Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster


Kesik başın esrarı


Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 26 Temmuz 2014
Geçerli Tarih: 29 Nisan 2024, 06:35
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=18469


KESİK BAŞIN ESRARI

Ölü gibi yatıyordum. Bir günlüğüne Ankara'ya, eşimin çocukluk arkadaşı Yalçınlar'a gitmiştim. Karısı Elif'te benim çocukluk arkadaşımdı. Yazdığımız bir kitabın son şeklini vermeye...

Dev ekran bilgisayarını, kıskandım doğrusu. Ne becerikli bir yoldaştı bu ekemiş şey!.. Bir tıkla herşeyi beceriyordu. Anında!.. Anında hatalarını, sayısını bildiriveriyordu. Düzeltiveriyordu bir tıkla yüzlerce yazım yanlışlarını. Gün gelecek beynimizi de tutsak alıp köleleştirecek  bu ukala şey galiba!..

Kitapla ilgili tüm düzeltmeleri bu muhteşem teknoloji harikasının yardımıyla  bitirdikten sonra Elif çay yaptı. Yorucu bir çalışmadan sonra çocukluk günlerimizin o sorumsuz, yalnızca "nasıl güleriz"e emek veren çocuksu hayallerimize, anılarımıza döndük, çaylarımızı yudumlarken.

- Salim sana kesik başın esrarını anlatmış mıydı Yalçın? Salim eşimdi benim.

- Yooo!.. dedi, Yalçın.

- Dinleyin o zaman dedim.                        

"Evliliğimizin ilk günlerinden biri, soğuk bir kış günü. Salim'le yorganı tepemize çekmişiz, soluklarımız birbirine karışıyor. Konuşuyoruz. Çocukluk günlerimizi anlatıyoruz birbirimize, gülüyoruz.  Birbirimizi, birbirimizin olmadığı günlerdeki anılarımızla tanımaya çalışıyoruz hem de.

- Bak benim hiç unutamadığım bir anımı anlatayım dedi çiçeği burnunda kocam!..

"On iki yaşlarındaydım. Tüm eğlencemiz; sinemaya gitmek, Tommiks, Teksas, Kinova, Zagor okumak, birbirimize gördüğümüz filmleri, ballandıra ballandıra anlatmaktı. İlla ki sinemaya gitmek. Okulu kırarak, anneyi babayı atlatarak.

- Demek ki yaramaz bir çocukmuşsun dedim ben hınzırca, bedenini gıdıklayarak.

- Dur yapma! dedi gülerek, anlatmaya devam etti.

Babamın çırağı Şuayip, arkadaşımdı. Ben ne dersem yok demezdi, babamın azarlamalarını bile göğüsleyerek. Halk Sineması'na "Kesik Başın Esrarı" gelmiş gidelim mi?" Dedim, Şuayip'e. "Baban?" dedi. "Boşver, idare ederim ben" dedim.

Halk Sineması yazlık bir sinemaydı. Gittik.Tahta sandalyelere oturduk, beyaz Zaman Gazozu içtik. Film çok korkunçtu, zaman zaman Şuayip'le birbirimize sarılıyorduk titreyerek.

- Ooo! Hem de korkaktın demek!..

- Dur, sulandırma kız, dedi bana ve devam etti, gülerek.

Film bitmişti. Oturduğumuz yerden bir müddet kalkamadık. Çıkışta herkes,  heyecanlı ve korkunç sahneleri yineliyerek şaşkın, heyecanlı bir yüz ifadesiyle coşkulu coşkulu birbirlerine, biz de Şuayip'le birbirimize anlatıyorduk. Filmde, haksızlığa uğrayarak başı kesilen bir adam vardı. Adamın kesik başı, bedenini arıyordu. Sonunda kesik baş, bedenini buluyor ve intikamını alıyordu. Gerçekten korkunç sahneler vardı. Kesik baş, kanlar içerisinde havada uçarak aniden insanların karşısına çıkıyordu. Neredeyse altımıza yapacaktık korkudan, ama yine de zevkle birbirimize o korkunç sahneleri anlatıyorduk, karanlık sokaklardan geçerken. Evimiz, Osmanlılar'dan kalma konakların olduğu sokakta, babaannemin Osmanlı yüzbaşısı olan babasından kalma, tarihi bir konaktı. Bahçe duvarı kiremitlerle örülü, ağaçların dalları duvardan dışarı sarkan, iki katlı, sofalı, cumbalı, yaşlı insanların soluğu gibi yorgun bir konaktı. Sofasının tahtaları hep gıcırdardı. Çocukluğumda bu konakla ilgili esrarengiz hikayeler anlatılırdı. Mesela alt kattaki odalarda  babaannemin babasının ruhu dolaşırmış. Elindeki kırbacıyla; acımasız, askerleri titreten Yüzbaşı Süleyman Ağa beyaz küheylanına binmiş; koridorlarda, odalarda at koşturuyormuş geceleri...

- Ne korkunç hikayelerle büyümüşsün aşkım. Ne kadar yanlış bir şey parmak kadar çocuklara böyle hikâyeler anlatmak..

- Offf!.. Abimle anlatılanları dinlerken nefes alamazdık, ne diyorsun sen. Neyse, dur konuyu dağıtmayalım diye devam etti.

"Şuayip'le Arasta'nın dar, karanlık, yanyana durmuş cüce insanlara benzeyen, köhne dükkanlarının sokağına geldik. Burada yollarımız ayrılıyordu. "Beni bırakma" demeye utandım, "yarın görüşürüzle" vedalaştık.

Bu sessiz, ıssız, karanlık sokaklar, labirent gibidir. Birbirine açılır kısa mesafelerle. Eğer bilmezseniz, tanımazsanız buraları, kesin kaybolur, döner döner durursunuz, aynı sokaklarda. Kunduracılar, marangozlar, bakırcılar,kalaycılar, tenekeciler, çantacılar, mobilyacılar, terziler ve bu kadar insanı doyuracak kebapçılar, ciğerciler... Gündüzleri yalnızca seyretmesi bile insanı eğlendiren, bu renk renk, motif motif geniş dükkanlar parselinde, gece in cin top oynardı. Zaten başlı başına korkutucuydu geceleri bu sokaktan geçmek. Ben kesik başla dopdolu, daldım sokağa. Evimize gidecek başka yol yoktu ve bir de babama hesap verme korkusu ki, hepsinden daha çok ürkütüyordu beni. Daldım sokağa çaresiz, koşar adımlarla eve bir an önce varabilmek için... Henüz bir sokağı geçmiştim ki karşımda, biraz ilerimde bütün haşmetiyle kesik baş!.. Karanlık sokağın ortasında, havada, kanlar içinde bembeyaz dişleriyle uçarak bana yaklaşıyor.  Zınk!.. diye durdum. O da durdu. Arka arka gittim, üstüme üstüme geldi. Gözlerimi kapadım, koşmaya başladım. Adım attığım yeri görmediğim için, düşüyor, yuvarlanıyordum. Kalktığımda karşımda yine kesik baş. Dudakları kıpırdıyor, sanki bana bir şeyler söylüyordu ama sesi yoktu. Gözleri kanlı kanlı, kötü kötü bakıyordu. Başka zamanlarda arkama bile bakmadan kaçacağım başıboş köpekler, varilin içinden fırlayan kediler, pat diye önüme atlıyordu. Onlardan korkmuyordum şimdi. Hatta kaçmayıp benimle gelmelerini istiyordum. Ama onlar da, karanlıklarda deli gibi koşan benden, korkarak kaçıyorlardı. Düşe kalka, ellerim, ayaklarım yara bere içinde, Arasta'nın inli cinli sokakları bitti. Evimizin sokağına geldiğimde kan ter içindeydim. Derin bir oooh! çektim sokağa girdiğimde. Kesik baş yoktu. İlerledim, kapıya yaklaştım, o ne?.. Kesik baş, altın kaplama kapı tokmağının üstünde!.. Geri kaçmayı düşündüm. Nereye gidecektim? Parklarda mı sabahlayacaktım? Babam beni öldürürdü. "Yüzbaşı Süleyman Ağa'nın torunu parkta yatmış!" Böyle bir olasılık kesik baştan daha çok dehşete düşürdü beni. Avlu duvarını dolandım, kırık kiremitlerden tırmanarak yüksek duvarı aştım, avluya atladım. Of! Bu kez garanti ayağım kırılmıştı. Ağaç gölgelerinin daha da korkunçlaştırdığı geniş bahçemizi geçtim. Ağaçların yaprakları arasından bakıyordu bana, kesik baş. Alt sahanlığa geldiğimde arkama baktım, kesik baş yoktu. Rahatladım. Şimdi daha önemli bir vartayı atlatmalıydım. Sessizce merdivenleri çıkıp, sofayı geçip, odama girmeli, yatağıma yatmalıydım kimseye görünmeden. Parmaklarımın ucuna basa basa merdivenleri çıktım. Gıcırdayan sofayı ses yapmadan nasıl geçeceğimi düşünürek son basamağa geldim. Başımı bir kaldırdım, kesik baş bedenini bulmuş, karşımda beyaz uzun kefeniyle, upuzun duruyordu. Ve sırıtıyordu, bembeyaz dişlerini gösterek. Hani sıkışan fare aslandan gönüllü olurmuş ya!..  

- Yeteri bilirsen yeter beee!.. Laaan!..  Allah, Allah diye gözlerimi kapatarak atladım üstüne. Cüneyt Arkın gibi uçarak karanlıkta... Kesik başla birlikte yere yuvarlandık.

Birden her taraf beyaz bir ışığa büründü. Nur gibi bir ışıktı. Gözlerim kamaştı. Gözlerimi kırpıştırarak baktım, çevremde yüzlerce göz, arkalarında parlak ışık, hayretle, iri iri açılmış, bana bakıyorlardı. Yattığım yerde kesik başın bedenini sıkıca kucaklamıştım. Gözlerim gözlere bakıyordu. O ne? Bu gözlerden biri babamındı. Aa! yanındaki annemin! Sonra halamın, eniştemin, kardeşimin, abimin, babaannemin. Soran gözlerle bana bakıyorlar.

Baktım, kucağımda annemin yatağımıza serdiği beyaz çarşafa sarılmışım yerde yatıyorum. Kesik baş? Yoktu. Bedeni? İşte kucağımda sarmaş dolaş yatıyoruz yerde! Annem, gündüz yıkadığı çamaşırları, gece sofaya ip gererek sermişti ama öyle denk düşmüş ki, yan tarafta koyu çamaşırlar, ortada beyaz çarşaf. Korku ve çocuklukta dinlediğim hikayelerin de etkisiyle; halisülasyon olarak gördüğüm kesik baş, annemin beyaz çarşafını beden olarak seçmişti. Ve ben büyük bir cesaretle üstüne atladığım bu bedenle yuvarlanarak, bütün konak halkını, telaşla uyandırmıştım.

Yüzüm sapsarı, üstüm başım toz toprak, ayaklarım yara bere içinde... Gözlerim korkudan büyümüş ben, yerdeyim. Etrafımda ailem çember olmuş, eğilerek bana bakıyor. Babam

- Herkes odasına, dedi davudî sesiyle. Eğildi, kucağına aldı beni hiç konuşmadan yatağıma götürdü, yatırdı. Öptü. Hiç bir şey söylemeden, sormadan, ışığı söndürdü, kapımı kapattı çıktı...

Ben Salim'in anlattıklarına gülmekten ölüyordum.

- Peki sonradan hiç kızmadı mı baban? dedim.

- Kızmadı, "bu korku ona yeter, bir şey sormayın çocuğa," dedi anneme yalnızca.

- Benim canım kocam!.. Benim cesur kocam, maceracı kocam diye, başımı göğsüne gömdüm, gıdığından öptüm. Sonra mayışmış, uyumuşuz...

Yalçın ve Elif'le çok güldük bu anıya!..

- Ya! dedi Yalçın... Bak eskiden sinemalara böyle aklımız giderdi. Tek eğlencemiz, Tommiks, Teksas, Kinova, Çelik Blek, Zagor'du. Ailelerimizden kaçak göçek giderdik sinemalara. Ama şimdi, bilgisayarlarla evimize geldi sinema, filmler. Yalana, yanlışa gerek kalmadı. Özgürüz artık film seyretmeğe doya doya...

Doğruydu. Yalçınlar'ın büyük bir film kolleksiyonu vardı. Gelmiş geçmiş en güzel filmleri içeren. Boş zamanlarında izliyorlardı, dolu dolu, ailece, kucak kucağa.

O akıllı Macintosh marka bilgisayarının da dev ekran olması, yaşadıkları çocukluktan kalma sinema günlerinin özlemiydi belki de...


Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster