Karakter boyutu : 12 Punto 14 Punto 16 Punto 18 Punto
Her iki taraf da siyaset sahnesinden silinebilir
09 Ocak 2014, 23:04

Her iki taraf da siyaset sahnesinden silinebilir

Dr. Yılmaz, her iki tarafın siyaset sahnesinden silinebileceği bir sürecin yaşandığını belirtti.

Dr.Gaye Yılmaz: Her iki taraf da siyaset sahnesinden silinebilir

İktisatçı Dr. Gaye Yılmaz, AKP-Cemaat arasındaki mevcut krizin ekonomik krize dönüşebileceği uyarısında bulunarak, “işsizleşme ve yoksullaşma süreçleri hızlanacak, kronikleşecektir” dedi.

Bunda tek sorumlunun hükümet olmadığına dikkati çekerek,

“Ne Cemaat’in bu pisliğe bulaşmış olması AKP’yi aklayabilir ne de Cemaat bu pisliğin içinde kendisinin olmadığı yalanına toplumu inandırabilir” diyen Dr. Yılmaz, her iki tarafın siyaset sahnesinden silinebileceği bir sürecin yaşandığını belirtti.

AKP hükümeti ile Gülen Cemaati arasındaki kriz, dershanelerin kapatılacağına dönük tartışmalar sırasında görünür hal aldı. Yargıda önemli bir örgütlülüğü bulunan Cemaat tarafından yapıldığı söylenen, 17 Aralık’taki rüşvet ve yolsuzluk operasyonunda bakanların çocuklarının da hedef alınması ‘savaşı’ hızlandırdı. Hükümet, emniyetteki ‘Cemaatçi’ yetkilileri görevden alarak, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK) yapısını değiştirmeye çalışarak yanıt verdi.

Türkiye’deki siyasi krizin, ekonomik krize dönüşmesi bekleniyor. Bu, yoksul kesimler için risk, ama sermaye çevreleri krizleri fırsata çevirmede başarısız sayılmaz.

İktisatçı Dr.Gaye Yılmaz ile rüşvet ve yolsuzluk gündemini ve bunun emekçiler için ne anlama geleceğini konuştuk…

‘İKTİDARDA TUTAN ETMEN EKONOMİK İSTİKRARDIR’

Rüşvet ve yolsuzluk ‘skandalı’ ekonomik çerçevede, genellikle hükümet ve piyasalar üzerindeki olası etkiler gözetilerek yorumlanıyor. Halka yansımasına değinmeden önce, sizce, hükümet ve sermaye çevresi bundan nasıl etkilenir?

Yolsuzlukların açığa çıktığı ülkelerde daha önce “yabancı sermayeyi cezbetme” adına atılan bütün adımlar yok hükmündedir. Zira uluslararası sermaye yolsuzluğun bilinir hale gelmesiyle birlikte makro ekonomik dengelerin hızla alt üst olacağını, ulusal paraların değer kaybedeceğini, enflasyonun ve faizlerin yükselişe geçeceğini gayet iyi bilir. Çünkü yolsuzluk normal koşullarda iktidarları koltuğundan eden, hükümet belirsizliklerine ve siyasi risklere gebe olan bir olgudur. Pek çok ülkede yolsuzluğa karişan hükümetler periyodik seçim süreçlerini bekleyemeden, olağanüstü diyebileceğimiz koşullarda istifa eder ya da görevden alınır. Bu, aynı zamanda siyasi belirsizliğin de başladığı bir dönemdir. Ve hiçbir sermaye grubu böyle ülkelerde yatırım yapmak istemez çünkü ileriyi göremeyecekleri, kar ve rantlarının garanti edilemeyeceği koşullar söz konusudur.

