Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster


TKP'de yaşananlar


Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 13 Temmuz 2014
Geçerli Tarih: 18 Mayıs 2024, 09:44
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=18351


TKP’de yaşananlar

Bir süredir Türkiye Komünist Partisi (TKP) içinde vuku bulan “bölünme” söylentilerini elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum. Olayların gelişimi TKP içinde olmayan birisi için meseleyi daha da anlaşılması zor bir hale getiriyor. Zira bir parti içinde anlaşmazlık durumunda ve -eğilimler arasında gerçek manada- yapılması gereken karşılıklı politik ve ideolojik tartışmaların yokluğu halinde yaşanabilecek olan her türden olumsuzluğun maalesef bugün TKP içinde ortaya çıktığını gözlemlediğimi söylersem herhalde abartmış olmam.

TKP içinde -bana kalırsa- pek de programatik temeli olmayan -dışarıdan bakıldığında- önderlik düzeyinde -yani Merkez Komite içinde- yaşanan ve daha çok kişilerin isimleri ile anılan iki grup arasında gerçekleşen bu örgütsel sürtüşmenin uzunca bir süredir devam ettiği anlaşılıyor. Somut perspektifler yerine, parti liderliğine damgasını vuran kişilerin isimleri ile anılan bu tartışmanın, partinin örgütsel işleyişine ilişkin pek de uzlaşması mümkün olmayan iki hizip biçiminde kendisini örgütlediği gözleniyor. Kısacası, -Mao’dan bir ifade kullanmak gerekirse- parti içi “çizgi mücadelesi” yerine hizipler arası siyasi bir güç gösterisi ile karşı karşıyayız.

Bu biçimiyle yazmaktan hoşlanmasam da, nesneye adıyla hitap etmenin gereği olarak, partinin eski kuşak önderliğinin cisimleşmiş hali olarak “Kemal Okuyan-Aydemir Güler” grubu ile partinin daha genç, dinamik ve “teorik” yönünün ağır bastığı söylenen -bu bir iddia- “Erkan Baş-Metin Çulhaoğlu” grupları arasında yaşanan ayrışma, bu haliyle analiz edilmeye çalışıldığında ortaya çıkan genel tablonun -TKP sözcüleri bunun aksini iddia etse de- ne yazık ki perspektiflere dayalı bir tartışmadan çok, kişiler arası “parti içi iktidar mücadelesine” dayalı bir çekişme şeklinde algılandığını söylemek zorundayım.

Gelinen noktada, bana göre TKP içinde yaşanan ayrışmanın her iki taraf açısından da programatik bir temeli yok. Şimdiye kadar parti içi iki hizip (fraksiyon) arasında karşılıklı suçlamalar ve dedikodular dışında elle tutulur somut bir tartışma ya da polemik ne okuduk ne de işittik. Herşey “Stalinci geleneklere” uygun bir şekilde büyük bir devekuşu gizliliği içinde yürütülüyor. Dışarıya yansıtılanlarla içeride tartışılanlar arasında derin bir uçurum olduğu kesin. Ancak bunca gizliliğe rağmen duyulması gerekenlerin değil de, duyulmaması gerekenlerin ortaya saçılması ise ilginç. Peki, o zaman sormak gerekir; kayda değer bir teorik, politik ve ideolojik farklılık yoksa neden bölünüyorsunuz?

TKP’nin kendisine “rehber edindiğini” söylediği RSDİP içindeki Menşevik ve Bolşevik hizipler yıllar süren tartışmalar ve polemikler sonucunda aralarındaki farklılıkları net bir biçimde ortaya koyabilmişti. Ancak anlaşılan o ki TKP hem yol hem de yöntem konusunda Bolşevizmden çok uzak. Şayet TKP içinde bu biçimiyle bir bölünme yaşanırsa -Türkiye sosyalist hareketi içindeki “ana gelenek” bozulmayacak ve telafisi pek de mümkün olmayan yeni düşmanlıklar ortaya çıkacak. Bu durum, yalnızca TKP açısından değil, sosyalist hareketin tamamı için tasfiyeciliğin ne kadar yıkıcı bir mesele olduğunun da bir kanıtıdır.

