Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster


Sosyalist sol: Hem "terörist" hem de "sahte" (!)


Açıklama:
Kategori: Köşe Yazarları
Eklenme Tarihi: 02 Ekim 2013
Geçerli Tarih: 18 Mayıs 2024, 09:15
Site: Görele Sol Platformu
URL: http://www.gorelesol.com/yazar.asp?yaziID=15674


Sosyalist sol: Hem 
‘terörist’ hem de ‘sahte’ (!)

Yavuz Alogan

AKP’nin solunda mevzilendirilen liberaller, sosyalist solu şiddet ile özdeşleme düşüncesini pek sevdiler. Bu sevgi, 1 Mayıs 1977 olayından devletin değil de birbirini öldürmek için sabırsızlanan solcuların sorumlu olduğu iddialarıyla başladı. O sırada, bana çok tuhaf gelen görüşler öne sürüldü. Mesela, televizyon ekranından “ben silah işlerinden çok iyi anlarım” diyen Ömer Laçiner, “kendi aralarında çatışsınlar diye bunların üzerine ateş ettiler” gibi tuhaf ifadelerle, sosyalistlerin ne kadar aptal olduklarını kanıtlamaya çalıştı. Sosyalistler, Fransız Devrimi’ndeki “enragés”ler (kudurganlar) gibiydiler: Her yöne saldırıyor, hiçbir şey bilmiyor, birbirlerini bile öldürüyorlardı; üstelik din düşmanıydılar.

AKP hükümetinin halka göstermek istediği “cahil terörist” tipini sosyalistlere atfetme konusunda, yobaz ve sıradan köşe yazarları, soldan gelen solumsu liberallerle elbette yarışamazlar. Siyasette her ihtiyaç kendi şahsiyetini yaratır.

Tartışma alevlendi, sonra söndü. Şu sıralarda yeniden alevleniyor. Hükümet yeni bir ayaklanma bekliyor ya, bunun için futbol taraftarını içeri atıyor, üniversiteleri karakol olarak tahkim ediyor; işte o nedenle, masum halkın arasına “marjinaller” girmesin diye, liberallerine yeni bir “sosyalist terörist” tipi ısmarlamış bulunuyor. Eskiden solcu olan liberaller, hep bir ağızdan, “polis az şiddet kullandı”, “molotof kokteyli atan solcular”, “ortalığı yakıp yıkacaklarına seçimlere girsinler”, “mahkemeler bunlara az ceza veriyor”, “halk zaten bunlardan nefret ediyor”, “kanallarını, gazetelerini kapatın” diye bağırmaya başladılar. Zamanlaması muhteşem bir koro; çok eğlendirici.

Böyle şeyleri anlayışla karşılamak lazım, herkes görevini yapıyor. Bunlarla tartışmanın da faydası yok aslında. Sosyalizm ve şiddet çok eski bir konudur. Bizi II. Enternasyonal’in bölündüğü yıllara kadar götürür. Konuya ilişkin teorik tartışmaların, Karl Kautsky’nin “Terörizm ve Komünizm” başlıklı broşürüyle (1919) başladığını söylemek mümkündür. Meraklısı bunları okuyabilir. AKP’nin taktik manevraları için liberallerin inisiyatifiyle başlatılan kampanyalarda nefes tüketmek gereksizdir. Ayrıca şu ülkede aileden, okuldan, sokaktan devlete kadar şiddetin olmadığı tek bir alan gösterebilirler mi?

Öteki tarafta ise “sahte sol” diye dehşet bir kavram duruyor. “Sahte vatansız sola karşı vatansever sol” adlı bir internet sitesi bile var. Bu kavrama tam 34 sene sonra, ilk kez bir sosyalist gazetenin en önemli köşesinde rastladım. İrkildim. 1979’u hatırladım. Bu “sahte sol” söyleminin, özellikle 1986-88 yıllarında sosyalist solun örgütlenme çabalarının önünde ne büyük bir engel oluşturduğunu, hatta insanları zaman zaman nasıl utandırdığını da hatırladım; pek çok kişi hatırlar. Biraz güçlendiğini fark eder etmez, “ben sahiciyim, benim dışımda herkes sahtedir” demek, aşırı subjektif, dışlayıcı, birlik falan şöyle dursun yüz yüze bakmayı bile engelleyici, çok hatalı, literatüre göre söylemek gerekirse “aşırı sekter” bir tutum olmuyor mu?

“Sosyalistler terörist midir” vs. diye liberallerle oturup tartışmak gerekmez; dedik ya, herkes kendi işini yapıyor. Fakat soldan gelen bu “sahte” yorumu, içinde bulunduğumuz şu kritik aşamada, hem yorumu yapan için hem de muhatapları için anakronik, tehlikeli ve ciddidir. Ciddiye alınması, açıklığa kavuşturulması gerekir.

Bir de sosyalist solu halktan kopuk, dili anlaşılmaz, kafası karışık, ne yapacağını bilemez halde görenler var. Bu arkadaşlara göre sosyalist, AKP’ninki gibi halka hitap eden bir dil geliştirmeli, onlar gibi kapı kapı dolaşarak anlatmalı, halkla iç içe olmalı; seçim dümenlerini, kıvrak politikacı numaralarını öğrenmeli; taşra politikasının cari icaplarına uyarak kırk dereden su getirip, en azından burjuva partileri kadar marifet göstermeli, matruş bir surat ve kravatlı takım elbiseyle dolaşmalı ki Meclis’e girebilsin. Ben böyle diyenleri seviyorum aslında, onları kendime yakın buluyorum, çünkü anneme benziyorlar. Merhume, hep şöyle derdi: “Evladım, bir türlü istikametini bulamadın, çocuğum. Komünizmin akideleri fevkalade, lakin tatbiki kabil değil (ilkeleri güzel ama uygulanamaz).”

Özetle, AKP’ye yakın duran solumsu liberallerle tartışmanın tamamen faydasız ve anlamsız olduğunu anlamak; orta ve uzun vadede köprüleri yıkarak vahim sonuçlar doğurabilecek sorumsuz ve bulaşıcı saldırıları asla göz ardı etmemek; bunun dışında, “eleştirenimiz bol olsun” diyerek her söylenene kulak verip şapka çıkarmak bence iyi olur.

Penguen: 'Gaz bombaları hala sıcak, fazla demokratiklemiş olamayız'..


 

Haftalık mizah dergisi Penguen'in bu haftaki kapağının konusu Erdoğan'ın açıkladığı "demokratikleşme paketi" oldu.

(soL - Haber Merkezi) Erdoğan'ın demokratikleşme paketine Penguen kapaktan yanıt verdi.

Derginin bu haftaki kapağına "Biber gazı bombaları hala sıcak, fazla demokratiklemiş olamayız" ifadesine yer verildi.

İşte Penguen'in bu haftaki kapağı:

dya0020.jpg

Paket ve 'ortam sürekliliği'

Metin Çulhaoğlu

Dün Erdoğan tarafından açıklanan yeni “demokratikleşme paketi” konusunda en genelde söylenebilecek şey şu olsa gerek: Açıklanan içeriğiyle paket, ne AKP iktidarının birtakım “demokratik” açılımlara niyetli olduğunun/zorlandığının göstergesidir, ne de kendi kafasındaki “Cumhuriyetin” çok daha ileri merhalelerine doğru atılan radikal bir adımdır…

Daha açık olsun diye başka türlü söyleyelim: AKP’den “demokratikleşme” beklentileri olanlar da, AKP’nin izlediği çizgiden laiklik, Cumhuriyet’in değerleri vb adına büyük rahatsızlık duyanlar da, bu paketin içeriğine gereğinden fazla önem, anlam ve radikallik atfederlerse hata etmiş olurlar.

O zaman, nedir bu paket?

“İleriye” (kimilerine göre “geriye”) radikal ve özgüvenli bir çıkış değil, temelde bir durumu idare etme, vaziyeti kurtarma, mesafeleri kapatma ve kimi çevrelere mesaj verme paketidir. Bu nedenle paketin okunmasında “sendromatik” (“semptomatik” değil) bir yaklaşım daha yerinde olacaktır. Çünkü pakete ve ardındaki düşünceye son şeklini veren, şaşırtıcı Haziran Direnişi’nden Cemaat’le açılan mesafelere, Suriye’de yaşanan fiyaskodan Batılı güçler gözünde itibar kaybına kadar uzanan birtakım etmenlerin birlikteliğidir. İsteyen bu etmenlere parti içi kimi dengeleri, Cumhurbaşkanlığı-Başkanlık tartışmalarını ve yaklaşan seçimleri de ekleyebilir.

Tekrar olacak, ama fayda var: Bu paket, “ben Türkiye’yi buradan şuraya götüreceğim” paketinden çok, “bugünkü durumu ve yakın geleceğin süreçlerini şunlar şunlarla yönetilebilir kılmaya çalışacağım” paketidir.

İkisi arasında önemli bir fark vardır.

Peki, pakette şu ya da bu ölçüde, ama herkes için önem taşıyabilecek öğeler hiç mi yok?

Elbette var…

Örneğin seçim sistemi konusunda getirilen üç alternatiften hangisinin daha iyi ve demokratik olacağına ilişkin tartışmalar kamuoyunu uzun süre meşgul edecektir. Partilere devlet yardımıyla ilgili düzenlemenin gevşetilmesi, siyasal partilere üyelik konusundaki sınırlamaların kaldırılması, farklı dillerde propaganda imkânı, eski köy isimlerine geri dönülmesi, özel okullarda ana dilde eğitim vb herhalde önemli bulunacaktır.

Zaten bunlar önemli bulunup üzerinde durulsun, tartışılsın diye getirilmiştir!

Mantık nedir?

Mantık, bir “ortam sürekliliği” (continuum) yaratmaktır. Öyle ki, süreklilik taşıyan bu ortamda konular, sorunlar ve bunların tarafları, elbette “uçları” dışarıda bırakacak şekilde birbirine yakınlaşsın, birbiriyle az çok geçişsin ve gündem de böyle belirlensin. İşte bugün AKP, Türkiye’yi bir noktadan alıp başka bir noktaya taşıyıcı hamlelerden çok böyle bir ortam peşindedir. Çünkü on yıl tekelinde tuttuğu, ha bire övündüğü “gündem belirleme” gücünü yitirir gibi olmuştur ve bundan büyük paniğe kapılmıştır. Ortaya attığı bu paketle gündemi yeniden tekeline alabileceği düşüncesindedir.

Kavramı tekrar edelim: “Ortam sürekliliği” demiştik. Özelliği, sürecin belli başlı unsurlarının ortaya atılan gündem çevresinde “bitişik” konuma getirilmesi, aralarındaki farklılıkların mümkün olduğu kadar belirsiz kılınması (“hepimiz aynı gemideyiz”) ve “uçların” (“marjinal gruplar”) peşinen dışlanmasıdır. AKP iktidarı böyle bir ortam sürekliliğinde yer alan başat güç olarak diğer unsurları ha bire tartıştıracak, sonunda kararı kendi verecek, ama bu arada süreci de yönetmiş olacaktır…

Bu, Türkiye’nin bir yerden başka bir yere getirilmesi değil, vaziyetin idare edilmesidir.

En azından önümüzdeki bir iki yıl için…

***

Yazının başlarında “mesafeleri kapatma”, “mesaj verme” gibi noktalardan da söz edilmişti.

Doğrudur, işin içinde bunlar da vardır.

Paketin gerek sunuluşunda gerekse içeriğinde “yetmez, ama evet” cenahını coşturacak öğeler elbette bulunacaktır; ancak bu cenah zaten peşinen “ortam sürekliliği” bağlamında yer aldığından üzerinde ayrıca yeniden durmak gerekmiyor.

Ya Kürt tarafı?

Açıklanan paket bağlamında bu tarafa ilişkin yaklaşımda iki olasılık söz konusudur: Eğer paket buysa, AKP ya Kürt sorununu ve Kürt siyasetini sanıldığı kadar önemsemiyor, onu da “ortam sürekliliği” içinde yönetilecek öğelerden biri olarak görüyordur ya da Kürt tarafına “paket başka, bizim iş başka” mealinde bir mesaj vermiştir/verecektir.

Başka bir izahı yoktur.

Bu arada, Batılı güç odakları da unutulmasın.

“Ortam sürekliliği” kurgusunda onların da yeri vardır. Esasen paketin kendisinin açıklanmasını 20 dakikada bitiren Erdoğan 30 dakika ayırdığı “dibace” kısmında referans olarak Avrupa Birliği’nden ve Türkiye’nin uluslararası taahhütlerinden söz etmiştir. Seçim sistemi, nefret suçları, öğrenci andı, Süryani manastırı, Roman Enstitüsü gibi başlıklar, AKP iktidarının “uluslararası demokratik kamuoyu” ile içerdekine benzer bir “ortam sürekliliği” oluşturmasının belli başlı öğeleri olarak düşünülmüştür.

Haziran Direnişi’nden ve Suriye ofsaydından sonra bir tür makyaj tazeleme çabasıdır.

Yerler mi?

“Bizimkiler ayrı, ama Batılılar yemez” denmesin; şu son dönemin dış politika fiyaskoları olmasaydı onlar da bir güzel yerlerdi…

***

Son olarak: Madem böyle, biz bu pakette yer alan konularda hiç söz söylemeyecek, hiç konuşmayacak mıyız?

Elbette konuşacağız.

Ancak, bir sürecin müdahili olmak başkadır, “ortam sürekliliğinin” parçası olmak başka…

Konuştuğumuzda, elbette yukarıdakilerden ikincisine hiç bulaşmadan birinci konumda yer alarak konuşacağız.

Gericiliğin paketinden demokrasi, özgürlük çıkar mı? (Burak Özdemir)

Nihayet, “demokrasi paketi” açıklandı! Umudumuzu, paketlerde değil de, halkımızın mücadelesinin ufuklarında aramamız gerektiğini tekrar öğretti bize bu paket.Acaba öyle mi,sahiden?

Ne yazık ki, hayli zor oluyor, AKP’nin demokrasi ile bir ilişkisinin olmadığı gerçeğini anlamak! Yahut, halkın mücadelesi olmaksızın, demokratik hak ve özgürlüklerin gelişemeyeceği gerçeğini bilincimizden çıkarmamak. Daha önemlisi ise şu: İktidarını koruma ve güçlendirme arayışındaki AKP iktidarı, iktidarını sınırlayacak ve kendi gerici rejimine ters olan bir “paketi” yaşama geçirir mi hiç?

AKP iktidarının; özgürlüklerle, demokrasiyle bir ilişkisinin olmadığı kuşkusuzdur. Toplumsal muhalefetin üzerine terörist muamelesiyle gidilirken, en temel yasal haklar rafa kaldırılırken, toplumun yaşam alanına dönük müdahaleci tutum mevcutken, toplumsal ve siyasal hayat dinselleştirilirken; AKP’nin demokrasi çıtasını yükselteceğini beklemek, aymazlıktır tek kelimeyle. AKP, kısıtlı demokratik yaşamı da dümdüz etmiştir, zaten. İktidarını korumak ve güçlendirmek için, polisi biricik araç olarak kullanan bir iktidarın paketinden, demokrasi çıkar mı hiç? Aklımızı, peynir ekmekle yemediysek, tabi ki.

AKP iktidarının haziran eylemlerinden sonra, güç bir durum yaşadığı kuşkusuz. Meşruiyeti, önemli ölçüde yara aldı, gezi eylemleriyle. Diğer yandan, bölgedeki gelişmelerde, özellikle Suriye başlığında, fiyaskoyla karşı karşıya kalması, iktidarının tehlikede oluğunu hissettirdi, AKP’ye. Meşruiyet kaybı, hem içeride, hem de dışarıdadır yani. Bu da, AKP’yi hayli ürkütmektedir. İktidarını korumak için, polis baskısına dört elle sarılmış olsa da her ne kadar, oyalama ve aldatma taktiğinden de vazgeçmemektedir, AKP. Bilmektedir ki, meşruiyetinin ve iktidarının devamı için, kitleleri, özellikle kimi kesimleri oyalamak ve aldatmak kaçınılmazdır. Elbette, kendi tabanını konsolide etme ihtiyacı da, zaruridir, AKP için. Demokrasi paketinin gündeme getirilmesinin ve içeriğinin arkasında yatanlar, kanımca bunlardır.

Özellikle, çözüm süreciyle ilişkili olarak gündeme getirilmişti, bu paket. En azından, önemli bir yanını, bu olgu teşkil etmekteydi. Peki, bu paket Kürt siyasetinin temel taleplerine yanıt verdi mi? Biliyorsunuz, Kürt siyasetinin temel talebi, anadilde eğitimdi. Ancak, bu doğal talep, pakette yok. Umarım, birileri çıkıp da buna rağmen, “yetmez ama evet” demezler! Diğer yandan, önemli bir kesim olan Aleviler açısından baktığımızda pakete, onların da doğal ve temel taleplerinin karşılanmadığını açıkça görüyoruz. Neydi, Alevilerin doğal ve temel talepleri? Zorunlu din derslerinin kaldırılması, Diyanet İşleri Başkanlığının ilgası… Peki, bu pakette, bunlar karşılanmış mı? Elbette ki, hayır. Nevşehir Üniversitesi’nin adının, Hacı Bektaş-ı Veli Üniversitesi olarak değiştirilmesi, birilerince, “yetmez ama evet” olarak algılanmaz, sanırım!

2911 sayılı Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Yasası’ndaki değişikler kafa karıştırmaktan başka bir şey değildir, açıkçası. İyileştirme olduğu düşünülebilir. Asla değil. Olayın özüyle hiçbir ilgisi yok, çünkü. Haziran eylemlerindeki tutumunu biliyorsunuz, AKP’nin. Hükümet komiseri uygulamasına son verilmesi mi değiştirecek, yasakçı ve saldırgan tutumunu iktidarın? Kuşkusuz hayır. Çünkü, bu meselenin özü ortadadır. Önceden izin almaksızın, şiddet ve saldırı içermeyen, her türlü gösteri, yapılabilir ve hukukidir. Ancak, böylesi bir şey iliklerine kadar korkutmaktadır, AKP iktidarını. Dolayısıyla, bu bakımdan da hiçbir şey yok, pakette. Biber gazı ve tomaya devam yani…

Demiştik, bu paketin gündeme getirilmesinin, bir yanı aldatma ve oyalama ise, diğer yanı da, kendi tabanını konsolide etmek. Başka deyişle, kendi rejiminin inşasına devam etmek. Bu yüzden, tüm kamu kurumlarında, yasal ve serbest hale getirilecek, türban.

İktidarını güçlendirmeyi ve sınırsız kılmayı şiar edinmiş bir iktidardan, iktidarının sınırlanmasına neden olacak, demokratik ve özgürlükçü adımlar atmasını beklemek, akıl işi değildir. AKP, sallanan iktidarını korumak için daha fazla baskıya, demokrasi dışı tutuma ihtiyaç duyacaktır, bundan böyle. Aldatmadan ve oyalamaktan vazgeçmeksizin, elbette. Özgürlüklerin, demokratik hakların yaşama geçeceği bir ortam, AKP’nin yıkılmasıyla mümkün olabilir, ancak. Bu “demokrasi paketi”, bunu açıkça göstermiştir, umarım.


Paket,ziyaret ve süpürge üzerine..

Cemil Fuat Hendek

Paket
Tayyip Erdoğan, uzun süredir kıskançlıkla sadece halktan değil, kendi kadrolarının bir kısmından bile kıskançlıkla gizlediği paketi en sonunda açıkladı. Anlaşılan paket çok daha önceleri başka mercilere, “eşbaşkan” Tayyip’in “asbaşkanlar”ına açıklanmış. Onların görüşlerine sunulmuş, danışmanlarından öneriler alınmış. Halk da kim oluyor? Asıl olan, asbaşkanların ve onların danışmanlarının onayını almaktır. Görüşmeler bitmiş, onların onayları da alınmış. Bütün bunlar olup bittikten sonra sıra halka - Tayyip’in yıllardır aptal yerine koyduğu yığınlara gelmiş. Bu tiyatronun hemen ertesinde, henüz kimse doğru dürüst derin bir nefes alıp, yorum yapamadan, ABD ve AB ağabeylerinden onay ve destek gelmesi başka neyle açıklanabilir?

Aslında uluslararası diplomaside böylesi metinler, uzun uzadıya incelenmeden, her kavram tek tek tartılmadan, satır araları okunmadan, amaçlanan doğrultunun getireceği sonuçların “A”, “B”, “C” ve bilmem kaçıncı olasılıkları göz önünde bulundurulmadan hiçbir yorum yapılmadığını bildiğimize göre... bir kez daha vurguluyorum:

Tayyip ve çok yakınındaki şürekâ, bu metindeki maddeleri başından itibaren taşeronluğunu yaptıkları patronlarına tek tek danışmış bulunuyorlar! Nokta!

Büyük ağabeylerden yapılan açıklama da, emperyalist odakların Tayyip ve şürekâsını bir süre daha iktidarda tutmaya eğilimli olduklarını gösteriyor. Nokta!

Ziyaret
Zaman ve olaylar Türkiye’de dünyanın geri kalanından çok daha hızlı akıyor. Daha birkaç gün öncesine kadar ortalıkta dolaşıp duran tartışmaların, yorumların çoğu Abdullah Gül’ün ABD’de gezindiği yerler, dolaştığı kapılar, görüştüğü kişiler üzerine yoğunlaşmıştı. Kimle ne konuştuğu, ne türden yeni sözlü/yazılı anlaşmalar yaptığı merak konusu olmuştu.

Bu doğrultuda tahminler, sızıntılar ve bunlara dayalı yorumlar birbiri ardına sıralandı. Bunların bir kısmı, Gül’ün AKP’nin imajını tazeleme çabası içinde olduğunda birleşti. Herkes kendi siyasal bilgi ve deneyine göre bir dizi laf etti. Ve ne yazık ki, bunların önemli çoğunluğu, bilerek-bilmeyerek, el birliğiyle çok önemli bir tehlikeye de su taşıdı. Neydi bu tehlike?

Süpürge
Bu ziyaretle birlikte, bir zaman ABD’de Erdoğan’ın “kubura süpürülmemesi”nin rica edildiği anılarda canlandı. Gül’ün “süpürgeyi eline tutanlara” yeni ricalarda bulunduğu üzerine yoğun şüpheler ifade edilmeye başladı. Bu iddialarda gerçekle örtüşen ve haklı yanlar olduğundan kuşku duymuyorum. Ancak, bu söylentilerin kamuoyunda yanıltıcı, bilinç karartıcı bir yanı da vardı. Neydi bu tehlike?

Çok gerilere gitmeye gerek yok. Yakın tarihte dünya yüzündeki sayısız örneklerine ve kendi ülkemize baktığımızda gördüğümüz bir manzara var:ABD ve diğer emperyalist güçler, birçok ülkede kimi çevrelerin iktidara gelmesinde, hükümetlerin değişmesinde belli roller oynadılar, halen de oynamaya devam ediyorlar. Gerek CIA vb. kuruluşların hazırladığı dolaplarla, gerekse Soroz gibi sermaye odaklarının destekleriyle medya merkezleri satın alınıyor, partiler kuruluyor, hükümetler değiştiriliyor. Dahası, askersel-sivil darbeler düzenleniyor, savaşlar ve içsavaşlar çıkarılıyor. Bu sayede ülke iktidarlarına getirilen işbirlikçilerle önce ve sonradan belirli anlaşmalar yapılıyor. Böylece ülkeler ekonomik, siyasal ve askersel olarak tutsak alınıyor.

Bütün yukarıda sayılanlar kuşku götürmez biçimde doğrudur. Cumhuriyet tarihindeki pek az sayıdaki başbakanın dışındakilerin ABD ile ilişkileri; Erdoğan hükümetinin iktidara geliş serüveninde bu doğrultudaki oyunların önemli rolü, başta ABD olmak üzere emperyalistlerin Tayyip’i kendilerine taşeron belledikleri çoktan sır olmaktan çıkmış bulunuyor. Erdoğan’ın bir aralar kubura süpürülme tehlikesi atlattığı da herkesin malûmu.

Bütün bu doğruları bilmek, ülkemizin nasıl emperyalizmin kıskacına düşürüldüğünü anlamak gerekiyor. Ancak bir koşulla:

Bu gerçeklerin bir yanılgıyı güçlendirmeye de yarayabileceğini unutmamak koşuluyla...

ABD’nin kendisinden de büyük tehlike
Bir yanda yukarıdaki gerçeklere, diğer yanda, çeşitli parti yöneticilerinin -tabii bu arada Kılıçtaroğlu’nun- son zamanlarda ABD ile kurmaya çalıştığı diyaloga bakarak “ABD’nin elindeki süpürge”yi mutlaklaştırma tehlikesi giderek büyümekte:

“ABD, elindeki olanaklar sayesinde istediğini iktidara getirir, istediğini iktidardan süpürür!”

Emperyalizmin gücünü olduğundan da büyük sayan, böylece siyasal bir şaşılık yaratarak çok sayıda insanı umutsuzluğa ve eylemsizliğe sürükleyebilecek olan bir yanılgıdan bahsediyorum. En başta, AKP iktidarından bıkmış olmasına karşın, henüz ona karşı aktif mücadeleye girmekten uzak duran kesimlerin bu tehlikeye kurban gitmesi olasılığı büyük.

Kapitalist toplumdaki sınıfsal çelişkilerin derinliğini, buradan doğan büyük enerjileri, bu enerjilerden işçi sınıfına ve emekçi yığınların payına düşen gücü görmezden gelenler; tarihe ve yaşadığı ana diyalektik bütünlüğü içinde bakmaktan yoksun olanlar böylesi mutlaklaştırmalara sürüklenmekten kurtulamazlar.

Bu tür mutlaklaştırmaların, hem emperyalistlerin, hem de onlara maşalık edenlerin işine geldiğini de unutmamak gerekiyor. Tayyip Erdoğan’ın da bir süre böylesi bir mutlaklaştırmaya, “bunlar çok güçlü, sadece medyayı değil, devleti ele geçirmişler, bunları artık kimse yıkamaz” yanılgısına yaslandığını biliyoruz. Ta ki...

Asıl süpürge kimin elinde
Haziran başında milyonlarca insan sokaklara, meydanlara dökülene dek! Bunun Tayyip’i ve onun çevresine toplaşmış güruhu ne denli korkuttuğunu gördük. Tüm dünyayı şaşırtacak düzeydeki polis terörü, “kimyasal silahlarla” sokaktaki halka açılan “savaş” başka neyle açıklanabilir? Tüm haykırma ve hönkürmelerine karşın, ne denli korkak olduğu, sinek misali çevresinde toplaşan korumalardan belli olan Tayyip Erdoğan paniğe kapılmış durumdadır. Şimdi, o ve çevresindekiler de içinde olmak üzere herkes, kimsenin beklemediği bu patlamanın ülkeyi değiştirdiğinin farkında. Şimdi bir farkındalığın daha yaratılması gerekiyor:

Bu iktidarı kubura süpürecek asıl güç, halktır!

AKP’yi iktidardan alaşağı etme işi, asla ABD’de alınacak kararlara, kimi parti yöneticilerinin ABD’deki belirli odaklarla yapacağı anlaşmalara bırakılamaz. Böylesi bir sonuç, AKP yerine kim gelirse gelsin -belki biraz daha farklı yöntemlerle- aynen onun politikasını sürdüreceği anlamına gelecektir.

Haftalar boyu meydanları dolduran insanların bir ağızdan haykırdığı “Bu daha başlangıç...” sloganına bağlı kalmak, o direnişi Hazirandan sonra değişen Türkiye’nin yeni koşullarına uygun biçimde, çok daha yaratıcı şekilde sürdürmekle mümkün olacak.

Bunun için de, AKP iktidarının kurbanı olan milyonlarca insana asıl süpürgenin kimin elinde olduğunu kavratmak gerekiyor. İşçi ve emekçiler, aydınlar, gençler, kadınlar, dinin ticaret ve iktidar malzemesi yapılmasına karşı olan herkes, elinde bir süpürge olduğunun bilincine varmalı. Milyonlar ellerindeki bu süpürgeyi iktidar mücadelesinin her alanında kullanmaya ve hep birlikte ortalığı süpürme işine başladığı zaman... Asıl işte o zaman...

Şimdi herkesin süpürgesini eline alma vaktidir!

Fatih Yaşlı yazdı: Şeytanlaştırmak, İğrençleştirmek,Düşmanlaştırmak..

'İç düşmanın yok edilmesi, dinin, devletin, milletin ve vatanın yaşamasının, “biz” in biz olarak varlığını devam ettirmesinin ve toplumsal saflığını/sağlığını korumanın şartı haline gelmiştir çünkü.'

Fatih Yaşlı - soL
I. Millete Karşı Yurttaş, Yığına Karşı Toplum

Artık biliniyor; bir “millet” vardır ve bu, iktidarın “biz”ini teşkil etmektedir. Sünni- muhafazakâr-milliyetçi erkeklerden müteşekkil, kadınların ise ancak kendilerine biçilen “mutaassıp/ namuslu anne-ev kadını” kimliğiyle dâhil olabildikleri bir toplamdır bu.

Bir süredir “Sünni-ulus” olarak adlandırdığım bu toplam, yeni rejimin “makbul vatandaş”ına tekabül etmektedir aslında. Her ne kadar ulus, millet, yurttaş gibi modern kategorilerle tarif etmeye çalışsak da, ümmet anlayışı ve biatla şekillendirilmiş, modern-öncesi karakteri hayli baskın, yurttaşlığı düzenli aralıklarla sandığa gidip iktidar partisine “evet” demekten ibaret olarak gören, “milli irade” söyleminin öznesi olmakla birlikte, aslında bu söylem aracılığıyla iradesizleştirilen/iktidarsızlaştırılan bir yığın, toplum olamamış bir toplamdır söz konusu olan.

Bir de Gezi/Haziran Direnişiyle birlikte ortaya çıkan bambaşka bir irade vardır. Muhafazakârlaşmaya karşı sekülarizm ve otoriterleşmeye karşı özgürlük arzusunun biçimlendirdiği, “özel” olana karşı “kamusal” olanı savunan, kelimenin modern anlamıyla “yurttaş” kategorisine dâhil edilmesi gereken, demos ve kratos sözcüklerinin doğrudan ifade ettiği “halkın iktidarı” anlamında demokrasi talep eden ve yığın olmaktan toplum olmaya doğru hızla ilerleyen bir iradedir bu.

İktidarın “millet” tanımının dışında bırakılan bu iradeye karşı bir polisiye-yargısal operasyon, bir sürek avı yürütüldüğü bilinmektedir. İradenin neredeyse bütün unsurlarına, üniversite öğrencilerinden hukukçulara, sendikacılardan akademisyenlere, taraftar gruplarından liselilere uzanan bir çizgide operasyonlar yürütülmekte, söz konusu irade teslim alınmaya çalışılmaktadır.

Ancak meselenin sadece polisiye/hukuki bir boyutu yoktur; aleni bir psikolojik savaş durumuyla da karşı karşıyayızdır. Goebbels’e rahmet okutacak devasa bir propaganda aygıtıyla, onlarca televizyon, gazete, internet sitesi ve sosyal medya ağı ile yürütülen bir psikolojik savaş söz konusudur.

II. İç Düşmanın Kurgusal İnşası: İğrençleştirme ve Şeytanileştirme
Ortada bir “iç düşman” vardır; iktidarın “millet”ine/ “biz”ine dâhil edil(e)meyenlerden ya da dâhil olmayı reddedenlerden, yani muhalif sosyalistlerden, Alevilerden, Kemalistlerden, Kürtlerden müteşekkil bir “iç düşman”dır bu ve yukarıda sözünü ettiğim iradeyi oluşturmaktadır. “Gayri milli irade” diyebilir miyiz, diyebiliriz sanıyorum, çünkü bu iradeye yönelik en temel eleştiri vatan hainliği, gayri millilik ve dış güçlerin hizmetinde olmak üçgeninde şekillenmektedir.

Ortada bir “millet” ve bir de ona ait olan “vatan” vardır; ezan-bayrak-kuran kutsal üçlemesi üzerinden metaforize edilen, metafizik bir kutsallaştırmayla anılan, “bir çakıl taşı bile vermeyiz” hamasetiyle savunulan bir vatandır söz konusu olan. Bu metaforun, kutsallaştırmanın ve hamasetin dışında kalan herkes ise vatan hainidir. İşte Gezi/Haziran Direnişi, gayri milli iradenin kristalize olduğu, dolayısıyla “vatan hainliği”nin somutlaştığı tarihsel an ve kırılma noktasıdır. Kutsala saygısı olmayan, kozmopolit, soysuzlaşmış ve ahlaksız Gezici figürünün iç düşman kategorisinde inşasının tam da bu ihanet hali üzerinden şekillendiğini söyleyebiliriz.

Vatan haini iç düşman figürünün inşası kuşkusuz söylemsel bir inşadır; bu figür, basın açıklamalarıyla, köşe yazılarıyla, röportajlarla, miting ve toplantılardaki konuşmalarla inşa edilir; bu inşa sürecinde iç düşman sözcükler aracılığıyla iğrençleştirilir ve şeytanileştirilir. Bu, “biz”e karşı inşa edilen “öteki”yi, yani düşmanı insan olmaktan çıkarıp öldürülebilir bir figüre, böceğe, yılana, fareye ya da toplumsal bünyeyi bozan ve üstesinden gelinmesi gereken bir virüse dönüştürür. Böylece “öteki”, hukuki hakları olan bir insan/yurttaş olmaktan çıkarılarak iktidarın şiddetinin doğrudan yöneldiği ve yasanın korumadığı bir varlık haline gelir. İğrençleştirme ve şeytanlaştırma “biz”i korku ve kaygı aracılığıyla bir arada tutar aynı zamanda: Kutsala saldırıp toplumsal huzuru ve sağlığı bozan iğrenç ve şeytani bir figür olarak iç düşmana karşı saflar daha da sıklaştırılmalı, aynı zamanda ona karşı milletin ve devletin müdafaası adına mücadele eden liderin etrafında sorgusuz sualsiz biat halinin belirlediği bir kenetlenme yaratılmalıdır.

Gezi/Haziran Direnişinde somutlaşan gayri milli iradenin temsilcisi iç düşmanın, yani Gezici/Direnişçi figürünün iğrençleştirme ve şeytanileştirme sürecine üç örnek üzerinden biraz daha yakından bakabiliriz bu aşamada: Birincisi Dolmabahçe’deki Bezmialem Camii’nde yaşananlar, ikincisi “Kabataş Saldırısı” ve üçüncüsü Beyaz Tv’deki “Gezicilerin kaçırdığı çocuğun” çıkarıldığı program.

III. İşemek, Sevişmek, Kedi Kesmek
“Cami’ye ayakkabılarıyla, kızlı erkekli girdiler, içki içtiler, seviştiler.” Bu, Bezmialem Camii’nde yaşandığı iddia edilenlerin bir özeti ve iğrençleştirme/şeytanlaştırma söyleminin muhteşem bir örneğidir. Her şeyden önce ortada bir cami vardır; yani halkın büyük bir bölümünün ve kendisini o büyük bölümün temsilcisi olarak gören muhafazakâr iktidarın kutsal addettiği bir ibadet mekânı. Sadece bu da değil, camii “ezan susmaz”la sembolize edilen vatanın somutlaştığı yerdir ve buraya ayakkabılarla girmek başlı başına bir saygısızlıktır her şeyden önce. Ayrıca camii aynı zamanda bir erkek mekânıdır ve oraya kızlı-erkekli girmek mekânsal bir ihlal anlamına gelmektedir. Sevişmek ise şeytanlaştırma mantığının uç noktasıdır: Ancak hastalıklı bir hayal gücünün ürünü olabilecek bir fantezinin, yani camide sevişmenin, üstelik grup seks yaparak sevişmenin, muhafazakâr yığınların algı dünyasını sarsacak, altüst edecek ve onların Gezici figürüne sonsuz bir kin duymalarını sağlayacak şekilde gündeme getirilmesidir.

Şeytanlaştırmaya eşlik eden iğrençleştirmede keşfedilen eylem ise “işemek”tir. Önce Erdoğan eylemcilerin Gezi Parkı’nın her tarafında işediğini ve Parkın sidik koktuğunu söylemiş; daha sonra ise Bekir Bozdağ Bezmialem Camii imamının sürgün edilmesine dair soruları yanıtlarken, “eylemciler camiye idrar dolu torbalar bıraktılar” diyebilmiştir. Bunları önceleyen ise “Kabataş Saldırısı” olarak anılan “hayali” hadisedir.

Saldırı hayalidir ve üstelik berbat bir hayalgücünün ürünüdür. Senaryoya göre çocuklu ve başörtülü bir kadın (muhafazakâr algı için kutsal ikili!) Geziciler tarafından Kabataş İskelesi’nde saldırıya uğramış ve dövülmüştür. Saldırganların belden yukarıları çıplaktır, kafalarında renkli bantlar, ellerinde ise eldivenler vardır. Başörtülü anneye bebeğinin gözleri önünde saldırıp dövmüşler, sonra da üzerine işemişlerdir. Görünüm itibariyle şeytanileştirilmiş eylemciler ve yaptıkları iğrenç eylemin bütünleşmesi: Dövdükleri kadının üzerine işemek! Yine ortalama muhafazakâr aklı dehşete düşürecek, karşısındaki iğrenç şeytana karşı safları sıklaştırmaya ve lidere biat etmeye hizmet edecek, aynı zamanda Gezicileri insan olmaktan çıkararak taşlanması gereken iğrenç şeytanlara dönüştürecek bir anlatı vardır karşımızda. Söz konusu anlatı başörtülü bir kadını dövüp üzerine işeyen ve Müslümanların kutsal mekânı olan camiye idrar torbaları bırakan, din, kutsiyet, devlet, millet, vatan düşmanı, şeytanın hizmetkârı, ahlaksız, soysuz bir güruh şeklinde tarif etmekte ve bu iğrençleştiren/şeytanlaştıran tarif üzerinden yaratmaktadır “iç düşman olarak Gezici” imgesini.

Üçüncü örnek, iğrençleştirme ve şeytanileştirmenin en “kitsch”, en pespaye, en sefil örneğidir. Tüm bu saydıklarımın beden bulmuş hali olan Rasim Ozan Kütahyalı’nın, kendisinin belediye başkanı versiyonunun oğlunun kanalında sergilediği parodiden söz ediyorum; gariban bir aileye üç kuruş para vererek düzenlenmiş, insan aklına, onuruna, haysiyetine hakaret etmek maksatlı bir mizansenden. 13 yaşlarında bir çocuğu ekrana çıkarabilmiş, “Geziciler kedi kesiyor, kedi kanı içiyorlar” dedirtebilmişlerdir. Şeytanileştirmenin bir teşbih, bir benzetme olmaktan çıktığı ve sözcüğün gerçek anlamını ifade eder hale geldiği andır bu. Böylelikle iç düşman olarak Gezici figürüne satanist, yani şeytana tapan mührü de vurulmuş olmaktadır. Şeytani değil, doğrudan şeytanın hizmetinde olan, ona tapan bir figür vardır artık karşımızda.

Gariban bir ailenin zavallılığı, Kütahyalı’nın sesi ve görüntüsü, akıl, haysiyet ve onur düşmanlığı, ortalığı kesif bir kokuya boğarak televizyon kanalizasyonundan evlerin odalarına akmaktadır. İşemeyle, kedi kesmeyle, camide grup seksle dolu hastalıklı bir fantezi dünyası, iktidar hırsıyla, para kazanma tutkusuyla birleşmekte, muhafazakâr yığınları korku ve kaygıyla “biz” olarak bir arada tutma ve liderin etrafında kenetleme hedefinin bir parçası olarak dolaşıma sokulmaktadır.

IV. Cinayet ve Yas
Üç örnek üzerinden ortaya koymaya çalıştığım tüm bu iğrençleştirme ve şeytanileştirme söyleminin iç düşmanın maruz kaldığı devlet şiddetini meşrulaştırmaya nasıl hizmet ettiği ise ortadadır. Gezicilerin biber gazına maruz bırakılmaktan öldürülmelerine kadar uzanan genişlikte uğradıkları şiddet “biz” açısından meşrudur, çünkü şiddete uğrayanlar yaşamayı hak etmeyen virüsler, böcekler, haşereler, şeytanlardır. Biber gazı üzerlerine haşerelerin üzerine sıkıldığı gibi sıkılabilir, sinekler ya da fareler misali öldürülmelerinde ise bir sakınca yoktur. “Biz”i koruyan “polisimiz” iç düşmana karşı görevini yerine getirmiş, yapması gerekeni yapmıştır. İğrençleştirilip şeytanlaştırılarak iç düşman kategorisine dâhil edilenlerin hayatları yaşanmaya değer bulunmaz; bu nedenle de öldürülmeleri cinayetten sayılmayacağı gibi kendileri için kamusal bir yas tutulması da gerekmez. İç düşmanın yok edilmesi, dinin, devletin, milletin ve vatanın yaşamasının, “biz” in biz olarak varlığını devam ettirmesinin ve toplumsal saflığını/sağlığını korumanın şartı haline gelmiştir çünkü.

Waouv,adıma bak!

İlhan Cihaner

Başbakan’ın açıkladığı “paket” hikaye. Paketin önüne “demokrasi” sözcüğünü eklemememin nedeni daha ilk maddeye -seçim barajına- ilişkin söyledikleri: “...BU KAPSAMDA, ÖNCELİKLE, SEÇİM SİSTEMİNİ DEĞİŞTİRMEK için önemli bir adım atıyor; SEÇİM SİSTEMİNİ TARTIŞMAYA AÇIYORUZ... Biz 2002 seçimlerine girerken bu sistem uygulanıyordu. Yüzde 10 barajı vardı... Daha partimizi kurarken, mevcut seçim sisteminin katılımcılıktan uzak olduğunu, değişmesi gerektiğini güçlü bir şekilde ifade etmiştik... Tüm öneri, tavsiye, eleştirileri gözden geçirdik ve bu sorunu çözmek için artık adım atıyoruz... 3 farklı alternatifi tartışmaya açıyoruz. Mevcut sistemle, yani yüzde 10 barajıyla devam edebiliriz… Barajı yüzde 5’e çekip, 5’li gruplandırmayla Daraltılmış Bölge Seçim Sistemi’ni uygulayabiliriz. Üçüncü seçenek olarak da, ülke barajını tamamen kaldırarak, Dar Bölge Seçim Sistemi’ni getirebiliriz…”

“W” serbest bırakılmışken şu ünlemi kullanayım:

Waouv! Adıma bak adıma! Seçim sistemini tartışmaya açmış zat-ı şahaneleri! Paketten önce de tartışıyorduk sonra da tartışacağız yani!

Madem siz yeni başladınız katkı yapayım: “...Baraja karşı olmak, her şeyden önce bir haysiyet meselesidir: Baraj diyen herkese ilk tepkimiz, ‘arkadaş sen kim oluyorsun da benim oyumu önce yok sayıp sonra da kendi cebine atma cüretini, böyle bir şeyi savunma haddini bilmezliğini kendinde buluyorsun’ deyip, kendi oyumuz üzerinde her türlü pazarlığı peşinen ve kesinlikle reddetmek olmalıdır. Hem ‘sandık’ deyip hem de barajı savunana söyleyeceğimiz ise ‘o senin içinden çıktığını sandığın şey, sandık değil, hokkabaz kutusu’dur. 2002 seçimlerinde AKP oyların sadece yüzde 34’ü ile Meclis’in yüzde 66’sını (üçte iki) kapatmıştır ve böyle bir sandığa ancak hokkabaz kutusu denir.” (Kadir Cangızbay)

Tartışmaya buradan başlayın, yani haysiyet ve iktidarınızın meşruiyetinden. Açıklayın bize madem bu kadar karşısınız niye 3 seçime aynı sistemle gittiniz?
Hâlâ niye yüzde 10 barajı (a) şıkkında yer alıyor?

Asıl üzerinde durulması gereken paketin “peşrev” kısmı. 1950’de geçtiğimiz demokrasi döneminde “...Türkiye, her bakımdan adeta tıkır tıkır işleyen bir saat”miş. Doğrudur, Tahkikat komisyonları, 6-7 Eylül olayları, Vatan Cephesi uygulamaları tıkır tıkır işliyordu!

“...27 Mayıs’ın o kara gölgesi, ne yazık ki, bugün bile Türkiye’nin üzerinde”ymiş.

Devlette, bürokraside, medyada, sivil toplumda hala varlığını devam ettiriyormuş 27 Mayıs. Değişime en büyük engel “27 Mayısın karanlık gölgesiymiş”.

Ama peşrevin can alıcı kısmı 12 Eylül’e ilişkin tek tespit: “...Türkiye’deki mevcut Seçim Sistemi, özellikle 12 Eylül müdahalesinin ardından her zaman tartışma konusu oldu...”

12 Eylül müdahalesi!

Bir yanda uzun uzun 27 Mayıs hezeyanı, öte yanda en kanlı darbeye “müdahale” nitelendirmesi.

İşte “paketin” ruhu bu. Ya da evladın babaya sahip çıkması!

Paketin cilalayıcısı, “kutsal metin” muamele yapanı çok. Daha çok yazar çizeriz.

Başbakan, seçilmiş medyaya “boş paketi” açarken daha önemli bir şey oluyordu: Merdan Yanardağ, Muğla Cezaevi’nde ziyaretçilerine, hakkındaki mahkumiyet kararının ayrıntılarını anlatıyordu.

Ben, paketten daha çok demokrasiye hizmet edecek bir öneride bulunmak isterim.

Gazetecilere, yazarlara, politikacılara, avukatlara, hakimlere, savcılara, Yargıtay, HSYK ve Danıştay üyelerine, akademisyenlere, diplomatlara...

Ama özellikle AKP mensubu her kademedeki politikacıya, bakanlara, milletvekillerine, oy verenlere öğrencilere, o paket konuşmasını yazan danışmanlara... Hatta Başbakan’a, Reis’i Cumhur’a...

Önyargılarınızı bir tarafa bırakıp -ya da önyargılarınızla-, Merdan Yanardağ hakkındaki suçlamaları, yargılamayı ve kararı okuyun.

Sonra nasıl böyle bir şey olabilir sorusuna cevap arayın.

İnanın bana, hem paketten daha az zaman harcarsını, hem de demokrasiye/barışa daha çok hizmet edersiniz.

Merdan’ların cezaevinde olduğu bir ülkede demokrasi konuşulamaz bile.

Sahi kimdi bu Adnan Menderes? – Ulaş Korkut...

17 Eylül 2013

Bazen bildiğimiz şeyleri herkesin bizim bildiğimiz gibi bildiğini zannederiz. Bu nedenle söyleme ya da hatırlatma gereği duymayız. Adnan Menderes adı da, dönemi de böyle… Kimdi bu Adnan Menderes, neler yapmıştı? Herkesin bildiği, hatırladığı varsayılarak, pek kimse Adnan Menderes dönemi gerçekliklerini hatırlatma gereği duymuyor. Adnan Menderes son zamanların en popüler isimlerinden. Hemen herkesin “Demokrasi şehidi” dediği, demokrasi nutukları atılırken atıfta bulunduğu yegâne isimlerden. Adnan Menderes denince çoğunlukla idamı hatırlanır. Ancak kimdi Adnan Menderes? Neler yapmıştı? Gerçekten “Demokrasi şehidi” ya da gerçekten “demokrat” mıydı? Bu soruların cevabı çok kısa bir Menderes incelemesiyle bulunabilir. İktidar olmadan önceki dönemleri ve iktidarı döneminde yaptıklarına basit bir arşiv taramasıyla bakarsak görebiliriz kim olduğunu Adnan Menderes’in.

Demokrat ağa

Adnan Menderes, üç arkadaşıyla meclise verdiği bir önergeyle Türkiye siyaset sahnesinde göründü. Bu esnada, Tayyip Erdoğan’ın eleştirmeye doyamadığı tek partili yıllar CHP’sinin Aydın Milletvekili idi. Önerge bolca demokrasi, hak, hukuk, adalet, özgürlük gibi kelimeler içeriyordu. Ancak bu önerge mecliste görüşülen ”çiftçiyi topraklandırma yasası” esnasında bu yasaya karşı verilmişti. Yasayla toprak ağalarının elindeki tarıma elverişli arazilerin 5000 dekardan, elverişsiz arazilerden ise 2000 dekardan fazlasının devletçe kamulaştırılıp topraksız köylüye dağıtılması amaçlanıyordu. Adnan Menderes, Celal Bayar, Refik Koraltan ve Fuad Köprülü bu yasanın geçmemesi için önerge verdiler. Adnan Menderes Aydın’da 30.000 dönümlük toprağa sahip olan bir toprak ağasıydı ve bu yasa kendi topraklarının da büyük bir kısmının kamulaştırılıp topraksız köylüye dağıtılması anlamına geliyordu. Ancak bu yasaya karşı önerge verirken bolca demokrasi söylemi kullanıyordu. O önergeden sonra CHP’den ihraç edildi ve ardından bildiğimiz Demokrat Parti dönemi başladı. Muhalifken bolca demokrasi nutukları atan Menderes iktidarda neler yaptı birkaç örnek hatırlamakta fayda var.

6-7 Eylül olayları

Demokrasi ayaklar altında. 6 Eylül 1955 gecesi İstanbul’da bazı gazetelerin Selanik’te Atatürk’ün evine bomba atıldığını yazması üzerine azınlıklara saldırılar başladı. Ağırlıklı olarak Rumlara karşı yönelen olaylarda resmi rakamlara göre 73 kilise, 8 ayazma, 1 havra, 2 manastır, 4 bin 340 dükkân, 110 otel ve lokanta, 21 fabrika ve 3 bin 600 ev saldırıya uğradı, biri papaz 15 kişi olaylar sırasında öldürüldü, yüzlerce kadın tecavüze uğradı. Provokasyonu başlatan “Ekspres” isimli DP yandaşı gazete idi.

Her şey iktidar için

DP’den istifa eden Osman Bölükbaşı Kırşehir’den tekrar milletvekili seçilince Kırşehir il statüsünden ilçe statüsüne düşürüldü. İsmet İnönü milletvekili seçilince seçim bölgesi Malatya ikiye bölünerek Adıyaman ili kuruldu. 1954–1958 yılları arasında hükümetin resmi açıklamasına göre 238 gazeteci iktidarı hedef alan yazılar yazdıkları için tutuklandı. 1957 seçimlerinden hemen önce, CHP ve Hürriyet Partisi’nin birleşme çabalarına karşı seçim ittifaklarını engellemek için yasa çıkarıldı. Hükümet, CHP’li bazı milletvekillerinin bazı cuntacı subaylarla sürekli temas halinde olduğu istihbaratına dayanarak bu durumu soruşturmak için ”Tahkikat Komisyonu”nu kurdu. 15 DP milletvekilinden oluşan komisyon hem suçlama hem de yargılama hakkına sahipti ve kararlarına itiraz edilemiyordu. Ayrıca uygun gördüğü toplantıları ve yayınları yasaklama hakkına sahipti.

Menderes’in sevdikleri sevmedikleri

28 Nisan 1960 tarihinde İstanbul Üniversitesi öğrencisi Turan Emeksiz hükümete karşı düzenlenen bir protesto mitinginde polisin açtığı ateş sonucu öldü. Hüseyin Onur ise sol bacağı kesilerek kurtarıldı. 1951 yılında Halkevleri kapatıldı. 1948′de kurulan imam hatip kursları imam hatip liselerine dönüştürüldü. 1958’de Fransa’ya karşı bağımsızlık savaşını kazanan Cezayir’in bağımsızlık oylamasında “Fransa’nın içişleri” denilerek çekimser oy kullanıldı. Hukukun üstünlüğünü savunan Yargıtay üyeleri resen emekli edildiler.

NATO üyeliği başladı, ABD işbirlikçiliği zirvede. 1951 yılında Türkiye’nin Kore Savaşı’nda Birleşmiş Milletler kuvvetlerine Türk Tugayı ile katılmasına karar verildi. Bunun sonucunda, Türkiye 1952′de NATO’ya tam üye olarak kabul edildi. Aynı yıl NATO’nun isteği üzerine komünizme karşı gayri-nizamı harp yapacak Seferberlik Tetkik Kurulu, daha sonraki adıyla Özel Harp Dairesi kuruldu ve sonraki yıllarda işlenen faili meçhul cinayetler, derin devlet uygulamaları olarak hatırlanan her olayın arkasında bu kurum çıktı. (Kurumun adı Ergenekon davalarında sıkça hatırlatılıyor da, kökenine gelince es geçiliyor).

Kırılgan ekonomi, geçici refah, hazin son

Ekonomide elverişli uluslararası koşulların yaşattığı geçici saadet yıllarının ardından 1958’e gelindiğinde durum felaketti. O yıl dolar 9 liraya kadar yükseldi. Dış borçlar ödenemez hale gelince hükümet moratoryum ilan etti. IMF ile ilk stand-by anlaşması bu dönemde yapıldı. Çeşitli sanayi kuruluşları ya özelleştirildi ya da ekonomik olmadıkları gerekçesiyle kapatıldı. Uçak ve uçak motorları fabrikası, tank fabrikası, silah fabrikası NATO standartlarına uymadığı gerekçeleriyle kapatıldı. ABD’den Sovyetlere karşı mücadelede kullanılmak üzere Marshall Yardımı alındı. Uygulanan serbest piyasa ekonomisi sonucunda halk hızla yoksullaştı, zengin azınlıkla yoksul halk arasındaki uçurum hızla büyüdü.

Bunlar hatırlanabilecek ana başlıklar. İşte bugün AKP’nin ideolojik hegemonyası altında hemen herkesin, özellikle liberallerin ve hatta sorulunca CHP’lilerin “demokrasi şehidi” yakıştırmaları yaptığı Adnan Menderes dönemi, ana hatlarıyla böyleydi.

Tayyip Erdoğan “Demokratikleşme” paketini Menderes’in ölüm yıldönümünde açıklayacağını söylemişti. Her ne kadar bu tarihte açıklayamasa da, bu tarihe vurgu yapmasındaki niyet demokrasi, ekonomi ve yönetim anlayışının kökenine vurgu yapmaktı. Elbette buradan “idam edilmesini mi savunuyorsun” sorusu sorulacaktır ancak mesele idam meselesi değil. Yazıdaki amaç Menderes demokrasi açısından ne ifade ediyor, kimi önemli örneklerle bunu hatırlamak ve hatırlatmaktı.


Sayfayı Yazdır | Pencereyi Kapat | Resimleri Göster