Sermayeyi iki grup altında ele alacak olursak, ülkeyi hızla terk etme ve kendini güvenceli hissedeceği ülkelere göç etme becerisine sahip olan finansal sermayedir, ilk çıkış Da finans alanında olur. Bu nedenle yolsuzluğun izleri öncelikle borsalarda görülür. İkinci grup, yani endüstriyel sermayenin ülkeden çıkışı o kadar kolay ve hızlı olamaz ancak bu grup Da yapacağı, ya da yeni başlamış olduğu yatırımları durdurma, başka coğrafyalara kaydırma gibi eğilimler gösterir. Tüm bu gelişmeler yolsuzluğa karışan hükümetleri doğrudan ve birebir etkiler. Zaten kıt olan döviz kaynakları “istikrarı sürdürme” adına birkaç gün içinde heba edilir ama buna rağmen istikrarın sağlanamadığı görülür. Gerçekten de hükümetleri uzun yıllar iktidarda tutan en güçlü etmen ekonomik istikrar durumudur. Dolayısıyla ekonomik istikrarın son bulması, üstelik bu bitme halinin yolsuzluk gibi toplum vicdanını yaralayan ve toplumun yoksullaşmasının nedenlerinden birinin bir anda göründüğü bir biçim altında olması siyasi süreçler üzerinde son derece etkilidir.

‘İŞSİZLİK,DÜŞÜK MAAŞLAR KÖTÜ ÇALIŞMA KOŞULLARI, ALIM GÜCÜ ZAYIFLIĞI…’

Patronlar endişeli ama galiba asıl fatura yine halka çıkacak. Siyasi krizin ekonomik krize dönüşmesi ya da mevcut tablo, alım gücü ve işsizlik bakımından riskli bir döneme işaret ediyor mu?

Türkiye özelinde konuşacak olursak gerek alım gücü gerekse işsizlik artışı yönündeki beklentiler aslında yolsuzluğun açığa çıkmasından aylar önce belirgin hale gelmişti. Türkiye’de son 10 yıldır yaşanan ekonomik büyümenin esas olarak dış kaynaklara ve merkez ülkelerde aşırı biriken para sermayenin bizim gibi gelişmekte olan ülkelere akmasından kaynaklandığını biliyoruz. Hatta bu süreçte IMF’ye olan borçlarını sıfırlayan tek ülkenin -Başbakanın iddia ettiği gibi- Türkiye olmadığını, örneğin Brezilya, Güney Kore, Güney Afrika gibi benzer ölçeklerdeki pek çok ülkede ulusal paraların değer kazandığını, IMF borçlarının kapatıldığını da söylememiz gerekir. Ancak merkez ülkelerdeki aşırı para birikiminin sonuna gelindiği, merkezin kendi krizini aşmaya başladığı ve bu yüzden artık çevreye para aktarmayacağına dair ilk sinyaller Mayıs 2013’te, Gezi isyanından birkaç hafta önce ulaşmıştır.

Dolayısıyla bugün yaşanmakta olan yolsuzluk kaynaklı siyasi ve ekonomik kriz var olan işsizleşme ve yoksullaşma süreçlerini daha da hızlandıracak ve kronikleştirecektir tespitini yapmamız mümkün. Özellikle yabancı yatırım girişinin durması, var olan başlamış yatırımların başka ülkelere kaydırılması ve yaşanan finansal krizden kaynaklanacak yerli sermaye iflasları işsizliği ve yoksullaşmayı çok daha hızlandıracak, ücretleri baskılayacak, güvencesiz çalışma biçimlerini yaygınlaştıracak durumlardır. Piyasadaki işsiz sayısı arttıkça daha kötü koşullarda, daha geri ücretler karşılığında çalışmaya razı olacakların sayısı da artar. Diğer yandan yabancı sermaye girişinin durması Türkiye’de bir sermaye kıtlığına yol açacağı için faizler ve yatırım maliyetleri yükselecek, bu da bir tür enflasyon ve düşük ücret sarmalına dönüşecektir. Krizin başlangıcında piyasadaki mal fiyatları yükselirken, ücret gelirlerinin azaldığı, alım gücünün eridiği bir süreçtir toplumu bekleyen.

Ancak bu sarmal öz sermayesi olmayan, bankacılık sisteminden yüksek faizle borç alarak yatırım yapan firmaları da etkiler, çünkü mallarını paraya dönüştürememeye, borçlarını ödeyememeye başlarlar ve iflaslar gündeme gelir. Öte yandan her iflas piyasaya yeni işsizlerin eklenmesiyle, yoksulluğun artmasıyla noktalanır. Son olarak 17 Aralık’ta açığa çıkan yolsuzluğun buz dağının sadece görünen kısmı olduğunu, gerçek yolsuzlukların ise emeklilere verilmeyen zamlar, memurlardan esirgenen ücret artışları, milyonlarca emekçinin beklediği ama hiçbir zaman verilmeyen insana yakışır bir asgari ücret toplamından kat be kat fazla olduğunu da belirtelim.

Yoksulluğun artması, hükümetin baskılarını da beraberinde getirir mi? Emek cephesinde, örgütlü toplumda özel olarak nasıl karşılık bulur?

Ne yazık ki Türkiye’de özellikle “kendi sınıfsal çıkarları temelinde örgütlü emek” toplam emek gücü nüfusu içinde çok küçük bir azınlığı temsil ediyor. Dolayısıyla, evet yoksulluk arttıkça muhtemel isyanları ötelemek için egemen güçler şiddet ve baskı araçlarını daha fazla devreye sokacaklardır. Ama bu şiddet artışına emek güçlerinin vereceği anlamlı ve etkili yanıtı örgütlü azınlıktan ziyade örgütsüz çoğunluktan beklemek daha doğru olur. Çünkü isyan koşullarında hayatı bütünüyle kilitleyecek olan -ister beyaz yakalı isterse mavi yakalı olsun- tamamı güvencesiz koşullarda çalışanlar olacaktır. Aslında Hükümetin şiddet aygıtlarını daha fazla devreye sokmasının nedeni de bu örgütsüz yığınlardaki öfke kabarmasını önleyebilmektir, örgütlü azınlığı kontrol etmek değil. Çünkü örgütlü emek yıllar içersinde zaten zayıflatılmış ve önemli ölçüde hükümet güçleri arkasına yedeklenmiş durumdadır.

YENİ BİR ‘GEZİ DENEYİMİ’ YAŞANIR MI?

‘Gezi’ süreci, toplumun önemli kısmını kapsadı ve yorumcular bunun ekonomik sebeplerden bağımsız olmadığı fikrinde. Yeni olası kriz yeniden böylesi bir hareketliliği de sağlar mı?

Bunu önceden tahmin edebilmek bence mümkün değil. Diğer yandan olası yeni bir isyanın kırsaldan ziyade, işsizleşmenin, güvencesizleşmenin, yoksullaşmanın ve kriz koşullarının çok daha sert bir biçimde hissedildiği kentlerde yaşanacağını öngörmek mümkün. Her ne kadar belli bir zaman ve yer telaffuz etmek mümkün olmasa da Gezi sürecinde yaşanan isyan ve direnişlerin kazandırdığı deneyimlerin sosyo-ekonomik-politik koşullar olgunlaştığında yeniden, çok daha güçlü ve bu kez daha organize bir şekilde kendini göstermesi bundan sonra şaşırtıcı olmayacaktır. Bu bağlamda özellikle Gezi isyanı ile emek süreçlerinin güvencesizleşmesi ve yoksullaşma arasındaki nesnel ilişkilerin açığa çıkarılması, görünür kılınması önümüzde önemli bir görev olarak durmakta. Bu türden anlamlı çabalar sarf edilmeden olaylar kendiliğindenci yaklaşımlara bırakılacak olursa isyanlar birbiri ardına dizilse bile hedeflenen şeye ulaşması mümkün olmayacak ve halk kendi gücünden bile kuşku duymaya başlayacaktır.

‘BÜTÜN PİSLİKLER CEMAAT VE AKP TARAFINDAN ÜRETİLDİ’

Hükümetin rüşvet ve yolsuzluğa bulaştığı nihayetinde belgelerle ispat edilmiş durumda. Fakat, soruşturmanın, operasyonun içinde olduğu pek de gizlenmeyen Gülen Cemaati için hiçbir kuşkuya kapılmadan, “sermayenin kirli politikalarını teşhir ettiği” söylenebilir mi? Hükümet teşhir oldukça Cemaat aklanıyor mu?

Eski bir deyiş vardır; “tencere dibin kara, seninki benden kara” diye. Sanırım Cemaat’in durumunu en iyi anlatan deyiş bu. Gerçekten de bütün bu pislikler 10-11 yıldır Cemaat’i ve partisiyle iktidar tarafından üretilmiştir. Dolayısıyla ne Cemaat’in de bu pisliğe bulaşmış olması AKP’yi aklayabilir ne de Cemaat bu pisliğin içinde kendisinin olmadığı yalanına toplumu inandırabilir. Son iki haftadır ana akım medyada yürütülen tartışma ne yazık ki bu ikili olayın yalnızca bir boyutuna odaklanmış durumdadır: Neden şimdi? Düğmeye mi basıldı? Komplo mu kuruldu? Elbette bu soruları da tartışmak gerekir, ama bir komplonun olması yolsuzluk gerçeğini ortadan kaldırabilir mi? Bu olayın komplo tarafı hiç ortada olmayan suçların kişi ve gruplara iftira atarak gündem yapılması değil; bilinen pisliklere yıllarca susulup tam seçim arefesinde ifşa edilmiş olmasıdır. Böyle bir durumda ve bütün somut delillere karşın AKP bu süreci basit bir iftira, bir kumpas gibi ele alma eğilimi göstermiştir. Ana muhalefet ve Cemaat ise konumları gereği işin komplo boyutunu hiç konuşmadan sadece yolsuzluk boyutunu öne çıkarma çabası içinde görünmektedir. Bu bağlamda sorduğunuz soru ve soruş biçiminiz gerçekleri görünür kılma açısından son derece değerli bir çabadır.

Bu süreçte Tayyip Erdoğan kendine gönül vermiş kitleleri de şaşkına çevirmiştir. Öyle ki, askeri vesayetin bitirilmesinden türban yasağının kaldırılmasına ve hatta kamusal alanda bile turban serbestisine varana kadar bu ülkede gerçekleştirilmesi imkansız sanılan pek çok reformda o meşhur “dik duruş”u ile -en azından kendi tabanından- beğeni ve takdir toplayan Başbakan sıra yolsuzluğa geldiğinde hırsızlara adeta kalkan olmuştur.

Erdoğan’dan beklenen neydi?

Herkesin, özellikle de AKP tabanının hırsızların adalete teslim edilmesini beklediği bu koşullarda Başbakanın iki seçeneği vardır. Bunlardan ilki; hırsızlığa kalkan olmamak ve teslim etmek. Ancak bunu yaptığında soruşturmanın kendisine ve ailesine kadar uzanacağından emin olduğu için Başbakan suçluları korumaya almıştır. Başbakan tarafından korunmak, suçluların başka sırları ifşa etmesini, dolayısıyla Başbakan ve ailesinin yolsuzluklarının ortaya çıkmasını önleyecektir. Ama aksi bir davranış, yani ikinci seçeneği uygulamak yolsuzluktan tutuklananları düşman ilan etmesi anlamına gelir ki bu da Başbakan ve ailesinin de yolsuzluktan yargılanması anlamına gelecektir. İşte bu koşullarda Recep Tayyip Erdoğan o ünlü “dik ve kararlı duruş” yerine tam zıddı bir duruş sergilemiştir. Şu anda durum iki taraf yani AKP ve Cemaat için de bıçak sırtı durumdadır. Ancak unutulmamalıdır ki, bu ifşaatlar sadece AKP’ye hem de çok ciddi siyasi sorumluk ve kayıplar getirecektir. Zira Cemaat dediğimiz şey bir tür network’tür ve hükümette kendisine yakın isimler olsa da Cemaat, hükümet etmemektedir. Dolayısıyla ‘kim kimi daha fazla ele verecek’ sorusu sorulduğunda, Cemaat’in çok daha cesur davranacağını öngörmek yanlış olmayacaktır.

‘ÖLÜMÜNE SALDIRIYORLAR; İKİSİ DE SİYASET SAHNESİNDEN SİLİNEBİLİR’

Cemaat’in de hükümetin de güçlü sermaye çevreleri var. ‘Sermayenin bölünmesi’ mümkün mü?

Evet, sermayeler farklı siyasi oluşumlar etrafında kümelenebilir ve arkasında kümelendikleri siyasetleri seçim ve iktidar olma süreçlerinde destekleyebilir. AKP iktidarı örneğinde olduğu gibi bu farklı siyasetler birlikte ve ittifak halinde çalıştığında güç, nüfuz alanları ve yetkiler de güç dengeleriyle orantılı bir şekilde paylaşılır. Siyasetlerin arkasındaki sermaye kümeleri bu süreçlerde bir yandan kendi siyasetlerinin politik güç alanını genişletmeye çalışırken bir yandan da o iktidar dönemindeki pastadan alabileceği en büyük payı almak için savaşır. Başka bir deyişle iki siyaset arasındaki güç dengesi bu siyasetlerden birinin aleyhine değiştiğinde bu siyasetin arkasındaki sermaye kümesi için de sorun başlayacak, birikim hızı yavaşlayacak demektir. Bu bağlamda 17 Aralık depremini takip eden dönemde Cemaat’e destek veren şirketlerin ruhsatlarının iptaline gidilmesi, bu şirketlere incelemelerin, vergi cezalarının başlatılması, hatta 17 Aralık öncesinde Cemaat’in en güçlü olduğu dershane sektörünün kapatılacağına dair tartışmaların başlaması hep bu ikili siyasette bir taraf aleyhine bozulan dengeyle ilintilidir. Sermayelerin siyasetlere gore bölünmesi ya da belli siyasetler tarafından içerilmesi kimi zaman da sektörel teşvikler üzerinden olur. Örneğin AKP hükümetinin geldiği günden bu yana en fazla teşvik ve destek gören sektörlerin başında inşaat ve enerji gelmektedir. Birikimini hızlandırmak isteyen tekil sermayeler 10 yıl içinde aşama aşama bu iki sektöre geçiş yapmış ve böylelikle AKP siyasetinin arkasına kümelenmiştir. Gelinen noktada Cemaat’e bağlı sermaye gruplarının avantajlı konumlarının tehlikeye girmesi restlerin -her iki cephede- karşılıklı olarak çekilmesine yol açmıştır. Sağduyu çağrılarının pek de işe yaramayacağı izlenimi edindiğimiz bu süreç tarafların birbirine ölümüne saldırdıkları ve her iki tarafın da siyaset sahnesinden silinebileceği bir noktaya doğru evrilmektedir.

Peki, hükümetin algı yönetimi, teşhir olan kirli para ilişkilerine rağmen başarılı mı?

Son yolsuzluk olayı ile ilgili söylemlere baktığımda hükümet cephesinin ısrarla “iki kişi arasındaki para ilişkisi yolsuzluk değildir, bu para Hazinenin parası değil ki” yorumunu tekrar ettiğini görüyorum. Algı yönetimi, algı mühendisliği olarak isimlendireceğim bu tarz yorumların amacı halka “soyulmadınız”, “ortada bir hırsızlık yok” mesajlarını vermektir. Oysa Halk Bankası’nın yasaklı ülke İran’dan alınan doğal gazın bedelinin ödenmesinden sorumlu Banka olduğu açıktır. Başka bir deyişle, Halk Bankası’nda Reza Zerrab’ın şahsi hesabına yatırılan para resmen Hazine’den aktarılmaktadır, Hazine’nin yani toplumun parasıdır. Ve en büyük yolsuzluğun da Halk Bankası ve doğal gaz ödemeleriyle ilintili olduğu artık herkes tarafından bilinmektedir.

Hazine’nin parası üzerinden yapılmış, benzer büyüklükte yolsuzlukları hatırlıyor musunuz?

Olduysa da ben bilmiyorum, bu anlamda bir ilk olduğunu söylemem gerekir. Hazine arazilerinin rüşvet karşılığında ya ihalelere fesat karıştırılarak ya da doğrudan belli sermaye gruplarına satılması ise Türkiye tarihinde daha önce de yaşanan, benzeri bulunan soygunlar. Ancak bunlarla da ilgili söylenmesi gereken şeyler var. Örneğin hazine arazilerinin, orman alanlarının, sit alanlarının peşkeş çekilmesi aslında halka ait olanın özel çıkarlar temin edilmesi karşılığında sermayeye devredilmesidir ve bu anlamda bunlar da devasa yolsuzluklardır. Bir diğer çelişki Bakan Bayraktar’ın istifasını verirken yaptığı açıklamadadır: “Yaptığım her şey yasalara uygundu ve Başbakanın onayı ile yaptım.” Hiçbir Bakan, yasalara uygun bir icraatı için Başbakanın onayına ihtiyaç duymaz. Dolayısıyla Başbakan onayı devreye giriyorsa orada mutlaka yasalara uygun olmayan bir durum vardır.

Bu ülkede çeşitli dönemlerde farklı biçimler altında yolsuzluklar yaşanmıştır. Bunlar arasında Dalan’ın imar yolsuzluğu, Engin Civan ve Emlak Bank Yolsuzluğu, Korkmaz Yiğit ve Türk Bank skandalı, Çiller Ailesi ve Demirbank yolsuzluğu ve İSKİ skandalı yakın tarihte hafızalara en fazla kazınmış olanlardır. Benzerlikler ve farklılıklar bütün bu yolsuzluklarla sonuncu vurgunun detaylarında gizlidir.

orhankara1951@mynet.com

Haberi Ekleyen: Görman Hesler

Bu haber 743 defa okunmuştur.

Paylaş

Delicious  Facebook  FriendFeed  Twitter  Google  StubmleUpon  Digg  Netvibes  Reddit

Güncel

Af Yasası Çıktı

Af Yasası Çıktı Yaklaşık 100 bin kişi tahliye olacak.

Yaşasın 8 Mart

Yaşasın 8 Mart Bize diyorlar ki,

Ad/Soyadını değiştirmek isteyenler 1 hafta kaldı

Ad/Soyadını değiştirmek isteyenler 1 hafta kaldı Ad ve soyadlardaki yanlış yazımlar mahkeme kararı olmaksızın değiştirilmesi süreci devam ediyor.

23 Nisan Sadece Tören Değildir

23 Nisan Sadece Tören Değildir Çocukların Yaşadığı Ağır Sorunlara Kalıcı Çözümler Üretilmelidir!

İşte referandumun oy pusulaları

İşte referandumun oy pusulaları Türkiye'de ise seçmenler 16 Nisan'da sandık başında olacak.

GÖRELE ' DE HAVA DURUMU

GIRESUN

RÖPORTAJ

Murat Kul ile balıkçılık üzerine söyleşi

Murat Kul ile balıkçılık üzerine söyleşi

ARŞİVLEN HABERLER

Arama
ssssssssssssssssssssssssssssssssssss