Elbette bir parti tüm sırlarını dostlarının ve düşmanlarının gözü önünde tartışmaz. Ancak 13 Temmuz’da TKP iki ayrı kongre toplayarak gerçekten de “tarihe geçmeye” hazırlanıyor olsa gerek. Zira parti resmi olarak bölünmeden tek bir partinin iki ayrı kongre düzenlemesi en hafif tabirle abesle iştigaldir. Şayet bu gerçekleşirse, Türkiye tarihinde ilk kez bir siyasi parti aynı gün içinde iki ayrı kongre toplamış olacak. Komünist parti kültürüne, geleneklerine ve en basiti tüzük ve programa aykırı olan bu tutum, tasfiyeciliğin daha da derinleştirilmesinden başka bir sonuç doğurmaz.

Bu arada, 4 Temmuz’da TKP’nin İstanbul’da gerçekleştirdiği Atılım Kongresi vesilesiyle, TKP’nin önde gelen üç önderinin, Aydemir Güler, Kemal Okuyan ve Ulvi Oğuz’un internete konulan konuşmalarını izleme fırsatım oldu. Bu konuşmalar üzerine uzun uzun analizler yapacak değilim. Zira konuşmaların üçü de, bana göre TKP içindeki krizi çözebilecek bir yaklaşımdan çok uzak. Hatta şunu söyleyebilirim ki üç konuşmacı da meselenin özüne yönelik çözümler önermekten çok, “partinin bu süreçten güçlenerek çıkacağı” gibi fazlasıyla hamasi ve romantik bir tarzda yapılan söylemlerin arkasına gizlenmeye çalışıyor. Düşünün ki bir parti bölünme noktasına gelmiş, karşılıklı dedikodu ve suçlamalar had safhada, ama ne hikmetse, onun önderleri bu ayrışmayı bile bir “zayıflama/güçlenme” dikotomisi içinde sunabiliyor. Başka bir deyişle, ortada örgütsel ve politik olduğu kadar bana göre patolojik bir sorun da var. [1]

Parti içindeki iki hizip grubunun da, neden ayrışma noktasına geldiklerine ilişkin dişe dokunur bir açıklama getiremediği böylesi bir kaotik ortamda, TKP için tek çıkış yolu Bolşevik yönteme/ilkelere geri dönmektir. Yani “Programatik ve ideolojik açıdan aramızda sorun yok; sorun örgütsel!” diyen TKP sözcülerinin, en kısa zamanda yapması gereken (kendilerine yakışan), bölünme noktasına gelen bu iki hizibin “parti örgütlenmesi meselesi” konusunda neden ayrı düştüğünü somut bir biçimde ortaya koymaktır. Bu yapılmadığı sürece anlamsız suçlamalar ve dedikodular ile kaybedilen zaman yalnızca TKP içindeki kişisel düşmanlıkların ve tasfiyeciliğin daha da derinleşmesi ile sonuçlanacaktır.

TKP’nin bölünmesi demek, özellikle parti içinde komünizm davasına gönül vermiş çok sayıda insanın, -daha önceki bölünmelerde de gözlemlendiği gibi- özellikle de genç kuşakların karamsarlığa kapılarak, bilinçli ya da bilinçsiz bir biçimde apolitizm denilen dipsiz kuyuya yuvarlanması ile sonuçlanabilir. TKP içinde program ve perspektiflere dayalı bir tartışma yürütülmeksizin -demokratik mekanizmalar işletilmeksizin- [2] iç sorunların, özellikle de örgütsel sorunların çözülmesi mümkün değil; zira partiyi parti yapan kişiler ve hizipler değil, program ve perspektiflerdir. Şayet TKP içinde bölünme kaçınılmaz hale geldiyse, en doğru şekliyle ayrışma yöntemi de budur; aksi takdirde uzun yıllara yayılacak kısır tartışmalar ve çekişmeler kimseye hiçbir şey kazandırmayacaktır.

Yine de biz ne dersek diyelim, TKP yöneticilerinin bildiklerini okuyacaklarına da kesin gözüyle bakıyorum. Daha şimdiden (görünen köy kılavuz istemez) ortaya çıkacak olan sonuç belli: Çok sayıda üyesini kaybetmiş bir TKP ve onun içinde çıkacak olan yeni bir “yavru TKP”. Kemal Okuyan, konuyla ilgili Yön Haber’e verdiği bir mülakatta, “Muhtemelen bu süreç 13 Temmuz’da bitmeyecek. 13 Temmuz’da en azından bir fotoğraf ortaya çıkacak. Fakat çok uzayacağını da zannetmiyorum. (…) Bir şekilde bu yaz döneminde bu işin öyle ya da böyle biteceğini düşünüyorum.” diyor. Umarım bu süreçte, parti ismini kimin kullanacağı noktasında yaşanacak bir gerilim, tarafların birbirine yönelik gerçekleştireceği şiddet eylemleri biçimini almaz. Zira daha önceki sol içi bölünmelerde program ve perspektiflere dayalı ayrışmaların olmadığı koşullarda, isim kullanımı gerilimlerinin hızla karşılıklı çatışmaya dönüşme riski hep yüksek olmuştur. Ne yazık ki bu işlerde de kavganın başı “büyükler” tarafından her zaman gençlere çektirilmiştir. Aynı bağlamda olmasa da, daha “TKP-1920” olayını ve sonrasında yaşanan çirkin saldırıları unutmuş değiliz.

Bazılarının cepheden karşı çıkacağı bir yorumda bulunmak istiyorum. Ayrışma süreçlerinin sıcaklığı ve yoğunluğu içinde özellikle genç komünistlerin fark etmesinin mümkün olmadığı bir diğer gerçek de, bugünlerde sözde birbirine karşıtmış gibi gözüken TKP içi iki hizbin de aslında aynı elmanın iki yarısı olduğu gerçeğidir. Şimdilerde birbirini “yeterince devrimci” olmamakla suçlayan bu hizipler, aslında program, taktik, strateji, parti sorunu vb. temel meselelerinin hepsinde aynı siyasi ve teorik geleneğin takipçileridir. Zaten böyle olmasaydı bunca sene aynı partinin içinde nasıl birlikte mücadele edeceklerdi. Bu yüzden demem odur ki, şimdi birbiri ile yollarını ayırmaya hazırlanan bu iki hizbi 5-10 yıl sonra yeniden yan yana görürseniz asla şaşırmayın derim. [3]

Bu yazıyı kaleme almaktaki amacım ise, asla TKP’nin bölünmesini ve zayıflamasını istemek değildir. Aksini düşünen varsa her türlü eleştiriye de sonuna kadar açık olduğumu belirtmek isterim. Bu yazının tek bir amacı var; o da sosyalist hareketinin teorik ve politik açıdan doğru bir bilimsel komünist perspektif ve örgütsel yapı temelinde bir araya gelme mücadelesine mütevazı bir katkı yapmaktır. Umarım ben yanılırım ve TKP bu süreçten zayıflayarak değil, aksine daha da güçlenerek çıkar. [4]

Dipnotlar

[1] Bir dipnot olarak, yayınlanan videolara ilişkin iki gözlemimi söylemeden de edemeyeceğim. Birincisi, Kemal Okuyan’ın “Kruşçev-Stalin” kıyaslaması ki, açıkçası bu benzetme Okuyan’ın zihin dünyasının 1950’lerin Sovyetler Birliği’ne takılıp kaldığını gösteriyor. Açıkça söylenmese de, Okuyan’ın kendi durumunu Stalin’e, Metin Çulhaoğlu’nun durumunu ise Kruşçev’e benzetmesi, tek kelimeyle tutarsız bir yaklaşımdır. Akıldan çıkarılmamalıdır ki, bu türden “değersizleştirme” yöntemleri elbet bir gün bu yöntemleri benimseyenlere karşı da kullanılabilir. Ayrıca, Stalinist tarih yazımının iddialarının aksine, Kruşçev bir anti-Stalinist de değildir. Onun tek yaptığı -SBKP 20. Kongresi’nde sözde “kişi kültü eleştirisi” arkasına saklanarak- Stalinsiz bir Stalinist rejimi yeniden restore etme çabasıdır. Zira Stalin döneminde işlenen suçlar, Kremlin bürokrasisi açısından bile artık savunulamaz ve gizlenemez bir hale gelmişti. İkinci olarak, Ulvi Oğuz konuşması sırasında, Moskova’da bulunduğu dönemde Stalin’le ilgili yaşadığı bir anıyı anlatıyor. Oğuz’un yaklaşımına göre, “Stalin’in eleştirilmesi küfürle aynı anlama gelmektedir.”. Yanlış duymuyorsunuz bunu söyleyen kişi TKP’nin liderlerinden biri, kendisine “komünist” diyen bu insan, eleştiri kelimesi ile küfür kelimesini aynı cümlenin içinde kurabiliyor ve ne tuhaftır ki onun bu sözlerinden sonra salondaki diğer TKP üyeleri de onu alkışlayabiliyor. TKP’nin bugün bölünme noktasına gelmesinin nedenlerinden biri de işte bu düşünce yapısıdır. Eleştiriyi küfür sayan ve kendi içinde bir sürü küçük “Stalin” imitasyonu yaratan bu mekanizma, yalnızca TKP içinde değil, kendisine “komünist”, “sosyalist”, “anarşist” vb. sıfatlar takan pek çok siyasi çevrede rahatlıkla görülebilir. Serbest düşüncenin, tartışmanın, eleştiri ve özeleştiri mekanizmalarının olmadığı her yapı eninde sonunda bölünme sorunu ile karşı karşıya kalacaktır. Komünist partiler tarihi bunun sayısız örnekleri ile doludur. Son tahlilde, demokrat olmadan komünist olunamayacağı da akıldan çıkarılmamalıdır.

[2] TKP içinde demokratik mekanizmaların işlediği/işlemediği konusunda bazı anlaşmazlıkların yaşandığının en açık kanıtları, “Erkan Baş-Metin Çulhaoğlu” grubunun yayınladığı Yoldaşa Mektup broşürünün satır aralarında gizli. Broşürde, “Türkiye Komünist Partisi, bütün mekanizmalarının bir kişi ya da tek tek kişiler ekseninde belirlendiği, görevlendirmelerin politik gelişkinlik, deneyim ve liyakat kriterlerinden ziyade kişisel bağlılıklar üzerine hayata geçirildiği, kurulların, katılım ve tartışma mekanizmalarının işlemediği/işletilmediği bir parti olamaz.” deniyor. Bu alıntıdan da anlaşılabileceği gibi, gayet açık bir biçimde, şimdiye kadar partiye egemen olan “Kemal Okuyan-Aydemir Güler” grubu, parti içinde, merkezinde bir ya da iki kişinin olduğu monolitik ve bürokratik bir yönetim tarzı kurmakla eleştiriliyor. Başka bir deyişle, Okuyan-Güler hizbi, parti içinde demokratik ve katılımcı olmayan kaba bir merkeziyetçilik yapmakla suçlanıyor.

[3] Dünyada ve Türkiye’de burjuva siyasetinin bile kişi/lider kültü üzerinden yapıldığı düşünülürse, sözde “komünist politika” yaptığını söyleyen çeşitli partilerin, burjuva siyasetine haiz olan özelliklerden tamamen azade olduğu da söylenemez. Örneğin, bugün AKP’nin bile Tayyip Erdoğan (tek adam) üzerinden bir siyaset geliştirmesi de asıl olarak bu özelliklerden kaynaklanmaktadır. Hatta yıllar boyunca, Süleyman Demirel, Bülent Ecevit, Necmettin Erbakan ve Turgut Özal üzerinden yapılan siyaset biçimleri de tarihsel bir geleneğin (Osmanlı-Türk hamiciliğinin) parçası olmuştur. Yine Türkiye’deki ve Kürdistan’daki sosyalist hareketler içinde, Marx, Engels, Lenin, Stalin, Mao, Troçki (kişi tapınmacılığı) üzerinden siyaset yapma anlayışı da malum siyaset yapma geleneğinden beslenmektedir. Hâlbuki komünist bir parti kişi/lider kültü yerine, düşünce ve fikriyatın önderliğinde bir uygulama içinde olmalıdır. Bu açıdan bakıldığın da, bugün komünist ismini taşıyan partilerin günümüz komünizminin ruhunu yansıtmayan programlara sahip olduğu rahatlıkla söylenebilir. Türkiye’de bu süreç, Gezi ayaklanması ile birlikte, sorgulama sürecinin parti tabanlarına yayılmasına neden oldu ve eski tarz siyaset artık daha fazla sorgulanır bir hale geldi. Başka bir deyişle, TKP içinde gündeme gelen “bölünme” konusu, gerçekte, Gezi süreci ile başlayan toplumsal muhalefet biçimlerindeki ideolojik, örgütsel ve politik dönüşümlerin bir neticesi olarak ortaya çıktı. İşte bu bölünmelerin Gezi dinamiğinin sınıfsal yapısının kavranmasından kaynaklanmakta olduğu da bir başka gerçekliktir. Gezi’ye yön veren kalifiye-teknik-emekçi sınıfların siyasal ve toplumsal eylemlerde oynadığı tarihsel ve merkezi rolün anlaşılmasından da kaynaklı olarak, bu “bölünmeler”, eski tarz siyaset yapan partilerin bağrında güçlü fırtınaların koptuğunun da bir göstergesi olmaktadır. TKP içinde ortaya çıkan bu krizin Gezi sonrası parti içinde yapılan değerlendirmelerin (hesaplaşmaların) bir sonucu olarak başlaması da tesadüf değildir.

[4] TKP içinde bugün yaşananlar Sosyalist İktidar Partisi (SİP) ile başlayan siyasi sürecin de bir parçasıdır. Zira daha 1993’de bugünküne benzer eleştiriler yaparak SİP’den ayrılan Metin Çulhaoğlu, ayrılma nedenini, geri dönüş nedenini ve özeleştiri nedenlerini hiçbir zamam tam manasıyla açıklamadı. Bugün de durum çok farklı değil. Çulhaoğlu’nun sözde Okuyan-Güler grubundan “teorik farklılıkları” 93’ten bugüne kadar aynı şekilde devam etti. Çulhaoğlu, kendiliğindenci kitle hareketlerini görünce “örgütü dağıtmacı” bir eğilim içine girmektedir. Çulhaoğlu ne zaman bir kitle hareketi yükselişe geçse bir TİP ya da ÖDP, yani bir “kitle partisi” kurmayı savunmaktadır. Erkan Baş’la bu konuda ne kadar hemfikir oldukları bir muamma ama Çulhaoğlu bugün de aynı çizginin savunucusudur. Ayrıca, geçmiş tartışmalarda kendi ekibinin çıkardığı Sosyalist Politika dergisinde Okuyan-Aydemir grubuna hakarete varacak sözler de sarf etmiştir. Ama tabii ki bunların hepsi bölünme meselesi gündeme gelene kadar “parti birliği” söylemi içinde unutulmuştu. Önümüzdeki günlerde Atılım grubu tarafından Çulhaoğlu’nun Sosyalist Politika dergisi dönemi yazılarından alıntılar piyasaya sürülürse kimse şaşırmasın. Konuya daha da açıklık getirmek için biraz “eski defterleri” açmakta fayda var. 1993’lere gelindiğinde STP ve SİP’in kurcuları da olan, SİP Genel Başkanı Ali Önder Öndeş, Siyasi Büro üyesi Uğur Özdemir. Siyasi Büro üyesi ve Ankara İl Başkanı Metin Çulhaoğlu, MYK üyesi ve İstanbul İl Sekreteri İsmail Özkan, MYK üyesi ve Ankara İl Sekreteri İlhan Kamil Turan ile 16’sı STP ve 14’ü SİP kurucusu, 7’si MYK üyesi, 22’si SİP ilçe yönetim kurulu üyesi 67 kişi partiden ayrıldı. Ayrılma gerekçelerine ve konumlanışlarına ilişkin bir basın açıklaması yaptılar. Ayrılanlar, Konum Deklarasyonu ile yürüttükleri mücadeleyi şöyle açıkladılar: “Açıklık ve dürüstlük ilkesini oturtmak için parti içi politikalarda dengeler üzerine basarak, denge öbeklerinin ve bireylerin özel duyarlılıkları üzerinden politika yapılmasını önlemek için, Leninist Merkeziyetçiliğin aynı zamanda örgüt içinde demokratik olması ve katılımcılığı içerdiği gerçeğini unutarak, salt kaba bir merkeziyetçiliğe Leninizm adı altında uygulamaya çalışan ve parti üyelerini basit bir icracı gibi gören tarzı partiden uzak tutmak için; Türkiye’deki sosyalist mücadelenin miladını kendileri ile başlatan, tarihsel birikimi ve değerleri küçümseyen mirasın, sahiplenilerek, muhasebesi ve eleştirisi yapılarak değerlendirilmesi gerektiğini unutanlara bu gerçeği hatırlatmak için; Türkiye’de “has Marksist-Leninistleri” kendileri ile sınırlayarak diğer Marksist-Leninistleri küçümseyen anlayışları silmek için; kişi ya da kliklere bağlanmayı öne çıkaran ve kof bir örgüt fetişizmi yaratarak, sosyalist mücadeleye inançla gelmiş genç yoldaşlarımızı kirleten siyaset tarzını partili mücadeleden uzaklaştırmak için mücadele ettik. ”. Daha sonra, Sosyalist Politika dergisinde “Açılım İçin Saptamalar, Yönelimler” kitapçığını yayınlayan bu grup, gençlere şöyle seslenmişti: “Sosyalizmin 80 sonrası için konuşulduğunda, sayıca belki az, ama yetenekli, diri ve araştırıcı yeni kazanımlar, siyasal yaşamlarına çoğunlukla çizgi angajmanları ile başlıyorlar. Bu, kaçınılmaz olduğu ölçüde doğrudur da. Çünkü çizgi angajmanı, teorik konum ve kimlik belirlemenin ötesinde, aynı zamanda bir siyasal aktivite kararlılığının da bir göstergesi olmaktadır. Bu genç insanlara yapılabilecek bir kötülük, onları sosyalist hareketin genel dinamiklerinden ancak dolaylı yollardan ve ikinci ellerden haberdar olabilen siyasal kapatmalar haline getirmektir. Bu insanların, olgunlaşmak ve yetkinleşmek için, kendi siyasal bağlanmalarını reddetmeyen bir dışa açıklık kazanmaları, aynı bağlanmaları başka çizgiler karşısında da sınayabilmeleri gerekmektedir. Bütün bunlar, en başta, yeni bir aparatçık ordusu yaratmaktan kaçınmak için zorunludur.”. Bu alıntılardan da anlaşılabileceği gibi STP, SİP ve TKP sürecinden bu yana sorunun muhtevası pek de değişmemiştir. Bugün parti içinde tarafların birbirine yönelttiği eleştiriler, geçmişten bu yana “demokratik merkeziyetçilik”, “kolektif liderlik”, “parti içi demokrasi” vb. sorunların çözülmeden günümüze kadar taşındığının bir göstergesidir. Sonuç olarak, geçmişle gelecek arasındaki diyalektik bağ kurulmadığı müddetçe, TKP içinde vücut bulan sorunların akılcı çözümü için gerekli olan siyasi ve örgütsel perspektifler de ortaya konulamayacaktır.

Serhat Nigiz


Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster