğini sarsmaya
başladı. Türkiye’nin iç ve dış politikasını kökten etkilemeye başladı. Bununla
da kalacak gibi görünmüyor” deyip, “Türkiye’nin savaş lobilerinin kurgusundan
kurtulması gerektiğine” işaret ettiği; Ali Bulaç’ın, “Türkiye’nin Suriye’ye
askerî müdahalesinin konuşulduğu günlerdeyiz. “Müdahale” demek savaş demektir,”
diye betimlediği tabloda Rusya’nın Sesi radyosu, Resulayn kentinin silahlı
muhaliflerin eline geçmesinde, “en radikal Selefî grupların kilit rol
oynadığını” ve Selefî liderlerin Türkiye’de lüks otellerde kaldığına işaret
etmesi, TIR’lar vb’leri her şeyi yeterince anlatmıyor mu?
Soru: Kobanê’de büyük bir direnişten söz ediliyor. Bunun
diğer parçalara yansıması Kürtler açısından nasıl olur?
Dert varsa, derman da vardır…
IŞİD, T.“C”, bölge gericiliği Kobanê’ye/ Rojava’ya
saldırıyorsa, Kobanê’de de/ Rojava’da da direniş olacaktır.
Kobanê/ Rojava direnişi, dört parçaya bölünmüş Kürdistan,
“suni sınırlar”a (“hendek”lere ve “tel örgü”ler) aldırmayan varoluş sorunudur.
Tabiri caiz ise, Kobanê/ Rojava’da savunulan, dört parçaya
bölünmüş Kürdistan’ın XXI. yüzyıldaki geleceğidir.
İş bu nedenle de Diyarbakır’ı da, Erbil’i de, Mahabad’ı da
doğrudan etkilemesi kaçınılmazdır.
Soru: Kürtler açısından bize Rojava’nın önemini anlatabilir misiniz?
Gerek dünya dengeleri, gerek Ortadoğu koşulları, gerekse de
Kürtlerin bugünkü konumları ve hırsla verdikleri mücadele onların şanslarını
her zamankinden daha fazla artırmıştır.
Söz konusu güzergâhta Rovava faktörü de, kritik bir eşik
olarak öne çıkıyor çıkmasına da, aynı zamanda da görmezden geliniyor; bir
“susuş kumkumalığı”na mahkûm ediliyor… Evet, evet Rojava’ya yöneltilmiş
bilinçli ya da bilinçsiz ilgisizlik dikkat çekici!
Bir halk uyanışı/ ve ayaklanması olarak Rojava, ötekisiz bir
ulusal inşa girişimidir. Buna halk demokrasisi de diyebilirsiniz!
Ancak kurtarılmış bölgedeki “öz yönetim deneyimi” denilen
şey, sadece bir geçiştir; yani “kararsız denge” hâlidir; uzun süre böyle
kalmaz; ya bağımsızlığa doğru ilerleyecek veya gerileyecektir!
Rojava, radikal sosyalistler tarafından (Ulusların Kaderini
Tayin Hakkı ekseninde) sonuna kadar desteklenmesi gereken bir özgürlük
hamlesidir…
Rojava Halk Meclisi Eşbaşkanı Abdulselam Ahmed’in
ifadesiyle, “Cihatçılarla Esad güçleri arasında 3. yolu denedikleri”ni söyleyen
onları; Ortadoğu’daki büyük altüst oluşla varlıkları ortaya çıkan, toplumsal ve
bölgesel bir gerçeklik olarak tanımak, kabullenmek “olmazsa olmaz”dır…
Bir belirsizlikler ve riskler coğrafyası olarak Ortadoğu
dengelerinin altüst olduğu güzergâhta Rojava’daki gelişmeler, Ortadoğu’da XX.
yüzyıl statükosunun artık devam ettirilemeyeceğini göstermektedir; bunun
kanıtıdır.
Bu çerçevede Ortadoğu’da Kürt sorunu bölgesel ve
uluslararası bir realiteye dönüşürken Rojava’nın yeni bir aktör olarak ortaya
çıktığını söylemek mümkündür.
Nihayet Rojava’daki gelişmeyi, BAAS rejiminin vatandaş olarak
bile kabul etmediği, mallarını ve hürriyetlerini gasp ettiği bir toplumun
onurunu, hak ve özgürlüklerini korumak için duyurmaya çalıştığı bir yaşam
çığlığı ve mücadelesinin ulusal inşası olarak okumak gerekmektedir.
Soru: IŞİD’in Musul’u almasının ardından PKK ve PYD yaptığı
çağrılarda Kürdistan’ı birlikte savunma vurgusu yapmış ve kimi yerlerde
YPG’liler ile Peşmerge IŞİD’e karşı birlikte savaşmıştı. Tüm bunları göz önünde
bulundurduğumuzda Kobanê’de yaşananlara karşı KDP’nin sessizliğini ve tutumunu
nasıl değerlendirmeliyiz.
IŞİD ve bölge gericiliğinin tezgâhları karşısında PKK ve
PYD’nin Kürdistan’ı birlikte savunmasında şaşırtıcı olan bir şey yoktur.
Şaşırtıcı olan IKDP’nin sessizliği ve “hendek”leridir!
Sessizlik de, “hendek”ler de kabul edilmemesi/ reddedilmesi gereken
politika(sızlık)lardır.
Bu durumda IKDP elbette sonuna dek eleştirilip, uyarılmalı.
Ancak bir Brakuji (“Kardeşin Kardeşi Öldürmesi”) yanlışına da kesinlikle geçit
verilmemelidir.
Soru: Yaşanan çatışmalar Kürtler açısından Ulusal Kongre’yi
kaçınılmaz kılıyor mu?
Dört parçaya bölünmüş Kürdistan’ın XXI. yüzyıldaki geleceği,
sömürgeci güçler karşısındaki ulusal birliğinden geçmektedir. Bunun ilk adımı
Ulusal Kongre’dir.
Kürtler için bu, acil/ vazgeçilemez bir “olmaz olmaz”dır.
Yunan mitolojisindeki Yedi başlı canavar Hydra’nın hikayesi
anımsanmalıdır.
Hydra, başlarından biri kesildiğinde yerine hemen yenisinin
bittiği yedi başlı ejderhanın adıdır. Canavarın öldürülmesi yedi başının da birden
kesilmesiyle mümkündür…
Hydra’yı, akıl ve zekâ tanrıçası Athena’nın yardımıyla
Herakles öldürmüştü. Zekâyla gücün temsil ettiği Athena ile Herakles
işbirliğinde…
Kürdistan’ın dört parçadaki emekçileri/ ezilenleri kendi
(sömürgeci) Hydra’larının bir başını koparmak için mücadele ediyorken; ancak bu
ortak (sömürgeci) canavardan kurtulmak için mücadelelerini parça parça
sürdürürlerken; birbiriyle dayanışma bağı kuramayan mücadeleler yetmiyor/
yetmez de…
Şimdi Kürdistan’daki yedi (siz dört okuyun!) başın
yedisinden (yani dördünden!) de nasıl kurtulacağı sorusuna, Emma Goldman’ın,
“Darlık ayırır, genişlik birleştirir. Geniş ve büyük olalım,” ilkesiyle Ulusal
Kongre şahsında yanıt bulma zamanıdır!
Soru: Ortadoğu’nun hassas dengeleri açısından Kürtleri nasıl
bir tehlike bekliyor? Bu tehlikede bağımsız bir Kürdistan’ın kurulması Kürtler
açısından mutlak çözüm müdür?
Hiçbir zaman mutlak çözüm olmaz; çözümler olur; Kürtler için
söz konusu çözümlerden birisi de bağımsız Kürdistan’dir…
Ezen ulus sosyalistlerinin egemenlerine karşı, her koşulda
Kürdistan’ın bağımsızlığını savunmaları vazgeçilemez temel görevidir.
Tabii ki, belirleyici son sözü Kürtler söylemelidir/
söyleyecektirler elbette…
Kürtlerin bir tehlike ile yüz yüze olduğu saptaması, aynı
zamanda da bir imkânla da iç içe olduğunu görmeli ve kavramalıdır.
Tehlikesiz imkân, imkânsız tehlike olmaz…
Yeri geldi belirteyim: Jean Paul Sartre’ın, “İnsan özgürlüğe
mahkûmdur,” saptamasını müthiş önemli bulurum…
Hayal gücünün bilgiden daha önemli olduğundan; aşılmasına
imkânsız hiçbir duvarın olmadığından; imkânsızlığın yalnızca tembellerin
sözcüğünde yer alan bir kelime olduğundan; hiçbir şeyi riske atmamanın, aslında
her şeyi riske atmak anlamı taşıdığından şüphe duymam…
Bir şey daha: Bir gerçeği savunurken ona, öncelikle
kendimizi inandırmalıyız. Bunu başarırsak, William Shakespeare’in, “Bazı
yıkılışlar, daha parlak kalkınışların teşvikçisidir”; Chuck Palahniuk’un,
“Hiçbir şey durağan değil. Her şey eskiyip dağılıyor,” sözlerini terennüm
ederek başkalarını da inandırabiliriz…
Soru: Tüm bu savaş ablukasında İsrail’in Gazze’ye müdahalesi
gerçekleştirildi. Bu müdahale de Ortadoğu’nun yeni dizaynına yönelik bir hamle
olarak değerlendirilebilir mi?
2010’da Tunus’la başlayan Ortadoğu halk ayaklanmaları, çok
kısa bir zamanda Libya’ya, ardından domino etkisiyle Mısır’a, Bahreyn’e,
Yemen’e ve sıçramasıyla “isyan”ın artık bir yerle sınırlı kalmayacağını ve
giderek de bölgeselleşeceği yönündeki tezleri güçlendirmiş, Ortadoğu’da
sınırların bir kez daha değişebileceğinin ipuçlarını göstermişti.
Tüm Arap coğrafyasını sarsan isyan dalgası hemen herkeste
“Ne oluyor acaba? Yeni bir devrim ve isyan dalgasıyla mı karşı karşıyayız?”
sorusunu beraberinde getirmiş, ayaklanmaların devam edip etmeyeceği hususunda
tüm dünyanın dikkatini bir anda Ortadoğu’ya çevirmişti.
“Arap Baharı” söyleminin en çok tartışıldığı, baharın kışa
evrildiği söylenen iki ülkeden Suriye ve Mısır’da, dünyanın gözü önünde
kimyasal silahlardan idamlara varıncaya değin insanlık suçları işlendi ve
işlenmeye de devam ediyor. Şunu unutmamak gerekiyor, her iki ülkede de
eylemlere sıradan insanların katılması; daha fazla özgürlük, daha fazla aş,
ekmek ve daha demokratik bir ülke taleplerini pekiştiren bir unsur oldu.
Ramzy Baroud’un, “Arap isyanları yoksulların ve bastırılmış
insanların haklı talepleriyle tetiklendi ve geliştirildi. Dünya medyasıysa bu
hikâyeyi neredeyse ıska geçti diyebiliriz. Geçtiğimiz üç senede Arap devrimleri
her ne yöne gitmiş ya da gidecek olursa olsun, tartışılamayan bazı gerçekler
vardır. Arap isyanları yoksul ve çaresiz olan Arap kentlerinde tetiklendi ve
Araplar çok kötü bir yola giren gidişata isyan etme konusunda kesinlikle
haklılar,” saptamasını unutmadan ekleyelim: Yıllardır uğradıkları baskılar,
aşağılanma, devletin buyruğundakileri insan yerine koymaması sonucu biriken
tepkiler, meydanlarda ölüm olduğunu bile bile insanları meydanlarda toplanmaya
devam etti. Sonuç ortada!
“Neden” mi? Öndersizlikten!
Tam da bundan ötürü Fransız yazar Mathias Énard’ın kaleme
aldığı ‘Hırsızlar Sokağı’nın başkarakteri, “Arap Baharıymış, kıçımın kenarı, bu
işin sonu Allah’la otoriter bir rejim arasında kıstırılmış olarak bitecek,”[4]
der…
“Arap Baharı”nın başlamasından üç yıl sonra, Kuzey Afrika’dan
Basra Körfezi’ne kadar uzanan coğrafyada “hazan”a dönmesiyle çatışma ve kaos
hâkim oldu…
Gerçekten de “savaşıyla, barışıyla çok garip bir yer” diye
anılmayı hak eden Ortadoğu’ya, ABD’nin Irak rejimini yıkarken hediye ettiği
Şiî-Sünnî savaşları tüm şiddetiyle sürüyor. Sınırları aşarak yayılan bu
“yangın” ‘The Financial Times’dan David Gardner’in vurguladığı gibi, “Sykes-
Picot sınırlarını silmeye başlıyor ama ortaya daha beter, belirsizliklerle dolu
bir durum çıkıyor.”[5]
Sınırlar, jeopolitik dengeler hızla değişirken sürdürülmesi
olanaksız, -Seumas Milne’in deyimiyle- “tuhaf ittifaklar” oluşuyor: İran’a
karşı, Siyonist İsrail ile Vahabi Suudiler yakınlaşırken Suriye rejimini
devirmeye çalışan Suudiler, Arap Emirlikleri, Mısır’daki askeri rejimi destekliyor;
askeri rejim Suriye’nin koruyucusu Rusya’dan silah almaya başlıyor. Bu sırada,
Suriye muhalefetini destekleyen “İslâmcı Türkiye”(!) Suriye rejimini
destekleyen İran’la yakınlaşmaya çalışıyor.[6]
Ortadoğu’dan çıkmaya başladığı rivayet edilen ABD ise
aslında, çıkmak bir yana, uzaktan dengelemeye çok uygun, bu çok parçalı
zeminde, az masraflı bir kalışın olanaklarını elde etmeye çalışıyor.
Tam da bunun için Noam Chomsky’nin, “Ortadoğu’ya etki eden
tehlikeli haydut devletleri, ABD ile İsrail” diye tarif ettiği çılgınlık öne
çıkıyor.
Bundan ilk elden ve öncelikle yaşayanların yüzde 44’ünün
mülteci olduğu Filistin “nasibini” alıyor.
BBC’ye konuşan UNICEF’in (BM Çocuklara Yardım Fonu) Gazze
yetkilisi Pernille Ironside, “Gazze’de saatte bir çocuk ölüyor,” derken Gazze,
1 gecede 160 saldırıya maruz kalıyor!
İsrail’in 2008-2009’da Gazze’de yürüttüğü kara harekatı
sırasında evi isabet alan ve üç kızı ile yeğeni parçalanarak ölen Nobel Barış
Ödülü adayı Filistinli doktor İzzeldin Ebuleyş, “Ölen her çocukta ölen
kızlarımı görüyorum. Bu, İsrail’in iddia ettiği gibi nefsi müdafaa mı yoksa 3.
Dünya Savaşı mı çıktı?” diye sordu.
Ancak her şeye karşın Filistin, akıllarda da gönüllerde de
meşru olan bir güçtür. Orada 54 yıldır süren bir işgal söz konusu. Bu işgale
karşı mücadelede ise Filistin, haklı ve mağdur konumdadır. Dünyanın tüm
Yahudilerini Filistin topraklarında bir araya getirme fikri olan Siyonizm;
işgali, yayılmayı, soykırımı koşulluyor. Filistin halkı, tüm kayıplarına rağmen
İsrail’in belirli ölçülerde kalan varlığına razı olmuşken; dağdan gelip
bağdakini kovan, kendi durumuna razı değil, Filistinlileri bütünüyle yok etmek
istiyor. Ancak tarih, yediden yetmişe bütünüyle direnen bir halkın
yenilmezliğine tanıklık ediyorken; İsrail Siyonizminin ölüm, nefret ve ırkçılık
kusan niteliğine bir kez daha tanık oluyoruz. Bugüne dek Filistinlilere
saldırmak, tutsak almak ve öldürmek gerektiğinde bahane arama ihtiyacı
duymayan, işkenceyi bile meşru/ yasal gören, niteliğinde ırkçılıkla faşizmi
harmanlayan, emperyalizmin işbirlikçisi bir yapılanmayla karşı karşıyayız.
İsrail Parlamentosu’nda ‘Evimiz Yahudi Partisi’ üyesi Ayelet
Şaked’ın, Facebook’ta Filistin halkını düşman ilan edip “Filistinli anneler de
oğulları gibi ölmeliler” dediği koordinatlarda; Siyonizm Nazizmin “ikiz kardeşi
gibidir.”[7] Ve şunu vurgulamalı: İsrail’in bugün Filistinliler üzerinde
yürüttüğü yıkım ve ölüm siyasası, sonuna dek soykırım olarak tanımlanmayı hak
ediyor…
Bu zeminde 2014 Temmuz’unun başından beri devam eden vahşet
topyekûn saldırganlıktır…
İsrail’in hiçbir zaman barış yapmak gibi bir niyeti olmadı.
Çünkü onlar “barış”tan, teslim olmuş, kimliğini yitirmiş bir Filistin anlıyor.
Filistin’in kadın direnişçilerinden Rula Abu Duhou, bu durumu şöyle özetliyor:
“Barış dedikleri daha fazla zorluk, ekonomik zorluk, sosyal zorluk, toplumsal
hareketin önündeki zorluklar, duvar, yerleşimler, ambargolar, hepsi.”
Filistin sorunu (Kürt meselesi gibi) Ortadoğu’daki bütün
sorunların merkezindedir. Bu sorun(lar) çözülmedikçe bu bölgeye huzur gelmez.
Siyonist İsrail Devleti de var oldukça da bu sorun
çözülemez. Çözülemez, çünkü İsrail Devleti bizatihi terör üzerine kurulmuştur;
varlığı da savaşa bağlıdır. Filistin’den tüm Filistinlileri sürmeyi amaçlıyor.
Sınırlarını sürekli genişletiyor. Filistin’in tüm altyapısını tekrar be tekrar;
sistematik olarak yıkmaktadır. Siyonizm ve emperyalizm, Filistin’i tümüyle imha
etmeden, bölgede mutlak bir hâkimiyet kuramayacağını düşünmektedir.
Ancak bunu yapamayacaktır; başaramayacaktır!
26 Temmuz 2014 14:18:25, Çeşme Köyü.
N O T L A R
[*] Newroz, Yıl:8, No: 256, 1 Eylül 2014…
[1] Louis Blanc.
[2]Halis Çelebi, “… ‘İslâm Devleti’ Bir Hurafe”, İttihat, 27
Haziran 2007.
[3] Spectator, 17 Haziran 2014.
[4] Mathias Énard, Hırsızlar Sokağı, çev: Aysel Bora, Can
Yay., 2013.
[5] David Gardner, The Financial Times, 26 Aralık 2013.
[6] The Guardian 27 Aralık 2013.
[7] Serdar Koç, “Siyonist Terör”, Deliler Teknesi
Edebiyat-Sanat Dergisi, No:14, Mart Nisan 2009.